Hakk’ı zikretmek teslimiyetin işaretidir

Zikir ile mümin, Allah’ın ve O’nun yüceliğini tekrar tekrar aklına getirir. Fakat onun bu hatırlayışı, yalnızca zihninde bir beliriş veya dilinde bir söz hâlinde kalmaz. Bu hatırlamanın ötesine geçer; dili ve kalbiyle yaptığı zikir bedenini kaplar, organlarda amel yani ibadet olarak ortaya çıkar.

“İŞTE bu (Kur’ân), Bizim indirdiğimiz bir zikirdir. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?” (Enbiya, 50)

“Hiç şüphesiz zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onun koruyucuları da gerçekten Biziz.” (Hicr, 9)

Bir meseleyi izah ederken, evvelemirde kelimelerin ıstılah ve nur cihetlerini bilmek, hakikatin teslim edilmesine vesile olacaktır. Zikir veya “zikr” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “bir şeyi telaffuz etme, istenen şeyin zihne döndürülmesi, hatırlama, anma, bildiğimiz şeyleri akılda sürekli tutma eylemidir”. Unutulmuş bir şeyin yeniden hatırlanması ya da hafızadakinin sürekli canlı tutulmasına da “zikir” denir. İnancımızla alâkası ise, Hazreti Peygamber’in muhatap olduğu İlâhî vahiy için kullanılan Kur’ân’ı ifade etmesindendir.

Kavram olarak zikir, Allah’ı anmak üzere söylenmesi ve yapılması tavsiye edilen, kavlî ve amelî eylemleri kapsayan davranışların tümüdür. Kur’ân’da bu kavramın anlamlarına baktığımız zaman “söylemek, bahsetmek, konuşmak, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, gereğini yapmakla birlikte hatıra getirmek” anlamları karşımıza çıkar. Yine bu cümleden olmak üzere kadrini bilmek, tefekkürle birlikte hatıra getirmek, mükâfatlandırmak, övmek, şükrünü eda etmek de söz konusudur.

Kul olarak tekbir getirmek, telbiye, dua ve yakarış, söz, kıssa, haber, kitap, kitap indirmek, Kur’ân, Kur’ân dışındaki İlâhî kitaplar, Peygamber, şan, şeref, şeref verici husus, nasihat ve düşünceye sevk eden husus, ikaz, delil, hatırlamaya (ibrete) sevk eden vaaz ve öğüt de zikirle birliktedir. İnanmanın sırrına varıp anlamak, anlatmak, besmele, bilmek, davet etmek, delil, görmek, ibadet etmek, ibret almak, iman etmek, itaat etmek, kulluk yapmak da, Levh-i Mahfuz, namaz kılmak, okumak, öğüt almak, söylemek, uyarı, vahiy ve yol göstermek de zikirdir.

Bu anlamların tümünü ihtiva eden zikir kavramının hiç de küçümsenmeyecek oranda geniş bir alana sahip olduğunu görmekteyiz. Namütenahi bir alana sahip olan zikir kavramının mânâsının maatteessüf günümüzde sahası daraltılmış ve sadece Allah’ın (cc) Adını dil ile anmakla sınırlandırılmıştır. Oysa ariflerin görüşüne göre zikir, insana sevap kazandıran her türlü amelin genel adıdır. Çünkü zikir, Allah’a itaattir. Bütün ibadetlerin özü ve aslı, Allah Teâlâ’yı hatırlamak ve O’na itaat etmektir.

Allah’a itaat, Kur’ân veya hadislerde yer alan birtakım güzel sözleri sadece söylemek veya tekrarlamak değil, ayrıca her halükârda Allah’a kulluk şuuru içerisinde bulunmak ve tam bir teslimiyet göstermek, her hâl ve şartta O’nun sürekli bizi gözetlediğini zihnimize yerleştirmektir.

Kur’ân-ı Kerim’de zikir kavramından türeyen birtakım kavram ve ifadeler yer almaktadır. Konuyu daha iyi anlayabilmek için bunlar hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmektedir. Kur’ân’da “zikre sahip olanlar”, “zikirle hemhâl olanlar” anlamında “ehlü’z-zikr” yani “zikir ehli” ifadesi geçmektedir. Bu ifadenin kendi bağlamından koparılarak belirli bir alana yani sadece dil ile zikredenlere hasredilmesi, kelimenin anlam çerçevesini daraltmak olur. Oysa konuyla ilgili ayet-i kerime şudur: “Ey Muhammed! Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz peygamberler gönderdik. Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” (Nahl, 43)

“Onun kalbi ve organları Allah’ı anmaktan hiçbir zaman uzak kalmaz. Kur’ân’daki ve evrendeki ayetleri Allah’a götürecek bir sebep ve vasıta olarak görür ve bundan dolayı da imanı artar.” (Enfâl, 2)

Müfessirler bu ayet-i kerimeye şöyle yorum getirmişlerdir:

“Dünya bir imtihan yeri, dünya hayatı da imtihandır. İnsanlar çeşitli imkân ve nimetleri kullanma, emirlere itaat, yasaklardan kaçınma, felâket, musibet ve kayıplar karşısında tercih edilen tutum ve davranışlar bakımından imtihan edilmektedirler. Sahabelerden bir kısmının savaş ganimeti konusundaki beklentileri, bu beklentiler gerçekleşmeyince takındıkları tavır, kâmil iman ve takva sahibi müminlere yakışmadığı, imtihanda eksik puan almaya sebep olabileceği için, ‘gerçek ve kâmil müminlerin sahip olmaları gereken nitelikler’ konusunda bir açıklamayı gerekli kılmıştır.

Burada gerçek müminlerin beş vasfı açıklanmış, arkasından da bunları gerçekleştiren ve imtihanı kazananların elde edecekleri sonuç ve ödüller bildirilmiştir: Kâmil mânâda mümin olanların imanlarıyla duyguları arasında bir etkileşim vardır; Allah’ı andıklarında, kendilerine Allah’tan söz edildiğinde heyecan duyarlar, gönüllerinde korku ile coşku karışımı duygular oluşur. Allah’ın ayetleri okundukça hem yeni bilgiler edinir ve bunlara da iman etmek suretiyle inançlarını nicelik yönünden arttırırlar, hem de her bir ayet, ihtiva ettiği incelik, güzellik, hikmet ve bilgiler sebebiyle Kur’ân’ın Allah’tan geldiğine delil teşkil ettiği için nitelik yönünden imanlarını güçlendirirler. Müminler de mal, mülk, evlât, eş dost edinirler fakat onların dayanıp güvendikleri bu fâni varlıklar değil, her şeyi yaratan ve mülkün gerçek sahibi olan Allah’tır. Namaz, Allah ile kurulan bağın gerçekleştiği en uygun ve en güzel vasıta olduğu için onu büyük bir özenle ifa etmeye çalışırlar. Allah’ın verdiği rızıktan kendileri yararlandıkları gibi, yakından uzağa doğru başkalarının da ondan yararlanmasına imkân verir; nafaka, zekât ve sadaka verme, vakıf kurma, ödünç verme ve kullandırma, ikram etme gibi malî vazife, yardım ve iyilikleri ihmâl etmezler.

İslâm düşünce tarihinde imanın artma ve eksilme kabul edip etmeyeceği konusu tartışılmıştır. İman terimine haklı olarak ‘tasdik’ (dini doğrulama, inanma) mânâsı veren Sünnî kelâmcılara göre tasdik, bölünmeye müsait olmadığı, inanılacak konularda belirlenmiş ve sınırlanmış bulunduğu için bunların nicelik yönünden artması veya eksilmesi mümkün değildir. Bu ayette olduğu gibi artma veya eksilmeden söz eden metinleri şu şekillerde yorumlamak ve anlamak gerekir: Dine toptan ve ilke olarak inananlar, ayetler geldikçe detayları öğrenir ve bunlara da inanarak imanlarını arttırırlar. İman üzerinde devam ve sebat etmek de süresi bakımından onun artması demektir. Mümin inancına göre yaşamaya devam ettikçe ibadetleri ve güzel davranışları, imanın gönüllerde ve zihinlerde hâsıl ettiği aydınlığı (nuru) arttırır.”


Tezekkür

Ayetteki “zikir ehli” ifadesi “Allah’ı ananlar, hatırlayanlar” mânâsına geldiği gibi, kendi bütünlüğü içerisinde yani bağlamında “önceden gönderilmiş İlâhî kitaplar, kitap gönderilen toplumlar ve geçmiş toplumların durumlarını bilen âlimler, Ehl-i Kitap, Ehl-i Kur’ân, Ehl-i Tevrat, ilim ve tahkik ehli âlimler” mânâlarına da gelmektedir. Fakat bu kavramı genel zeminde değerlendirdiğimizde ilim, irfan, yeterli seviyede Kur’ân ve İlâhî vahiy kültürüne sahip insaflı ve vicdanlı insanların tümünün söz konusu edilmesi mümkündür. Daha genel bir ifadeyle “zikir ehli”, gönderilen İlâhî mesajları bilen ve bunların ahkâmını hakkı ile eda eden kimseler, bilgi sahibi olanlar yani âlimler için kullanılmıştır.

Zikir kavramından türeyen kelimelerden birisi de “tezekkür”dür. Bu kelime, tıpkı zikir kavramında olduğu gibi iki eylemi ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, kalbimizin bildiğimiz şeylerden kaybettiklerini, unuttuklarını tekrar geri döndürmeye, hatırlamaya yönelik çabası; diğeri de unutulmamış olanların, öğrenilenlerin, bilinenlerin, duyulanların ve görülenlerin de iyice zihne yerleştirilmesidir. Yani geçmiş, şimdiki zaman ve istikbâle yönelik varlık ve olgulardan, gerçeklerden hareketle sağlam bir düşünce, inanç ve bilgi atmosferi oluşturabilmektir. Daha genel bir ifadeyle tezekkür, evrende bulunan tüm varlıklardaki sonsuz rahmet eserlerini ve sanat delillerini düşünerek kendi noksanını görmek ve Yüce Yaratıcı’nın kuvvet ve kudretini anlama yolunda çaba göstermektir.

Bir başka ifadeyle tezekkür, üzerinde düşünülen varlıkların türlerini, özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak “hakikati” anlama gayretidir. Kur’ân’da tezekkür ifadesi, tefekkür kavramında olduğu gibi varlığın hem maddî, hem de manevî boyutları hakkında kullanılmaktadır. Bir ayet-i kerimede, “Onlar ki, inanmışlar ve zikrullah ile kalpleri huzur ve doyum bulmuştur; dikkat edin, kalpler gerçekten de ancak zikrullah ile huzura erişir” (Ra’d, 28) buyurulur. Zikrullah, Kur’ân-ı Kerim’dir.

Ayetin siyak-sabakına (bağlamına) dikkat edildiğinde, Allah’ı zikretmekten maksadın Kur’ân olduğu düşünülebilir. Zira bir önceki ayette inkârcıların kabul etmedikleri şey Kur’ân’dı ve buna karşılık müminlerin gönüllerini huzura kavuşturan zikir de yine Kur’ân. Bununla birlikte, ayette konu edilen “zikrullah” teriminden dil veya kalp ile Allah’ın anılmasının kastedilmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Kalpleri Kur’ân ile doyuma ulaşmış olanlar, iman etmek için Allah’ın bir hatırlatması, özel bir bildirisi, en açık seçik tebliği olan Kur’ân’dan daha büyük, daha faydalı bir ayet veya mucize olamayacağını bilirler. Çünkü gönüller baştanbaşa “zikrullah” olan Kur’ân ile huzura erer, içsel sancılar şifa bulur, sükûna kavuşur ve yatışır.

Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hepsinin daha iyisi ve daha üstünü bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. O yönelişlerden hiçbiri o kişinin ruhunun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Doyuma ulaşmak ve lezzet almak için daha yükseğine ulaşmak ister. Bundan dolayıdır ki, Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, huzur ve mutluluğu tadamaz, kararsızlık ve doyumsuzluk içinde çırpınır. Geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısına düşer.

“Zikrullah” olarak nitelenen Kur’ân’a yapışmadıkça, sürekli olarak bu pişmanlık devam eder. Allah’ı zikretmek, Allah’ın hatırlatmasıyla, bildirmesiyle olur ki iki mertebe üzere tecelli eder: Birincisi, Allah’ın zikir işini, doğrudan doğruya kalplerde yaratmasıdır. Bu, fiilî bir hidayettir. İkincisi de Allah’ı hatırlatacak ayetlerle delilleri yaratması veya göndermesidir. Bu ayet ve deliller de iki kısımdır: Birincisi, peygamberlere verdiği kevnî mucizeler. Asâyı ejderha yapmak, ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltmek, gökten sofra indirmek, Ay’ı ikiye bölmek gibi duyularla idrak olunabilecek ayetler... Bunların etkisi, olayın meydana geldiği zaman ve orada bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından geçici ve sınırlıdır. Bunlar bütün insanların kalplerinin yatışmasına sebep bakımından değil, akılların Allah’ı zikretmeye sebep olması yönünden faydalı olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için düşündürücü olan aklî ayetler ve itikadî delillerdir. İşte Kur’ân, böyle bir Allah zikridir!

Kur’ân’ın düşünceye yaptığı telkinlerle Allah’ı zikretmeyen ve bununla tatmin olmayan kalplerin hiçbir ayet ve delille tatmin bulmasına imkân yoktur. Bunlar ebediyete kadar doyum ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp duracaklardır. Artık bunların kalpleri selim kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan olma özelliğini yitirmiş, çürümüş ve bozulmuştur. Onun için Kur’ân’ın düşündürücü ayetlerinden istifade edemezler. Allah zikri ile tatmin olmayan bu kâfirler, “yürekleri bomboş” (İbrahim, 43) ayeti gereğince boş heva ve heveslere kapılıp kalmış kalpsiz ve vicdansızdırlar.

Allah’a gereği gibi kul olma inancıyla hareket eden kişinin yaptığı her meşru iş ve söylediği her güzel söz, nerede ve ne zaman olursa olsun zikirdir, ibadet niteliğindedir. Bize Allah’ı hatırlatan, O’na davet eden her şahıs, ders, faaliyet, gayret, konuşma ve çalışma da zikirdir. Caddede yürürken dahi ahlâkî kurallara riayet eden, ticaretinde dürüst davranan, insanî ilişkilerinde kul hakkına riayet edenler zikir hâlindedirler ve onlar zikir ehlidirler. Çünkü zikri benimsemiş ve ona uygun olarak hareket etmişlerdir.

İnsan her durumda Allah’ı zikretmekle mükelleftir. Bir kulu, Allah’ı zikirden alıkoyacak hiçbir sebep olmamalıdır. Mümin rahatlık ve afiyette Allah’ı zikrettiği ve şükrettiği gibi, musibet, afet ve felâketler zamanında da Allah’a sığınmak, O’nun yardımını istemek mecburiyetindedir. Müminin bu sığınışı ve yapmakla Allah’ın rızasını kazanacağı her ameli zikirdir. Zikir, şükür kavramında olduğu gibi, hem dil, hem kalp, hem de bedenen (amelle) olmalıdır.

Dil ile zikir; Allah’ı isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih etmek, Kur’ân okumak, Kur’ân’ı dinlemek ve dua etmektir. Dil ile yapılan zikir, kalbi zikre yol açmalıdır.

Kalp ile zikir, bedenin zikrine yani amelî zikre zemin hazırlamalıdır. Amelî zikirden kastımız, Allah’ın yapmamızı istediği kulluk vazifeleri, ibadetlerdir. Kalp ile zikir, Allah’ı gönülden anmaktır. Bu da üç çeşittir: Allah’ın varlığına delilleri düşünüp O’nun isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (Allah’ın varlığına delil, başta Kur’ân ayetleri, kâinat); İlâhî hükümleri yani Allah’ın emir ve yasaklarını ve kulluk görevlerimizi ve bunlarla ilgili delilleri düşünmek (gönül ve vicdan muhasebesi yapmak); benliğimizdeki ve evrendeki varlıkları ve bunların sırlarını tefekkür ederek, her zerrenin yücelikler âlemine ve Allah’ı gereği gibi bilmeye götüren birer ayna olduğunu görmek, idrak etmektir. Böyle bir zikirden alınacak zevkin bir göz açıp kapamak kadar olan zamanı bile cihana değer. İşte bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer.

Ve bedenî zikir, vücudumuzdaki bütün organların, sorumlu oldukları vazife ile meşgul ve yasaklandıkları şeylerden de kaçınmalarıdır. Hem Allah, hem de insanlarla olan münasebetimizin dürüst ve samimî olması gerekir. Dolayısıyla yaptığımız her işi ibadet şuuru içerisinde yapmalı, aksi durumda hesaba çekileceğimiz endişesini taşımalıyız.

Zikir, dil ve beden ile yapılan kalbî bir uyanıklık içinde gerçekleştirilmelidir. Zira zikir, gaflet ve nisyanın yani unutmanın zıddıdır. Bu anlamda zikir, Allah’ı unutmamak yani hiçbir hâl ve şartta O’ndan gafil olmamaktır. Dolayısıyla gafleti gidermeyen zikir, hakikatte zikir değildir. Zikir, bütün kısımlarıyla birlikte kalple, ruhla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilidir. Zira yapılan ameller kalbi/ruhu müspet/menfî bir şekilde etkileyecektir. Çünkü insanın maddî ve manevî yönü arasında bir ilişki vardır. Bu ilişki sebebiyledir ki, ruhta meydana gelen bir eserin/eylemin bedene birtakım etkileri olur. Aynı şekilde, bedende birtakım fiil ve davranışın tekrarından da nefiste kuvvetli bir meleke meydana gelir. Ki bu da bedenden ruha çıkan eserler, etkilerdir. Bu yüzden insanda hüsn-i tefekküre engel olmayacak şekilde ve kendisine işittirecek kadar dil ile zikir yapıldığı zaman, bu dil ile yapılan zikirden dolayı hayâlde bir etki oluşur. Ve bundan ruha bir nur yükselir.

Sonra bu nurlar ruhtan dile, lisandan hayâle, hayâlden akla yansır. Karşılıklı aynalar gibi birbirini takviye ve biri diğerini geliştirerek kemâl noktasına eriştirir. Bunun mertebelerine son yoktur. Marifet yolculuğu, işte bu nihayetsiz deryada Hakk’ın isteğine doğru yürümektir. Allah’ı zikir için farz kılınan namazı gafletle edâ edenler kınanırken (Maun, 4-5), onu huşû içinde yerine getirenlerse övülmüştür (Müminûn, 1-2).

Sonuç

Kur’ân ayetlerine baktığımızda zikir kavramının oldukça geniş bir anlam ve tesir sahası mevcuttur. Burada gördüğümüz gibi “zikir” kavramı ile “zikrullah” terimi sadece dil veya kalple Allah’ı hatırlamak veya bazı zikir ifadelerini belirli sayılarda söylemek değildir. Zikretme ibadetini bu şekilde anlamak, Kur’ân’daki “zikir” ve “zikrullah” terimlerinin anlamını oldukça daraltmak olur. Niyetimiz Kur’ân ışığında, ariflerin de yol göstermesi ile ilmî ve dinî bir hakikatin ortaya çıkmasıdır. Dil ve kalp ile yapılan zikir de zikirdir ama bu, Kur’ân’ın zikir olarak nitelendirdiği eylemlerin bir kısmıdır, hepsi değildir.

Hakikate ulaşmak, cüz’î veya kısmî bakış açısıyla değil, bütüncül bakmakla mümkündür. Binaenaleyh namaz kılmak, namazda ve namaz dışında Kur’ân okumak, Kur’ân’da ve evrende mevcut ayetleri tefekkür ve tedebbür etmek, Allah’a itaat etmek, Kur’ân’ın hükümlerini öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşanmasına yardımcı olmak gibi dil, kalp ve bedenle yaptığımız ibadetlerin tümü zikirdir.

Kısaca her hâlimizde Allah’ı hatırlama ve hatırlatmaya yönelik olarak gerçekleştirdiğimiz bütün davranışlar, zikir kavramının anlam alanı içerisindedirler. Müminler inandıkları, her an tesbih ettikleri ve önünde kulluk yaptıkları Rablerini hiçbir zaman unutmaz ve O’ndan gafil olarak hareket etmezler. Yüce Allah’a karşı duydukları sevgi ve takva duygusu sürekli onların içindedir. Onlar devamlı bir şekilde Allah’ı zikrederler. Bu zikir (anma) sadece unutulan şeyin tekrar akla getirilmesi değil, bilakis sürekli kalpte ve benlikte olan Allah’ın varlığını tekrar hatırlamak, O’nun nimet verici olduğunu itiraf etmek, O’nun büyüklüğünü ve yüceliğini dile getirmek ve ibadeti yalnızca O’na yaptığını amelleriyle göstermektir.

Mümin, Kur’ân’daki âyetleri okudukça ve evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız ayeti gördükçe, onlardan haberdar oldukça Rabbini tekrar hatırlar: “Onun kalbi ve organları Allah’ı anmaktan hiçbir zaman uzak kalmaz. Kur’ân’daki ve evrendeki ayetleri, Allah’a götürecek bir sebep ve vasıta olarak görür ve bundan dolayı imanı artar.” (Enfâl, 2)

Zikir ile mümin, Allah’ın ve O’nun yüceliğini tekrar tekrar aklına getirir. Fakat onun bu hatırlayışı, yalnızca zihninde bir beliriş veya dilinde bir söz hâlinde kalmaz. Bu hatırlamanın ötesine geçer; dili ve kalbiyle yaptığı zikir bedenini kaplar, organlarda amel yani ibadet olarak ortaya çıkar. Sosyal hayatındaki tüm davranışlarını bu bilinç içerisinde yürütür. Vesselâm…