Hakîkatin kapıları

Hakikate ulaşmak, yalnızca aklın ve deneyin sınırlarıyla değil, kalbin derinliği, sezginin inceliği ve ahlâkî farkındalıkla mümkündür. Bilim aklın gözüyse, ilim kalbin idrakidir; hikmet ise bu ikisinin birleşiminden doğan bir iç aydınlanmadır. Varlıkları oldukları gibi kavramak, sadece fiziksel düzlemde değil, varlığın manevî, metafizik ve ruhanî katmanlarını da görmekle mümkündür. Bu nedenle hakîkatin peşinde olan insan, hem bilimsel yöntemin tarafsız bakışına, hem de olmanın derin iç yolculuğuna ve hikmetin ince sezgisine kulak vermelidir.

İNSANOĞLUNUN var edildiği andan itibaren en temel arayışı, hakîkate ulaşmak olmuştur. Bu arayış, bazen bir doğayı anlamak, bazen bir özlü söz ve bazen de insanın kendi iç dünyasındaki sorgulamada kendini gösterir. Olayların perde arkasındaki gerçek anlamı bulmak ve terkibi inşâ etmekte kelime, belâgat ve karîneler yetersiz kalabilir. Hakîkate aklî çıkarımlarla da yol alınabilmelidir. Olaylar arasındaki farkları ortaya koyarken kelime, bilim, ilim, kibir, bencillik, duy(g)ular ve nefs, insanı hakîkate taşıyan birer araç olduğu gibi engel de olabilir ve hakîkat perdelenebilir.  


İnsanın bildiği kelime sayısı arttıkça, bilim de derinleşip ilerledikçe, ilim kapıları çoğaldıkça ve duyular sınırlarını zorladıkça öğrenme kabiliyeti de artar. Bunlar ne kadar artarsa artsın en nihayetinde mutlak hakîkat kapısı hep kapalı olacaktır. Bu kapının çalınması ve içeri girilmesi gerekir. 


Düşüncenin lisana yansıyan en temel yapıtaşı kelimelerdir. Kelimeler zengin oldukça kullanıcı sahibi de güçlü ve kuvvetli olur. İnsanın zihin ve iç dünyasındaki kavramların dış dünyaya aktarım aracı olan kelimeler aynı zamanda hakîkatin de kapısını aralayan mancınıklardır. Her kelimenin anlamı birden fazla olabileceği gibi çok katmanlı da olabilir. Bu nedenle kelimelerin doğru ve en fazla donanımıyla yerli yerine oturması, hakîkate yol aralaması açısından önemlidir.


İlim sadece dış dünyanın bilgisiyle değil, aynı zamanda hikmet, sezgi, tefekkür ve ahlâkî sorumluluk gibi insanın iç hakîkatiyle de ilgilidir


Hakîkat, bir yerde çakılı kalabileceği gibi kelimeler aracılığıyla da aşikâr olabilir. İnsanlar fark etmedikçe, üzerinde düşünmedikçe ya da ona yaklaşmadıkça hakîkat gizli/ saklı kalır. İnsanlar kelimeler aracılığıyla ve doğru düşünme yoluyla bu sırra erişebilir. Bu yolculukta kelimeler, düşünce ve anlamın taşıyıcısı olarak, görünmeyen ya da sezilemeyen bir hakîkati başkalarının zihninde canlandırmaya, ona işaret etmeye imkân tanır. Özellikle edebiyat, felsefe ve kutsal metinlerde kelimeler sadece bilgi aktarmaz; aynı zamanda hakîkate kapı aralar ve hakîkatin görünür olmasını sağlayan köprüler kurar. Ne var ki, bu köprüden geçebilmek için kelimelerin derinliğini kavrayacak bir dikkat, bir anlam arayışı ve içsel bir yöneliş gerekir. Çünkü kelime, sadece ses değil, anlamın ve gerçeğin bir yansımasıdır.


Doğayı gözlemleyerek, ölçerek, deney yaparak anlamaya çalışarak sistematik bir şekilde bilgi üretmek, hakîkatin büyük denizlerinden birisidir. Bu yönüyle bilimin aracı olduğu fiziksel gerçekliği anlama ve açıklama gayreti merkeze alınır. Modern bilim gerçekte makro ve mikro dünyalara indikçe daha derin dehlizlere erişirken sadece üzerinde oynanabilen sayısal verilere hapsedilmiş bir bilim kısır döngüde kalacaktır. Mikro dünyalarda atoma pervane olan elektronun bütün halleri ile makro dünyada güneşe müptela olan ay, duran dalga formuyla aynı yolun yolcusu olduklarını insandan habersiz haykırmaya devam edecektir. 


Modern bilim, sadece matematiksel formüllere hapsedilmeyecek kadar geniş yelpazede sallanmaktadır. Bu kadar geniş yelpazeye nesnellik, evrensellik ve tekrarlanabilirlik göz önündedir.  Bu kadar açık bir sırrın görünmemesi ancak nefsin perdesiyle mümkündür ki ego kırbacını eline alıp nefse köpeklik etmiş demektir. 


Bu şartlar altında tekrarlanabilir derecede aşikâr olan gerçekler fiziksel doğayı anlamlandırırken metafizik ya da ahlâkî hakîkatleri açıklamakta sınırlı kalabilir. Doğa yasaları, maddenin hareketi, enerjinin dönüşümü gibi olgular bilimsel yöntemlerle anlamlandırılır; bu anlamda bilim, gözle görülür ve ölçülebilir gerçekleri aşikâr hâle getirir. Ancak insan varoluşunun derinliklerine, yani anlam, değer, amaç gibi metafizik ve ahlâkî sorulara yöneldiğinde, bu yöntem yetersiz kalabilir. Hayatın anlamı, iyinin ne olduğu ve gerçek adaletin ne olduğu gibi sorulara cevaplar için ilim ve ene devreye girer. Çünkü ilim sadece dış dünyanın bilgisiyle değil, aynı zamanda hikmet, sezgi, tefekkür ve ahlâkî sorumluluk gibi insanın iç hakîkatiyle de ilgilidir.


Bununla birlikte, dış ve iç bilgiyi taşıyan ve yorumlayan varlık olarak insanın benliğinin (ene/ego) sürece dâhil olması kaçınılmazdır. Ene, hem anlam arayışını başlatan bir öz bilinç, hem de bu hakîkatle yüzleşme cesaretini içinde taşıyan bir oktur. Eğer ene arınmış ve olgunlaşmışsa, ilmin rehberliğinde insanı sadece dış âleme değil, iç âleme de yöneltir. Böylece bilimle anlaşılamayan hakîkatler, ilim ve ene vasıtasıyla kavranmaya başlanır. Dolayısıyla bilim hakîkatin görünen kısmını açığa çıkarırken, ilim ve ene, hakîkatin derin, görünmeyen boyutlarına ulaşmak için zaruri hâle gelir.


Amel edilen, tatbike konulan her bilimsel çalışma, hakîkate yol açar


Bilmek, tam anlamıyla kavramak anlamındaki düşünceden türemiş olan ilim kelimesi, yalnızca nesnel bilgiyi değil aynı zamanda hikmet, anlam ve ahlâk kavramlarını da içerir. Bilim hakîkatin fiziki yönünü anlamaya çalışırken, ilim, hakîkatin ruhanî yönünü de anlamaya yönelik arayış içindedir. Bilim sorumluluk istemezken, ilim bilinenle amel etmeyi de gerektirir. Bu zorunlu bir hâldir. Zira amel edilen, tatbike konulan her bilimsel çalışma, hakîkate yol açar. 


Bilim ile ilmi keskin/ katı hatlarla ayırt etmek doğru değildir. Zira bir dönem metafizik olaylar olarak görünen durumlar şimdilerde fizik dünyasının konusu hâline gelmiştir. Sosyal medya, dijital veriler ve yapay zekâ gibi alanlar bunlara sadece birer örneklerdir. Bunun gibi yakın zamanda morfik rezonans, seslerin zekâsı, verilerin bilimi ve duyuların stratejisi gibi alanlar konuşulmaya başlanacaktır. 


Bilim, doğa yasalarını, maddenin yapısını ve evrenin düzenini açıklarken gözlem ve deneyin güvenilirliğine dayanır. Bu nedenle bilim, hakîkatin görünen yüzünü anlamlandırsa da yalnızca ölçülebilir olana odaklanır. Oysa insan, yalnızca maddeden ibaret değildir. Varlığın, insanın ve evrenin ardındaki derin anlamı, niyeti, amacı merak eder. İşte bu noktada ilim devreye girer. İlim, sadece fiziksel olgularla değil, aynı zamanda hakîkatin ruhanî yönüyle, yani görünmeyen ama hissedilen, sezilen, yaşanan tarafıyla ilgilenir.

Ahlâk, vicdan, hikmet, kalp bilgisi, anlam arayışı gibi alanlar, ilmin kapsamındadır. Bilimin sunduğu veriler, ilmin yönlendirdiği içsel bakışla derinleştiğinde, hakikat, hem dış dünyada hem iç âlemde tecelli eder. Böylece, bilim gözü açarken, ilim kalbi uyandırır. Hakîkatin bütünü, ancak bu iki bakış açısı birleştiğinde tamamlanabilir.


İnsanın dış dünyayla temas kurduğu ilk araç, duyulardır. Görme, işitme, dokunma, tatma ve koklama gibi duyular, dünyaya dair verileri sınırlı olacak şekilde zihne taşır. Bu sınırları aşmak gerektiği malumun ilanıdır. Bu nedenle bilginin büyük kısmı bu duyulara ve bunlara yardımcı olan duyu sınırlarını zorlayan teknolojik cihazlara dayanır.


Göz illüzyona, kulak yankıya ve duyular yanılabilir. Bu nedenle hakîkate ulaşmak için ilk pranga buradan gelir. Bu prangalardan kurtulmak ve hakîkate ulaşmak için sadece duyular yeterli değildir; akıl, sezgi ve iç gözlem de gereklidir. Günümüzde sadece “bilim” söylemiyle hareket etmek gerektiğini ifade edenlerin sıklıkla akıl, sezgi ve iç gözleme de müracaat ettikleri bir gerçektir. 




Kalp gözü açık olmayan bir kişi hakîkati tam olarak kavrayamaz; çünkü hakîkat sadece görülenle değil, hissedilen, sezilen ve yaşanılanla da ilgilidir. Bu bağlamda ilim, hikmetle birleştiğinde, yalnızca bilgi taşıyan değil, bilgiyi anlamlı, ahlâkî ve ruhsal bir düzlemde yoğuran bir bilgelik hâline gelir. Hikmet, bilginin insana neyi öğrettiğinden çok, onu nasıl dönüştürdüğüdür. Bu yönüyle hikmet, bilginin ruhudur.


Gurur, kibir ve bencillik bilimsel verilerin idrak edilmemiş hâllerinin bir yansımasıdır


Nefsi perdeleyip doğruya ışık tutan, insanın kendi bilimci ve sahibine itaat eden bir köpek hükmündeki ego/ benlik asıl insan olmanın yoluna revan olunandır. Tevazu, hakkaniyet, hilm, saygı, empati, fedakârlık ve cömertlik gibi erdemler “olma” yolunun göstergeleridir.  


Gurur, kibir ve bencillik bilimsel verilerin idrak edilmemiş hâllerinin bir yansımasıdır. Bu üç olumsuz duygu, insanın ene/ benlik yönünün aşırı büyümesiyle ortaya çıkar. Onların zıtları olan erdemler ise insanın benliğini terbiye edip hakîkate ve insanlığa daha açık hâle gelmesini sağlar. Bu yönüyle insan, varlık âleminin hem en zayıfı hem de en güçlüsüdür. Zayıftır çünkü acizdir, ölümlüdür, eksiktir. Güçlüdür çünkü bilimsel düşünebilir, hissedebilir ve anlam arayabilir. 


İnsanın kendini olduğundan büyük görmesi, sahip olduklarını mutlak başarı ve değer ölçüsü sanması bir gururun sonucudur. İnsan, bu hâl içinde kendini merkeze alır, varlığını yüceltir. Bu tür insan, hakîkati kendinden başkasında aramaz ve bir bataklık içindedir; çünkü zaten kendisiyle meşguldür. Tevazu ise gururun panzehiridir. Tevazu, insanın kendini küçük görmesi değil, haddini bilmesidir. Hakîkate açılan ilk kapı, kişinin kendi küçüklüğünü, sınırlılığını kabul etmesiyle aralanır.

İnsanın sadece kendini değil, başkalarını da değersiz görmesi bir kibir hâlidir. Kendini yüceltirken diğerlerini horlamak, onları hakîkatten uzak saymak kibrin alametidir. Bu hâl, şeytanî bir tavırdır. Felsefede kibir, epistemik kapalılık doğurur; yani kişi artık öğrenmeye ve değişmeye kapalıdır. Bu da gelişimi durdurur. Alçakgönüllülük, kibrin karşısında duran en yüksek erdemdir. Hakîkate ancak eğilen başlar ulaşabilir; çünkü bilgi ve hikmet, yüksek dağlara değil, alçak vadilere akar.

Yalnızca kendi çıkarını, kendi mutluluğunu ve kendi varlığını öncelemesi bencilliktir. Modern dünyada bu hâl, bireysellik adı altında yüceltilse de, aslında insanı topluluktan, ortak iyiden ve nihayetinde hakikatten koparan bir hastalıktır. Özde diğergamlık yani kendisi için istediğini kardeşi için de istemesi yatar. Diğergamlık, başkasının derdini kendi yüreğinde hissetmek; kendi nefsini değil, başkasının yükünü öncelemektir. Gerçek insanlık, bu merhametle başlar.

Flu kalmayan her bir nokta, hakîkate erişmek için birer kapı hükmündedir

Hakîkate erişmek, benliği aşarak ete kemiğe bürünüp, olunması gerektiği gibi adam görünmektir. İnsan, kendi iç engellerini aşmadan dış hakîkati göremez. İnsanın iç ve dış dünyada aradığı hakîkate, insanın düşüncesini dışa vurduğu ilk kelime ışıklarının gösterdiği noktadan, bilginin ham hâlinin sunulduğu duyulardan, doğayı anlamaya yardım eden bilimden, bilgiyi hikmete dönüştüren ilimden ve hakîkate ayna olan ene/ ego/ benlik ilkesinden yol alınarak gidilir. Bu minvalde, flu kalmayan her bir nokta, hakîkate erişmek için birer kapı hükmündedir.

Eylemsizlikten, dinamikten ve etki tepkiden oluşan bir makro dünya ile durağan dalgaların üst üste binmesinden hizaya geçmiş mikro bir âlem emredildiği gibi okunmayı bekleyen birer levhalardır. Bu levhalar istenildiği düzeyde okunarak hakîkat âlemlerine kapı aralanır. 


Hakîkat, dışarıda olduğu kadar içeride de aranır. Duyuların sağladığı bilgiyi bilim ile işlemek, bu bilgiyi ilim ile hikmete dönüştürmek, kelimelerle doğru anlamı kurmak ve benliği terbiye edip kendini tanımak gerekir.


Her bilim aynı zamanda ilimdir. Bu ikili, insanın hakîkati anlama çabasında önemli ve birbirini tamamlayan iki bilgi kaynağıdır. Gerçekte her ikisi de hakîkati kavramaya yöneliktir; ancak yöntemleri, kapsamları ve dayandıkları bağlamlar bakımından farklılık gösterir. Teknolojik kolaylıklar bilimin peşin ücretleridir. Özellikle fizik gibi pozitif bilimler, maddenin yapısını, evrenin düzenini ve doğa yasalarını anlamaya çalışırken, ölçülebilir olanın ardındaki işleyişi açığa çıkarmaya odaklanır. Fiziksel gerçeklik burada, zaman, enerji ve kütle üzerinden formülleştirilmiş bir düzlemde değerlendirilir. Ancak bu açıklamalar varlığın yalnızca görünen yüzünü aydınlatır.


Diğer yandan ilim, yalnızca dış âleme yönelik değil, aynı zamanda insanın iç dünyasına, ruhuna, anlam arayışına ve varoluşun derinliklerine dair sorulara da yönelir. Özellikle kalpte derin sezgiyle idrak etmek büyük bir kazanımdır. Kalp gözü açık olmayan bir kişi hakîkati tam olarak kavrayamaz; çünkü hakîkat sadece görülenle değil, hissedilen, sezilen ve yaşanılanla da ilgilidir. Bu bağlamda ilim, hikmetle birleştiğinde, yalnızca bilgi taşıyan değil, bilgiyi anlamlı, ahlâkî ve ruhsal bir düzlemde yoğuran bir bilgelik hâline gelir. Hikmet, bilginin insana neyi öğrettiğinden çok, onu nasıl dönüştürdüğüdür. Bu yönüyle hikmet, bilginin ruhudur.


Dolayısıyla, hakikate ulaşmak, yalnızca aklın ve deneyin sınırlarıyla değil, kalbin derinliği, sezginin inceliği ve ahlâkî farkındalıkla mümkündür. Bilim aklın gözüyse, ilim kalbin idrakidir; hikmet ise bu ikisinin birleşiminden doğan bir iç aydınlanmadır. Varlıkları oldukları gibi kavramak, sadece fiziksel düzlemde değil, varlığın manevî, metafizik ve ruhanî katmanlarını da görmekle mümkündür. Bu nedenle hakîkatin peşinde olan insan, hem bilimsel yöntemin tarafsız bakışına, hem de olmanın derin iç yolculuğuna ve hikmetin ince sezgisine kulak vermelidir. Böylece insan yalnızca evreni değil, kendini de tanımaya başlar, kendini bilir ve kalbin idraki ile iç aydınlanma yaşayarak hakîkati görür.