Hakikatte anne ve babanın değeri

Cenâb-ı Hakk, Hazreti Mûsâ’ya, “Sana Cennet’te komşu olacak kişi, falanca kasaptır” diye buyurur. Nebî bu duruma çok şaşırmıştır. Çünkü o, komşusunun başka bir peygamber veya ermiş bir zât olabileceğini düşünmüştür. “Acaba bu kişi, yapmış olduğu hangi amelinden dolayı bir peygambere komşu olmaya lâyık olmuş?” diyerek onu görmek üzere dükkânına gider.

BUGÜN güzel bir kıssa ile anne ve babanın değerini anlatarak başlamak kıymetli olacak. Bir aileden bahsedeceğim. Öyle şatafatlı, hâli keyfi yerinde bir aileden değil; gönüllerin bir olduğu, samîmiyetin yükseldiği bir aileden…

Bu ailenin evinde sabahları fazla ekmek olmuyormuş. Uyandığında aç kalmasın diye her sabah baba, oğluna 5 lira kâğıt para bırakır ve işine geçermiş. Bir gün baba ve oğul tartışmışlar. Hep iyi olacak değil ya… Babası oğluna, “Yarın sana para yok, ne hâlin varsa gör” deyince, oğlu, “Bırakma! Eğer bırakırsan parayı yırtarım” demiş. Ertesi sabah çocuk uyandığında, yanına bırakılmış beş tane madenî 1 lira bulmuş.

Aslında babaların samîmiyetlerini, nasıl gönülden olduklarını çok güzel özetler bu kıssa. Kızabilir, bağırabilir ama canından bir parçasını asla bir kenara itemez. Buna nefsi izin verse de yüreği asla izin vermez.

Anneler de aynıdır. Onların yürekleri güvercin kalbi gibi narindir. Evlâtlarının iyiliğini, onların her zaman güzel bir geleceğe adım atmalarını dilerler. Farklıdır anneler. Neşet Ertaş’ın bir sözü vardı ya hani “Ulu arıyorsan analar ulu/ Sevmişiz gönülden, olmuşuz kulu/ Analar insandır, biz insanoğlu” diye, öyledir aslında hakikatte olan.

Anne ve baba, “aile” kavramının iki önemli direğidir. Toplumumuzun en önemli parçası olan ailenin yüreği anneler, gönülleri de babalardır. Bize düşen, her ikisine de hürmet etmektir. Ana babaya hürmet, dinimizde farz, Kur’ân’da emredilen bir fazilettir: “Ana ve babaya ihsan edin. Onlara çok güzel ve tatlı söz söyleyin…”

Bu âyetiyle Allah, onların gönüllerini almamızı, her daim onların yanlarında olmamızı emretmiştir. Bir evlâdın peder ve vâlidesine göstermiş olduğu hürmet ve tazim, onların hizmet ve fedâkârlıklarına karşı bir vazîfe-i şükrandır. Peygamberimiz, “Anne, Cennet kapılarının orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı zayi et yahut onu koru” diyerek bizlere Cennet yolunda müjdelerini sunmuştur.

Ana babaya hürmet, cihat kadar sevabı olan bir hizmettir. Ashabdan biri, Peygamberimizin yanına gelip, “Ya Resûlullah, cihada gitmek istiyorum, ne buyurursunuz?” diye sorar. Allah Resûlü, “Anan, baban hayatta mı?” diye sorar. “Evet” cevabı üzerine Hazreti Peygamber, “Öyleyse ana babanın yanında dur ve onlara hizmet eyle! Cihada gitmiş kadar sevap alırsın” diye buyurmuşlardır.

Bir diğer örneğimizde de vâlidemizin üzerimizdeki hakkıyla ilgili: Ashaptan biri, “Ey Allah’ın Habîbi, kime ihsan edeyim?” diye sorunca, Peygamberimiz üç kez “Annene” dedikten sonra dördüncüsünde “Babana” diye buyurmuşlardır.

Şu iki kıssanın da önemle üzerinde durmak istiyorum:

Bir kadın, Peygamberimize gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü, kocam son anlarını yaşayan bir hastadır, şahâdet getiremiyor. Buna bir çâre buyurun da dilinin bağı çözülsün ve şahâdet kelimesini söylesin” der. Efendimiz de ona, “Eşinin sıhhatli zamandaki yaşantısı nasıldı? Müslümanlığın îcaplarını yerine getirir miydi?” diye sorar. Kadın, “Ey Allah’ın Habîbi, kocam Müslümanlığın îcaplarını yerine getirir ve dinin haram kıldığı şeylerden şiddetle kaçardı” dedi. Bu sefer Allah Resûlü, “O hâlde sen git, onun annesini Bana gönder” dedi.

Biraz sonra annesi huzura geldi. “Ey Allah’ın Resûlü, ben Alkame’nin annesiyim, beni çağırmışsın” dedi. Peygamberimiz ona, “Oğlun Alkame’den râzı mısın, sana karşı evlâtlık vazîfesini yerine getiriyor mu, yoksa sana karşı itaatsizlikte mi bulunuyordu?” diye sordu. Kadın biraz durakladı, durumundan oğluna karşı bir kırgınlığı olduğu belliydi. Daha sonra, “Ya Resûlullah, oğlum çok iyidir; bana karşı hürmet ve itaatte kusur etmedi, ancak evlendikten sonra, özellikle de son zamanlarda bana karşı davranışları çok değişti ve kalbimi kırdı. Bu bakımdan ona biraz dargınım” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ashabına odun toplayıp büyük bir ateş yakmalarını emrettiler. Kadın, “Ey Allah’ın Resûlü, niçin ateş yaktırıyorsunuz?” diye sordu. Resûl, “Oğlun Alkane’yi yakmak için” diye buyurdu.

Kadın, “Niçin onu yakmak istiyorsunuz Ya Resûlullah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Çünkü karısının sözü ve teşviki ile velî nîmeti olan anasını darıltanları Cenâb-ı Hakk, Cehennem’in şiddetli ateşi ile uzun müddet yakacaktır. Eğer sen Alkame’ye hakkını helâl etmezsen, o da aynı azâba duçar olacaktır. Bari onu burada yakayım da Cehennem’in o şiddetli azâbından kurtulsun” der.

Bunun üzerine evlâdına karşı şefkat ve merhametle dolu olan kadın, “Ya Resûlullah, ben oğlum Alkame’ye hakkımı helâl ediyorum, onun ne dünyada, ne de ahirette yanmasına gönlüm râzı olmaz” der. Kadının bu sözünden sonra Peygamberimiz, Hazreti Bilal ve Selman-ı Farisî’yi Alkame’nin evine göndererek onun dilinin çözülüp çözülmediğini öğrenmelerini istedi. Onlar da evinin önüne gelince Alkame’nin yüksek bir sesle kelime-i şahâdet getirdiğini işittiler.

Bu son kıssamızda da anneye yapılan eşsiz bir hizmetin mükâfatını ortaya koyan ibretli bir durumu sizlerle paylaşacağız:

Hazreti Mûsâ bir gün, Allah’a şöyle bir niyazda bulunur: “Allah’ım, Cennet’te sonsuzu kadar komşum olacak kimseyi çok merak ediyorum, bana onun kim olduğunu bildirir misin?”

Cenâb-ı Hakk, Hazreti Mûsâ’ya, “Sana Cennet’te komşu olacak kişi, falanca kasaptır” diye buyurur. Nebî bu duruma çok şaşırmıştır. Çünkü o, komşusunun başka bir peygamber veya ermiş bir zât olabileceğini düşünmüştür. “Acaba bu kişi, yapmış olduğu hangi amelinden dolayı bir peygambere komşu olmaya lâyık olmuş?” diyerek onu görmek üzere dükkânına gider.

Dükkânda orta yaşlı ve orta boylu bir adam vardır. Müşteriyle sohbet eden kasap, Hazreti Mûsâ içeri girince “Hoş geldiniz” der. Adamın tatlı dilli ve güler yüzlü oluşu nedeniyle Hazreti Mûsâ, kendi kendine “Acaba güler yüzlü ve tatlı dilli oluşu sebebiyle mi bana komşu olmayı hak etti?” diye düşünür. Kasap, eti tartarken hak geçmesin diye o kadar titiz davranır ki Nebî, bu defa “Çok adaletli olduğu için mi?” diye düşünür.

Hazreti Mûsâ’nın yabancı olduğunu öğrenen kasap, onu misafir etmek ister, o da adamın teklifini kabul eder. Akşam kasabın evine gelince, kasap, misafiri için çok güzel bir sofra hazırlar ve onu çok iyi bir şekilde ağırlar. Bu kez Nebî, cömertliğinden dolayı kendisine komşu olmayı hak ettiğini düşünür. Kasap, “Yapmam gereken bir işim var, birazdan dönerim” diyerek misafirinden müsaade alıp çıkar. Adam biraz sonra döndüğünde, Hazreti Mûsâ nereye niçin gittiğini sorar. O da, “Benim çok yaşlı bir annem var, babamın ölümünden sonra felç geçirdi. Ben, evleneceğim kimse belki onunla yeterince ilgilenemez düşüncesi ile evlenmedim. İşten döndükten sonra onun zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorum. Annem çok sakin bir kadındır, fazla konuşmaz, bir duâsı vardır, sürekli onu mırıldanır durur” der.

Nebî, “Annen nasıl duâ eder?” diye sorar. Misafirinin Mûsâ Peygamber olduğunu bilmeyen kasap, gülümseyerek şöyle der: “Olacak şey değil, ama annem, daima bana şöyle duâ eder: ‘Evlâdım, ben senden râzıyım, inşallah Cennet’te Hazreti Mûsâ’ya komşu olursun’… Ben kim, büyük bir peygambere komşu olmak kim?”

Bu manzara karşısında çok duygulanan Hazreti Mûsâ, “Allah, annenin duâsını kabul edecektir” der ve oradan ayrılır…

Rabbim bizlere de anne ve babamızın rızâlarını almayı nasip eylesin!