HAKKI ve hakikati
savunmak, her devirde olduğu gibi bu devirde ve günümüzde de çok riskli ve zor
bir iştir. Hakkı ve hakikati savunmak hakkında, deyimin galat olmuş şekliyle “Her
yiğidin harcı değildir” diyeceğim ama aslında her yiğidin harcı olmalıdır.
Çünkü
hakkı ve hakikati savunmak bir erdemdir, omurgalı bir duruştur. Çünkü hakkı ve
hakikati savunmak, ahlâklı ve adâletli olmanın gereğidir. Çünkü hakkı ve
hakikati savunmak, dürüst ve şahsiyetli bir kimliğe ve kişiliğe sahip olmanın
göstergesidir. Çünkü hakkı ve hakikati savunmak, Allah’ın emridir.
Bakınız,
Allah, Kur’ân’da ne diyor:
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en
yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle
ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de
olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları
sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer
(şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin
ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”
(Nisâ Sûresi 135’inci âyet, Diyânet İşleri Meâli, Yeni)
Yine aynı hususta bir âyet daha:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan,
adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi
adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha
yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
hakkıyla haberdardır.” (Mâide Sûresi 8’inci âyet, Diyânet
İşleri Meâli, Yeni)
Hakkı ve hakikati savunmanın riskleri
Ama hakkı ve hakikati savunmanın beraberinde getirdiği birtakım
riskler, büyük tehlikeler ve ödenecek bedelleri de vardır. Nihâyetinde bu bir
tercihtir. Elbette bu tercihin gerek bu dünyada, gerekse ahirette şu veya bu şekilde
birtakım sonuçları olacaktır. Asıl olan şey, nerede ve kimin yanında
durduğundur. Hak ve hakikatin yanında mı, yoksa yalanın, yanlışın ve bâtılın
yanında mı? İşte önemli olan nokta burasıdır!
Hakkı ve hakikati savunduğunuz zaman, yine deyimin galat
olmuş şekliyle, “Ne Îsâ’ya yaranabiliyorsunuz, ne de Mûsâ’ya”. Hâlbuki hem
Îsâ’ya, hem de Mûsâ’ya yaranmak gerekir. Çünkü her ikisi de Allah’ın elçileri
değil midir?
Zâten hem Îsâ’ya, hem de Mûsâ’ya yaranmak (iman ve itaat ederek
izlerinden gitmek), aslında Allah’a yaranmak (Allah’ın rızasını kazanmak) ile
eşdeğerdir. İşte Müslümanlar olarak bize düşen görev budur!
Yoksa, onun bunun keyfi ve hatırı ya da dünyevîleşmek
tutkusuyla ona buna yaranmak için değil!
İlkeli olmak
İşte bunu yapabilmek ve başarabilmek için de ilkeli bir
insan ve ilkeli bir Müslüman olmak gerekir. Çünkü şu noktayı hiçbir zaman
gözden ırak tutmayalım: Elbet bir gün dünyamız (ömrümüz) sonlanacaktır. “Kim
bilir; belki yarın, belki de yarından da yakın!”
O hâlde, hiç değer mi üç günlük dünya için “fırıldak”
olmaya?
Bu bakımdan biz her daim, hakkın ve hakikatin savunucuları
olmalıyız. Biliyorum, çok çeşitli sebeplerden dolayı bu kolay bir iş değildir.
İnsan olmanın beraberinde getirdiği bir sürü zaaf ve zafiyetler vardır. “Vîrân
olası hânede evlâd u ıyâl var”dır. Ama unutulmasın ki, bunların hepsi de
bir imtihandır.
Bizim haklı ve hakikatli bir toplum olabilmemiz için, her
şeye rağmen hakkı ve hakikati savunmak gibi bir zorunluluğumuz vardır.
Hakkı ve hakikati savunmaz isek, nasıl kaliteli ve ilkeli
bir toplum olacağız? Hakkı ve hakikati savunamayan, kaliteli ve ilkeli
insanlardan oluşmayan bir toplum nasıl ayakta kalacak? Kalitesiz toplumlardansa
hiç kimseye ne fayda gelir, ne de hayır.
Toplumun durumu
Toplumumuzda insanlar bir taraftan ideolojik, politik ve
particilik temelli, diğer taraftan da tarikat ve cemaat temelli mezhebî ve meşrebî
olarak o kadar kutuplaşmış, o kadar bölünmüş ve o kadar hoşgörüsüz hâle
gelmişler ki birazcık birisini ya da birilerini haklı olarak eleştirseniz,
birazcık birilerinin tekerinin önüne taş koysanız, birazcık kovanına çomak
soksanız kıyameti koparıyorlar.
Ağızlar bozuluyor, küfürler havada uçuşuyor, üslûp rafa
kalkıyor, sizi hemen yaftalayıp aforoz ediyorlar. Bilgi yok, fikir yok, hoşgörü
yok, dinlemek yok, anlamaya çalışmak yok, empati yok, sempati yok, tahammül
yok, yok oğlu yok!
Peki, o zaman biz, nasıl bir medenî toplum olacağız da
sorunlarımızı uhûlet ve suhûletle istişâre ederek çözeceğiz? Biz daha
birbirimizle konuşmayı dahi beceremiyoruz ki… Biz daha konuşma ve tartışma
âdâbını öğrenememişiz ki… Bizim, farklı görüş ve düşüncelere tahammülümüz
kalmamış ki… Biz daha birisi konuşurken dinlemeyi ve onun konuşmasına saygı göstermeyi
öğrenememişiz ki… Biz daha konuşma ve fikir beyan etme adâletini ve hürriyetini
(muhatabın da görüşlerini beyan etmesine izin verme) öğrenememişiz ki… Biz daha,
doğru düşünce ve fikirlere “Evet, doğru söylüyorsunuz” demeyi
öğrenememişiz ki… Biz daha, “Ben bu konuda yanlış biliyormuşum, yanıldım,
özür dilerim” demeyi öğrenememişiz ki… Biz daha, doğruyu söyleyene
nefsimizi ve gururumuzu yenerek teşekkür etmeyi beceremiyoruz ki…
Biz daha bu ülkede ilmin ve âlimin kıymetini hakkıyla
teslim etmeyi bilmiyoruz ki… Biz daha bu ülkede bilgi üreten bilim insanlarının
hakkını tam olarak vermiyoruz ki… Biz daha bu ülkede düşünce ve fikir üreten
mütefekkir ve münevverlere gereken saygıyı göstermiyoruz ki… Biz daha bu toplumda
“Oku!” emr-i İlâhîsinin mânâ, maksat, murat ve hikmet boyutunda ne
anlama geldiğini hakkıyla kavrayıp çözememiş ki…
İşte bundan dolayı İslâm’ın saçla sarıkla, kılla sakalla
işinin olmadığını bir türlü anlayamamışız. İşte din anlatan ve din satanların “İslâm”
denilince akıllarına bunlar gelirse, tabiî ki Allah’ın “hayat” kitabı
olan Kur’ân, “mehcûr” kalacaktır.
Sözün özü
Birileri “hakkı ve hakikati savunmaktan”, sadece ve
sadece kendi parti liderlerini, kendi partilerini, kendi cemaat ve tarikat
lider ve şeyhlerini, kendi mezhep ve meşreplerini, kalıplaşmış kendi ideolojik yapılarını
“körü körüne savunmak” olarak anlıyor ve algılıyor.
İşte toplumumuzun temel sorunu budur! Bu sorun, “Gordion’un kör düğümü” gibidir. Çözebilene aşk olsun!