
İSTİŞÂRE, bir konuda
hayırlı bir karar alabilmek için edebine, gönül zenginliğine ve yüreğinin
güzelliğine inanılan aklıselim insanlarla fikir alışverişinde bulunmaktır. Yani
yapacağımız iş için, o işe ehil olanlara sormak, o kişilerin engin
tecrübelerinden yararlanmaktır istişâre.
İstişâre,
hakikatin vukuu bulması için mevcut şartlar ile en verimli kararı alma imkânı
verir. Tabiî bunun için de kapısını çaldığımız kişiler, aklıselim sahibi olmalıdırlar.
Aynı zamanda tecrübeli, yaptığı işin ehli ve tecrübeleri ile bizleri aydınlatan
kişiler olmalılar. Ulu sözü dinleyen, şüphesiz ulu dağları aşar. Lokman
Hekim’in güzel bir sözü vardır: “Yapacağın işi, daha önce bunu denemiş,
tecrübeli kimseye danış! Çünkü o, kendisine pahalıya mâl olmuş doğru görüşleri
sana bedava verir.” (1)
Kur’ân’da
da bu konuya hassasiyet gösterilmiştir. Bu konuyla ile ilgili iki yer
önemlidir. Âl-i İmran Sûresi’nde “İş hususunda onlarla müşavere et” diye
buyurulurken, Şûrâ Sûresi’nde de şu ayet öne çıkar: "Onların işleri,
aralarında istişâre iledir.”
Hazreti
Peygamber’e (sav) hitaben, “Yapacağın işlerde onlarla istişârede bulun” diye
buyuran Âl-i İmran Sûresi 159’uncu ayeti, Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olmuş ve
“onlar” ifadesiyle savaş sırasında mevzilerini bırakarak mağlubiyete sebebiyet
veren Uhud ehli kastedilmiştir. Bu hazin sonuç yaşansa da Efendimiz,
Uhud’da mağlubiyete sebep olmuş gibi görünenlere en ufak bir sitemde
bulunmamış, onlarla istişâre etmeye devam etmiştir.
Peki,
istişâre konusunda ehil olanı dinledik, tavsiyelerini, yol haritasını bir bir
aldıksa, kesinlikle bunlara uymalı mıyız? Hazreti Ebu Bekir döneminden bir
kıssa, bu konuyu gayet net bir şekilde aydınlatmıştır.
Hazreti
Ebu Bekir halife iken mürtedlerle savaşmaya karar verince, Hazreti Ömer istişâre
edilmesini teklif etti. Hazreti Ebu Bekir de ileri gelenlerle istişâre etti.
Müşavere heyetindekiler, çeşitli makul sebepler yüzünden savaşmayı uygun
görmediklerini belirttiler. Şayet savaşılırsa da askerlerin yarısının şehirde
kalıp şehrin emniyetini sağlamaları gerektiğini söylediler. Hazreti Ebu Bekir,
hepsini dinledikten sonra, “İstişare yapılmıştır. Savaşa karar veriyorum! Tek
kişi kalmadan, askerlerin hepsinin savaşa gitmesini emrediyorum” buyurmuştur.
Ashab-ı
Kiram, kendi görüşlerine aykırı karar alınmasına en ufak bir tepki göstermedi.
Çünkü istişâre sonunda bu karar verilmişti. Onun için idareciler, bizimle
görüşüp de bizim düşüncemize aykırı hareket ederlerse, tepki göstermemiz caiz
olmaz.
Emir
üzerine bütün ordu, savaş meydanında toplandı. Düşman ordusu, yerin göğün
askerlerle dolu olduğunu görünce, “Bunların en az yarısı da şehirde nöbet
bekliyordur” diyerek barış teklifinde bulunmaya, istenileni vermeye mecbur
kaldı. Böylece Hazreti Ebu Bekir’in basireti ve yüksek bir deha sahibi olduğu
bir kez daha meydana çıktı. Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik
bozulmadan, kâfirlere karşı savaşsız galibiyet kazanıldı. (2)
Efendimiz
zamanından istişâre ile ilgili misâller
Efendimiz
(sav), “Hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz” buyurur. Bu bir
benzetmedir. Kim olursa olsun, herkesin mutlaka bir sevk ve idare sorumluluğu
taşıdığına işaret eder. Nitekim hadîs-i şerifin devamında, imam veya emir “ümmetin”,
erkek “aile halkının”, kadın “evinin ve çocuklarının”, hizmetçi “efendisinin
malının” çobanı olarak örneklenir. Evet, hepimizin doğru yönetmekle mükellef
olduğu bir meşguliyet sahası vardır mutlaka. En azından vücut azalarımızın, duygularımızın,
kabiliyet veya imkânlarımızın doğru yönde kullanılmasından sorumluyuz. (3)
İstişâre
konusunda aldığımız kararda acele etmemeli, salih dostların “Bekleyin!”
demesinde de bir sabır hikmetinin gizli olduğunu unutmamalıyız. Bu hikmet
gizeminin bir örneğine de Efendimiz’in (sav) münafık Abdullah bin Übey ile
ilgili tutumunda şahit oluyoruz:
Abdullah
b. Übey, Hazreçlilerin reisidir. Medine’nin yönetimini ele almak üzere Yahudi
Nadiroğulları ile anlaşma sağladığı esnada Hicret vuku bulur ve hevesi
kursağında kalır. Ümit bağladığı Kureyş müşrikleri Bedir’de yenilince, Medine
yöneticiliği hayâli bir kere daha yıkılır. Fakat vazgeçmez. İslâm’a girdiğini
söyleyerek Müslümanları içeriden zayıflatmayı plânlar. Uhud’da adamlarıyla yarı
yoldan döner, Beni Kaynuka üzerine yürümek isteyen Resûlullah’ı, onların
Hazreçlilerle anlaşma yaptığı yalanıyla vazgeçirmek ister. Medine’yi terk
etmesi istenen Nadiroğullarına gizlice haber gönderip yerlerinde kalmalarını
söyler. Muhacirler aleyhine sağda solda çirkin sözler sarf edip iftira atar.
Tam bir fitne yumağı!
Bütün bunlar olurken, bazı Müslümanlar, özellikle de Hazreti Ömer ısrarla
Abdullah bin Übey’i öldürmek için izin ister. Onlara her defasında “Bekleyin!”
der Allah Resulü (sav).
Abdullah
bin Übey, tam bir münafık, kaba ve şirret bir adamsa da Hazreçlilerin reisidir.
Onun öldürülmesi, karizması ile peşine taktığı koca bir kabileyi İslâm’dan
uzaklaştırabilirdi. Hazreti Peygamber (sav) bir şeyi daha görmüştür: Yalanları,
iftiraları, hırsı ile Abdullah bin Übey, gittikçe itibar kaybetmektedir. Nihayet
İfk Hâdisesi’nde Hazreti Aişe Validemize iftira atanın bu adam olduğu anlaşılır
ve bu kadar alçalan bir adama artık kendi kabilesi de sahip çıkmaz.
Hazreçlilerin
bile yüzüne tükürdüğü bu münafığın ölmekten beter bir hâle düştüğünü gören
ashab, Resûlullah’ın “Bekleyin!” tavsiyesindeki hikmeti anlar böylece.
Efendimiz
bu konuya çok ehemmiyet vermiş, gerek toplumsal hayatta, gerekse de cihat
sırasında Ashab-ı Kiram ile istişâre ederek yol almıştır. Bedir Savaşı’nda
Mekke müşriklerinin geldiğini haber alan Peygamber Efendimiz (sav), bu konuda
ne gibi tedbir alınacağı hususunda ensar ile müşâvere etmiştir. Ayrıca
muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde,
Hudeybiye'de, Taif Seferi’nde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla
istişâre etmiştir. Bunun için Ebu Hureyre şöyle buyurmuştur: “Ben
Resûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmedim!”
Diğer
bir misâl şöyle:
Peygamber
Efendimiz, Bedir Savaşı’nda kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı
karargâh yapmak istedi. Bu sırada Ashabdan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize, “Ya
Resûlullah! Burayı bir vahiy ile mi seçtiniz, yoksa bu bir görüş, bir harp
taktiği midir?” diye sordu. Resulullah (sav), “Bu bir görüş ve harp
taktiğidir” buyurunca sahâbe, “O hâlde burası harp için uygun bir yer
değil! Orduyu buradan kaldırıp düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz
yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim ki düşman
istifade edemesin” dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber (sav), “Sen güzel
bir fikre işaret ettin” buyurdu ve o sahâbenin dediği şekilde hareket
etti. (4)
Efendimiz’in
(sav) istişâreye verdiği ehemmiyet için şu misâllere de bakabiliriz:
Bedir’de
savaş yapılmadan önce, Ebu Süfyan’ın kervanının yol değiştirip kaçtığı haberi
üzerine, Resûlullah sahâbeleriyle istişâre etmiş ve onlara savaşıp
savaşmayacaklarını sormuştu. Bu konuda Enes bin Malik şöyle anlatır:
“Ebu
Süfyan’ın yolda olduğu haberi Resûlullah’a ulaşınca, O, ashabı ile istişâre
etti. Ebu Bekir konuştu, Resûlullah ona aldırış etmedi. Sonra Ömer konuştu, ona
da aldırış etmedi. Bunun üzerine Sad bin Ubade ayağa kalktı ve şunları söyledi:
‘Ey Allah’ın Resûlü! Galiba bizim konuşmamızı istiyorsun. Hayatım kudret elinde
olan Allah’a yemin olsun ki, bu atlarla denize dalmamızı emretsen, şüphesiz
oraya dalarız.’ İşte bundan sonra Resûlullah hareket edilmesini emretti.
İnsanlar da hareket ettiler ve Bedir mevkiine vardılar.”
Resûlullah, İkinci Akabe bîatinde sadece Kendisini koruyacaklarına dair
ensardan bîat aldığından, Kureyşlilere karşı hücuma geçmek için yeniden ensarın
desteğini alma ihtiyacını hissetmiş ve bu maksatla onlarla istişâre etmiştir.
Resûlullah’ın
ibadetler hususunda istişâresi
Abdullah
bin Ömer, namaza nasıl çağırılacağı ile ilgili şöyle bir rivayette bulunmuştur:
“Resûlullah
sahabeleriyle namaza çağırmanın zorluğu hakkında işaret ettiğinde, sahabeler
O’na borazan çalınmasını hatırlattılar. Resûlullah, Yahudiler kullandıklarından
dolayı borazan çalınmasını hoş karşılamadı. Sahâbeler sonra Resûlullah’a çan
çalmayı zikrettiler. Bunu da Hıristiyanlar kullandıklarından dolayı hoş
görmedi. İşte o gecede, ensardan olan Abdullah bin Zeyd isimli bir sahâbeye
rüyasında ezan okunması gösterildi. Ömer bin Hattab da aynı rüyayı görmüştü.
Ensardan olan bu zât, geceleyin Resûlullah’a geldi; Resûlullah, Bilâl’e
emretti. Bilâl de ezanı okudu.” (5)
1) İ. Maverdi
2) Semerkand Dergisi, 144-3
3) Ali Yurtgezen, Müslümanın Ortak Aklı İstişare
4) Mehmet Kırkıncı
5) Genç Birikim Dergisi (Ekim 2013), M. Ali
Furkan