Hakk yaratır, cilve olur

Yârin cilvesine yalnızca hakikî aşkın yuvasına sahip olan katlanır. Değilse yuva dağılır. Zaten ortada yuva yoktur, hiç olmamıştır. Türkiye, âşıkların son yuvasıdır. Bu yuvanın aşı duâ, suyu duâ, ısısı duâdır.

“KELEBEK etkisi” derler, bir böceğin kanat kıpırtısının bütün evrende yeni bir oluşu tetiklemesine… İnanmayanlar bunu kâinattaki enerji devinimine bağlarken, inananlar “Yer gök duâ ile” diye yorumlarlar.

Duâ, istemekten başka bir şey değildir. Biz isterken “Olsun!” deriz, O isterken “Ol!” der. Bizim cüz’î bir kuvvetle estirdiğimiz “Olsun!” nefesi ile O’nun küllî kuvvetle vuruşu hiç kıyas edilir mi? O küllî kuvvetin önünde her oluş sıraya girip hizaya geçerken, yine o kuvvetin önünü kim kesebilir, önüne ne geçebilir?

Mühendisin birinin herhangi cisimler silsilesini birbirinin hareketine entegre ederek kurduğu düzenek büyük hendese matematiği ister de kelebeğin kanadına rüzgâr doldurmak hiç mi maharet istemez?

Büyük tezler ve teorilerle dolduruyoruz ağızlarımızı; falanca filancadan korkuyormuş da feşmekâncayı yanına çekmeye çalışıyormuş. Yeni dünya düzeni kuruluyormuş da filancalar bilmem ne grubunu oluşturuyormuş ve falancalarsa bu grubun karşısına dikiliyormuş…

“Yer gök duâ ile” diyenlerin “Kaderin cilvesi” diye bağladığı motto, bu kurguların hiçbir yerinde kendisine alan bulamıyor. Ancak bu ne müthiş kader ki, cilvesini işve işve gösteriyor!

Karabağ’ın İşgali, Bosna Savaşı, Grozni’nin İşgali ve İkinci İntifada birbirine pek yakın, hattâ eş tarihlerde meydana gelen ve geçmiş bakiye hasebiyle bizi doğrudan ilgilendiren hâdiselerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu hâdiseler karşısında doğrudan irade gösteremiyordu. Düşünsenize, o dönemki Cumhurbaşkanınız, bu sahalarda sizin yardımınızı bekleyen mazlumları ve mağdurları Türkiye Cumhuriyeti yetkilisi olmak üzerinden yalnız bırakıyor, hattâ bu yetmişyormuş gibi oralarda yardım bekleyenleri karşı tarafa ihbar ediyordu…

Ancak devran döndü ve bu cilveyi en son 15 Temmuz’da öyle bir gördük ki… Cenâb-ı Hakk, bu milletin memleket aşkını o cilveyle imtihan etmiş, verdiği şehitlerin yüzüsuyu hürmetine bağışlamıştı. Bir de kapıdaki domuz yağını sildiğimizde hiçbir şey kalmayacaktı üzerimizde…

Ve son bir hamleyle “Aşk olsun!” niyazıyla bembeyaz bir sayfa “açarak” sunduk Sonsuzluğun Sahibine arzıhâlimizi, “Yaz beni, çiz beni, çöz beni!” dedik… Suriye, Irak, Libya, Kıbrıs, Akdeniz derken, Kafkas İslâm Ordusu’nun emeklerinin boşa gitmediğine, Şehit Nuri Killigil’i yâd ede ede millî teçhizatlarımızla vatan toprağına kavuşarak tanık olduk. O yüzden inandık şehitlerin ölmediklerine. Zira kelebekler sonsuza uçar ve kanat kıpırtılarını bırakırlardı artlarına…

Bunca iş güç arasında katil olmakla, ilk kanı dökmekle suçlandık. Sonra bir ölüm, cümle âleme hakikati gösterdi. Markar Esayan’ın vefâtı ile tüm dünya şâhit oldu Türklerin, Müslüman Türklerin kendilerinden başkalarını nasıl sahiplendiklerine. Bu da cilve değildi de neydi?

Bütün bunlar olurken, birileri bir tarafla, diğerleri bir başka tarafla iş tuttuğumuzu söylerken, Allah yine bizden olmayan birine, “Tek bağımsız strateji izleyen, o!” dedirtti…

Kaderin cilvesi işte, galiba bundan sonra reytingi sürekli yukarıda tuttukça, karşımıza böyle jestler çıkacak. Peki, buna muhkem bir âyet gibi iman mı edeceğiz? Türkiye’nin yaptığı hiçbir hamle, çırptığı hiçbir kanat, dudaklarında tek bir duâsı yok mu?

Olmaz mı? Zaten “Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah’ı var” diye terennüm ettikleri de bu değil mi? Zira O söylemiyor mu “Duânız olmasa neye yararsınız?” diye?

Bir tarafta bizi boykot edenler peydahlanıyor, diğer taraftansa açılan o boşluğu kapatmak üzere yeni bir hamle geliyor. Bu yüzden tez ve teori üretenler, son hamlenin nasıl geleceğini bilemiyorlar. Zira hatırlamıyorlar: Son gülen, iyi güler!

Yârin cilvesine yalnızca hakikî aşkın yuvasına sahip olan katlanır. Değilse yuva dağılır. Zaten ortada yuva yoktur, hiç olmamıştır. Türkiye, âşıkların son yuvasıdır. Bu yuvanın aşı duâ, suyu duâ, ısısı duâdır.

Duâlarda buluşmak ümidiyle…