Hakkı ve hakikati savunmak

Bizim haklı ve hakikatli bir toplum olabilmemiz için, her şeye rağmen hakkı ve hakikati savunmak gibi bir zorunluluğumuz vardır. Hakkı ve hakikati savunmaz isek, nasıl kaliteli ve ilkeli bir toplum olacağız? Hakkı ve hakikati savunamayan, kaliteli ve ilkeli insanlardan oluşmayan bir toplum nasıl ayakta kalacak? Kalitesiz toplumlardansa hiç kimseye ne fayda gelir, ne de hayır.

HAKKI ve hakikati savunmak, her devirde olduğu gibi bu devirde ve günümüzde de çok riskli ve zor bir iştir. Hakkı ve hakikati savunmak hakkında, deyimin galat olmuş şekliyle “Her yiğidin harcı değildir” diyeceğim ama aslında her yiğidin harcı olmalıdır.

Çünkü hakkı ve hakikati savunmak bir erdemdir, omurgalı bir duruştur. Çünkü hakkı ve hakikati savunmak, ahlâklı ve adâletli olmanın gereğidir. Çünkü hakkı ve hakikati savunmak, dürüst ve şahsiyetli bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmanın göstergesidir. Çünkü hakkı ve hakikati savunmak, Allah’ın emridir.

Bakınız, Allah, Kur’ân’da ne diyor:

Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisâ Sûresi 135’inci âyet, Diyânet İşleri Meâli, Yeni)

Yine aynı hususta bir âyet daha:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide Sûresi 8’inci âyet, Diyânet İşleri Meâli, Yeni)

Hakkı ve hakikati savunmanın riskleri

Ama hakkı ve hakikati savunmanın beraberinde getirdiği birtakım riskler, büyük tehlikeler ve ödenecek bedelleri de vardır. Nihâyetinde bu bir tercihtir. Elbette bu tercihin gerek bu dünyada, gerekse ahirette şu veya bu şekilde birtakım sonuçları olacaktır. Asıl olan şey, nerede ve kimin yanında durduğundur. Hak ve hakikatin yanında mı, yoksa yalanın, yanlışın ve bâtılın yanında mı? İşte önemli olan nokta burasıdır!

Hakkı ve hakikati savunduğunuz zaman, yine deyimin galat olmuş şekliyle, “Ne Îsâ’ya yaranabiliyorsunuz, ne de Mûsâ’ya”. Hâlbuki hem Îsâ’ya, hem de Mûsâ’ya yaranmak gerekir. Çünkü her ikisi de Allah’ın elçileri değil midir?

Zâten hem Îsâ’ya, hem de Mûsâ’ya yaranmak (iman ve itaat ederek izlerinden gitmek), aslında Allah’a yaranmak (Allah’ın rızasını kazanmak) ile eşdeğerdir. İşte Müslümanlar olarak bize düşen görev budur!

Yoksa, onun bunun keyfi ve hatırı ya da dünyevîleşmek tutkusuyla ona buna yaranmak için değil!

İlkeli olmak

İşte bunu yapabilmek ve başarabilmek için de ilkeli bir insan ve ilkeli bir Müslüman olmak gerekir. Çünkü şu noktayı hiçbir zaman gözden ırak tutmayalım: Elbet bir gün dünyamız (ömrümüz) sonlanacaktır. “Kim bilir; belki yarın, belki de yarından da yakın!”

O hâlde, hiç değer mi üç günlük dünya için “fırıldak” olmaya?

Bu bakımdan biz her daim, hakkın ve hakikatin savunucuları olmalıyız. Biliyorum, çok çeşitli sebeplerden dolayı bu kolay bir iş değildir. İnsan olmanın beraberinde getirdiği bir sürü zaaf ve zafiyetler vardır. “Vîrân olası hânede evlâd u ıyâl var”dır. Ama unutulmasın ki, bunların hepsi de bir imtihandır.

Bizim haklı ve hakikatli bir toplum olabilmemiz için, her şeye rağmen hakkı ve hakikati savunmak gibi bir zorunluluğumuz vardır.

Hakkı ve hakikati savunmaz isek, nasıl kaliteli ve ilkeli bir toplum olacağız? Hakkı ve hakikati savunamayan, kaliteli ve ilkeli insanlardan oluşmayan bir toplum nasıl ayakta kalacak? Kalitesiz toplumlardansa hiç kimseye ne fayda gelir, ne de hayır.

Toplumun durumu

Toplumumuzda insanlar bir taraftan ideolojik, politik ve particilik temelli, diğer taraftan da tarikat ve cemaat temelli mezhebî ve meşrebî olarak o kadar kutuplaşmış, o kadar bölünmüş ve o kadar hoşgörüsüz hâle gelmişler ki birazcık birisini ya da birilerini haklı olarak eleştirseniz, birazcık birilerinin tekerinin önüne taş koysanız, birazcık kovanına çomak soksanız kıyameti koparıyorlar.

Ağızlar bozuluyor, küfürler havada uçuşuyor, üslûp rafa kalkıyor, sizi hemen yaftalayıp aforoz ediyorlar. Bilgi yok, fikir yok, hoşgörü yok, dinlemek yok, anlamaya çalışmak yok, empati yok, sempati yok, tahammül yok, yok oğlu yok!

Peki, o zaman biz, nasıl bir medenî toplum olacağız da sorunlarımızı uhûlet ve suhûletle istişâre ederek çözeceğiz? Biz daha birbirimizle konuşmayı dahi beceremiyoruz ki… Biz daha konuşma ve tartışma âdâbını öğrenememişiz ki… Bizim, farklı görüş ve düşüncelere tahammülümüz kalmamış ki… Biz daha birisi konuşurken dinlemeyi ve onun konuşmasına saygı göstermeyi öğrenememişiz ki… Biz daha konuşma ve fikir beyan etme adâletini ve hürriyetini (muhatabın da görüşlerini beyan etmesine izin verme) öğrenememişiz ki… Biz daha, doğru düşünce ve fikirlere “Evet, doğru söylüyorsunuz” demeyi öğrenememişiz ki… Biz daha, “Ben bu konuda yanlış biliyormuşum, yanıldım, özür dilerim” demeyi öğrenememişiz ki… Biz daha, doğruyu söyleyene nefsimizi ve gururumuzu yenerek teşekkür etmeyi beceremiyoruz ki…

Biz daha bu ülkede ilmin ve âlimin kıymetini hakkıyla teslim etmeyi bilmiyoruz ki… Biz daha bu ülkede bilgi üreten bilim insanlarının hakkını tam olarak vermiyoruz ki… Biz daha bu ülkede düşünce ve fikir üreten mütefekkir ve münevverlere gereken saygıyı göstermiyoruz ki… Biz daha bu toplumda “Oku!” emr-i İlâhîsinin mânâ, maksat, murat ve hikmet boyutunda ne anlama geldiğini hakkıyla kavrayıp çözememiş ki…

İşte bundan dolayı İslâm’ın saçla sarıkla, kılla sakalla işinin olmadığını bir türlü anlayamamışız. İşte din anlatan ve din satanların “İslâm” denilince akıllarına bunlar gelirse, tabiî ki Allah’ın “hayat” kitabı olan Kur’ân, “mehcûr” kalacaktır.

Sözün özü

Birileri “hakkı ve hakikati savunmaktan”, sadece ve sadece kendi parti liderlerini, kendi partilerini, kendi cemaat ve tarikat lider ve şeyhlerini, kendi mezhep ve meşreplerini, kalıplaşmış kendi ideolojik yapılarını “körü körüne savunmak” olarak anlıyor ve algılıyor.

İşte toplumumuzun temel sorunu budur! Bu sorun, “Gordion’un kör düğümü” gibidir. Çözebilene aşk olsun!