Hakikat yolu

İnsan ve tüm varlığın aslı ve hakikati Allah-u Teâlâ’dandır. İnsanın aslı da “Halik” olan Mevlâ’mızın yarattığı hilkat, fıtrat, tabiat ve tıynettir. Kişi kendi aslında Rabbinin Esmasının yansımalarını görünce, diğer kişi ve varlıklarda da aynı aslı görmeye başlar. Böylece onlara değer vermeye, hürmet etmeye mecbur olur.

İlim ve bilme

LÜGATLERDE “ilim”; “bir şeyi gerçek yönü ile kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikat), bir nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir sıfat”[i] şeklinde tarif edilmiştir. Aynı kökten türeyen “âlim, alîm, allâm ve allâme, ma’lûm, ma’lûmât, muallim, müteallim, muallem”[ii] kelimeleri de “bilgi” anlamıyla bağlantılı olarak kullanılmaktadır.

İlim sıfatı, hem Allah-u Teâlâ, hem de insan için kullanılmakla beraber, Allah-u Teâlâ’nın İlim Sıfatı, Zâtı ile kaim ve ezelîdir. İnsandaki ilim sıfatı ise cüz’î olup sonradan kazanılmıştır. Başka bir anlatımla, kesbîdir. Allah-u Teâlâ, İlim Sıfatı ile insan dâhil tüm varlıklara “ilmi” derç etmiştir. İnsan ise varlıklarda ve kendinde mündemiç olan ilmi Allah’ın ihsan ettiği akıl, ilim ve O’nun izni ile ortaya çıkarmaktadır. İlim adamları herhangi bir şeyi icat ettiklerinde böbürlenir ve gurura kapılırlar, hâlbuki mutlak mucit, Allah-u Teâlâ’dır. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Mektubat’ında belirttiği üzere, Allah-u Teâlâ’nın ilmi karşısında insan mutlak cehildir. İslâm düşünce tarihinde doğru bilgi, kesinlik bakımından üç kategoriye ayrılmıştır. “İlme’l-yakîn; salim akıl ve sahih naklin ifade ettiği bilgidir. Ayne’l-yakîn; duyularla ya da tecrübe ile elde edilen, bizzat müşahede edilen sonuçtur. Hakke’l-yakîn; kalp ile sezilip, bizzat duyulan ve basiret ile müşahede olunarak yaşanmak sûreti ile hâsıl olan bilgi mertebesidir. Bu bilgiye ulaşan kimselere ‘ehl-i marifet’ ve ‘ârif’ denir. Yakîn bilgi ise, ‘kesin bilgi’ anlamındadır. Başka bir ifade ile delil ve burhan ile elde edilen net bilgidir.”[iii]

Yukarda ilimle ilgili bilgiler verilmiş olup, ilimden kasıt “bilme”dir. Batı medeniyetinde ilim; güç, tahakküm ve egemenlik kurma aracı olarak öğrenilir ve hayata geçirilir. İslâm Medeniyeti’nde ise ilim, hakikati bilmek ve bu bilgiyi varoluş gayesine (ontolojik gaye), insanlığın maslahatına uygun olarak kullanmak için öğrenilir ve hayata geçirilir. İslâm Medeniyeti’nde ilmin insan fıtratına uygun olması temel esastır. Şayet bu bilgi bu maksatla kullanılmaz ise, başta insan olmak üzere tüm varlıklar için zülüm kaynağı hâline gelebilir. Misâl; nükleer bir tesis, elektrik üreteceği gibi nükleer bir silah üretmek sûretiyle de insanlığı yok edebilir.

Yûnus Emre Hazretleri’nin de belirttiği gibi, ilimden kasıt, kendini bilmektir. Zira “Kendini bilen, Rabbini bilir”. Rabbini bilen ise, O’nun emir ve nehiylerine uymak sûretiyle varoluş maksadına uygun yaşar ve tüm varlıklarla barışık olur. Böylece kaos yerine İlâhî nizâm hâkim olur.

“İlim yolculuğu, bilme yolculuğudur. İlim yolculuğu, hakikat yolunun başlangıcıdır. Bilme yolculuğu olmadan irfan ve hikmete ulaşılamaz. İşin başında mutlaka sahih bir ilim yolculuğu gerekmektedir.”[iv]

İlimden maksat, bilmektir. Bilmekten maksat, bulmaktır. Bulmaktan maksat, olmaktır.

İrfan ve bulma

Arapçada “bilmek” anlamına gelen iki temel fiil vardır: “Alime” ve “arefe”... “Arefe”, “irfan” kelimesinin köküdür. İsfahânî’ye göre “irfan”, bir şeyin izini ve etkilerini tefekkür ederek ve derin düşünerek o şeyi idrak etmektir. İrfanın bir anlamı da “tanımaktır”. Bu tanımlamadan hareketle ilim, bilmek ve tanımak, ayrı kavramlardır. Ancak, herhangi bir şey bilinmeden tanınamaz. Tanınmayan da bilinemez. Bu nedenle ilim ve irfan iç içedir.[v]

İlim, irfana götürmedikçe noksan, irfan ise ilme dayanmadıkça nâkıs kalır. “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” hadîs-i şerifinde mealen, “Kendini tanıyan Rabbini de tanır” düsturunda dikkat çekici bir yön vardır. Bu hadîs-i şerifte önce kişinin kendini tanıması, sonra Rabbini tanıması zikredilir. Başka bir ifadeyle, irfandaki seyir, kişinin kendisinden başlar ve Yaradan’a doğru gider.

İrfan aslında “ben”in tanınması ile başlar; sonra “sen”, en son “O” gelir. Yani irfan yolculuğu “ene”den “Hüve”ye veya “Hû”ya gitmektir”[vi]. İnsan ve tüm varlığın aslı ve hakikati Allah-u Teâlâ’dandır. İnsanın aslı da “Halik” olan Mevlâ’mızın yarattığı hilkat, fıtrat, tabiat ve tıynettir. Kişi kendi aslında Rabbinin Esmasının yansımalarını görünce, diğer kişi ve varlıklarda da aynı aslı görmeye başlar. Böylece onlara değer vermeye, hürmet etmeye mecbur olur.

İrfanın insandaki en önemli tezahürü, yüksek ve güzel ahlâka sahip olmasıdır. Yukarıda belirtildiği üzere, irfanın tarifi yapılmış olup, aslında irfan yolculuğu, bulma yolculuğudur. Tasavvufî literatüre göre, bulma yolculuğu bir nevi pişmektir, yanmaktır. Ham hâlden olgun hâle gelme sürecidir.

İlim bölümünde belirtildiği üzere, ilim sahibi olmak (bilmek) zaruri olmakla beraber, bu tek başına yeterli olmayıp, bulma aşamasına geçmek için bilgi ile amel etmek elzemdir. Bulmanın bir anlamı da bildiği ile amel etmektir. Kişi bildiği ile amel etmez ise, bulma gerçekleşemez. Bildiği ile amel etmeyenlerin durumu, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere, “kitap yüklü eşeğin hâline benzer”. İlimden (ilme’l-yakîn) maksat, bir şeyi bilmekten çok öte, bulmakla ilgilidir. Başka bir anlatımla, ilmin konusu olan şeyi, ayne’l-yakîn olarak tanımak ve idrak etmektir. İlim bahsinde belirtildiği gibi ilim kesbî, irfan ise vehbîdir.

Kişinin bilmesi ilim, bildikleri ile amel etmesi irfandır. Efendimiz (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Bildiği ile amel eden kimseye, Yüce Allah bilmediğini öğretir.”

Ayrıca Efendimiz (sav) bir duâsında, “faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır”. Hadîs-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere, her türlü ilim Allah için olmalı ve o ilimle amel etmeli ki kişi, bulma şuuruna ve irfana erişebilirsin.


Hikmet ve olma

“Hikmet”, tasavvufta genellikle “İlâhî sırların ve gerçeklerin bilgisi, varlıkların varoluş amaçlarının kavranması, sebeplerle bunların sonuçları arasındaki ilişkilerde İlâhî iradenin rolünün keşfedilmesi” anlamında kullanılır.[vii] Hakîm et-Tirmizî, hikmeti, “kalbin İlâhî sırlara vâkıf olması”, Ebû Osman Mağribî ise “hak olanı söylemek” şeklinde tarif etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde Allah-u Teâlâ’dan bahsedilirken tam hüküm ve hikmet sahibi olduğu” zikredilmiştir. İbni Manzur, hikmetin Allah-u Teâlâ’ya nispeti hâlinde, “en değerli varlıkları en üstün bilgi ile bilmek” mânâsına geldiğini belirtir.[viii]

Gazzâlî’nin hikmete verdiği gerçek anlam onun tasavvufî epistemolojisine yansır. Buna göre, insan ya beşerî yahut Rabbânî öğrenimle ilimleri tahsil edebilir. Hükemânın tefekkür yoluyla ortaya koyduğu nazarî ve amelî ilimler, bir kişiden öğrenilerek ve yeni birikimler ilâve edilerek nesilden nesle intikal eder. Rabbânî öğrenim ise ya vahiy yahut ilham yoluyla gerçekleşir. İlkine “nebevî”, ikincisine “ledünnî ilim” denir. Hikmetin ne olduğu ledünnî ilimle kavranabilir ve bu mertebeye ulaşmamış insana “hakîm” denemez. Çünkü Bakara Sûresi’nin 269’uncu âyetinde belirtildiği gibi hikmet, Allah’ın bağışlarındandır. Şu hâlde, Gazzâlî için hikmetin gerçek anlamı, “ledünnî ilim”dir.[ix]

Kınalızâde Ali Efendi de İslâm ahlâk felsefesi geleneğine uyarak hikmeti adâlet, iffet ve şecaatla birlikte dört ana faziletten biri olarak ele alan ve “nazarî kuvvetin itidâli” şeklinde tanımlayan düşünürlerdendir. Kınalızâde’nin genel hikmet tanımı ise, şöyledir; “Hikmet, mevcûdât-ı hâriciyyeyi nefsü’l-emrde ne halde ise, ol hal üzere bilmektir; velâkin tâkat-ı beşeriyye vefâ ettikçe ve kudret-i insâniyyede mümkün olduğu mikdar.” Bu tanımda amelin yer almadığını özellikle belirten Kınalızâde, bazı filozofların, kapsamını ameli de içine alacak şekilde genişletip hikmeti “insan zihninin ilim ve amelle donanıp her iki alanda da istenilen yetkinliğe ulaşması” şeklinde tanımladığını belirtmektedir. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin “hikmet, varlığın mahiyetini bilmektir” şeklindeki tanımını da aktardıktan sonra Kınalızâde, hâricî varlıkları yani zihnin dışında var olanları güç ve iradeden bağımsız olup olmamalarına göre ikiye ayırmakta, bağımsız olanları konu edinmiş felsefî ilimleri “hikmet-i nazariyye”, bağımlı olanları “hikmet-i ameliyye” olarak adlandırmakta, böylece felsefedeki teorik-pratik ayırımını tekrarlamış olmaktadır. [x]

İbnü’l-Arabî’ye göre hikmet, her şeye hakkını vermeyi, her şeyi yerli yerine koymayı sağlar. Mutlak anlamda hakîm, her şeye yaratılışını veren Allah’tır (Tâ-Hâ, 50). O, yarattığı şeyi en iyi bilen olduğuna göre, her şeyi gerektiği gibi düzene de koymuştur. Kul ise, eşyadaki İlâhî hikmetin farkına vardıkça, bu bilginin hükmü altına girerek bilgelik yolunda ilerler. Hikmetin amelî yönü, onu yalnızca teorik bir bilgiden ibaret olmaktan çıkardığı gibi, hükmedici yönü de malûma tâbi olan ilmin aksine, hikmetin sâbit ve etkin özelliğini ortaya koyar.[xi]

Erzurumlu İbrahim Hakkı, tasavvufî çizgiyi takip ederek hikmeti; velîlere has, kaynağı İlâhî ilham olan, öğretimle kazanılmayıp riyâzetle elde edilen bir bilgi sayar. “İlm-i hâl, ilm-i irfan, ilm-i aşk, ilm-i bâtın, ilm-i ledün, ilm-i sudûr, ilm-i kulûb” adlarıyla da anılan ve esasen Allah’ı bilmekten ibaret bulunan hikmet, gerçek bilgidir. Bu hikmete sahip olan kimse, “hakîm-i ilâhî” adıyla anılır. Velîlere has bir lûtuf olan İlâhî hikmet, kalplere tesiri bakımından ilimden üstün olduğu için hakîm-i ilâhî, ulemâdan daha şereflidir (Mârifetnâme, s. 429-432, 457-458).

Maturidî, hikmeti “tam uygunluk” (isabet) olarak tanımlar. Hikmet, gizli menfaat ve maslahatlar hakkında Allah’ın özel bilgisidir (İbnü’l-Vezîr, s. 181). Başka bir ifadeyle, en değerli şeyleri en iyi şekilde bilmektir. En faziletli ve yüce varlık Allah olduğundan, O’ndan başka hiçbir varlık, nesnelerin künhünü ve bütün yönlerini bilemez, dolayısıyla gerçek Hakîm O’dur.

Eş’arîlerin genel tarifine göre fiilde hikmet, o fiilin failinin amacına uygun olarak gerçekleşmesi, sefeh ise bunun hilâfına vuku bulmasıdır (İbn Fûrek, s. 97; Bağdâdî, el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, vr. 92b-93a).[xii]

İbn Manzur, hikmetin özellikle Allah’a nisbeti hâlinde “en değerli varlıkları en üstün bilgiyle bilmek” mânâsına geldiğini belirtir. 

Taberî, hikmet için şöyle demektedir: “Hikmet, hak ve bâtılın arasını ayırıcı özelliği ile hükümden alınmıştır. Yine müfessire göre hikmet, nübüvvetin bir cüz’üdür. Buradan da anlaşılacağı üzere, kemâlâtın zirvesinde olan birinci derecede peygamberler, sonra o peygamberlere tâbi olan velî kullar, Rabbi’l-Âlemin’in izni ile İlâhî sırlara ve eşyanın hakikatine vâkıf olabilirler. Bu vukufiyet olmadır, kemâlâttır. Bu bilgi kaynağı ağırlıklı olarak ledünnîdir. Bunun en önemli örneği, Kur’ân-ı Kerîm’de Mûsâ (as) ile Hızır (as) kısasıdır. Bu kıssa, İlâhî sırlara vukufiyet, başka bir ifadeyle eşyanın hakikatini ve perde arkasını görme ile alâkalı en önemli beyandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip etmişse, doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur. Ancak akıl sahibi düşünüp ibret alır” (Bakara, 269) hükmü yer almaktadır. Yine Kur’ân’da birçok âyetin sonunda Allah-u Teâlâ’nın “tam hüküm ve hikmet sahibi” olduğu zikredilir.

Olma, ilim derecelerinden “hakke’l-yakîn” mukabilidir. Bilginin zirvesidir. Hakikati her veçheden kuşatmaktır. İlâhî kaynaklıdır ve nübüvvet esaslıdır.

İlim (bilme), irfan (bulma) ve hikmet (olma), birbirinden ayrı kavramlar olmayıp, birbirini tamamlayan ve yerine göre iç içe geçen kavramlardır. İlimden maksat, bilmektir. Bilmekten maksat, bulmaktır. Bulmaktan maksat, olmaktır. Son hedef olan “olmak” ise, “insan-ı kâmil” hedefine ulaşmaktır. İslâm Medeniyeti’nde ilim, ibâdet ve taâtin bütün gayesi, güzel ahlâkla donanmaktır. Günümüzde elde edilen bilgi, kuru ve salt bir bilgi olup, bu konuda objenin niceliği ve mahiyetinin hiçbir önemi yoktur. Kavramların içinin boşaltılması, tabiata müdahale edilmesi (tahrip edilmesi), bilme biçimlerinin epistemolojine aykırı davranmayı hedeflemektedir. İslâm Medeniyeti’nde ise ilimden (bilmekten) gaye, önce kendini bilmek, kendini bilme eyleminden sonra Rabbini bilmek, sonra elde ettiği ilmi (bilgiyi) kuvveden fiile geçirmek (bulma, irfan) son aşamada ise bildiği ile amel etmenin mükâfatı olarak bilmediği şeyleri de bilmek (olma, hikmet) şeklinde tezahür eder.

İnsanlık tarih boyunca hakikate ulaşmak için didinip durmuştur. İlim, irfan ve hikmete ulaşan kişi, son merhalede hakikate ulaşır. Böylece “hakke’l-yakîn” bilgiyi elde eder ve Efendimiz’in (sav) “Ya Rabbi, Bana eşyanın hakikatini göster!” duâsına mazhar olur. [xiii]

 

Kaynakça

https://www.ilimvemedeniyet.com/

http//www.semerkanddergisi.com

http//www.islamansiklepodisi.org.tr

https://dilhane.net/

http://semerkanddergisi.com/irfan-nedir/

https://www.google.com.tr/amp/s/www.ilimvemedeniyet.com/hikmet-nedir.html/amp

http//www.sabah.com.tr

Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi



[i] http//www.islamansiklepodisi.org.tr

[ii] http//www.islamansiklepodisi.org.tr

[iii] Koca, Ferhat, Hikmet Nedir? , (14 Kasım 2018)  https://www.ilimvemedeniyet.com/

[iv] Para, Hasna, Yusuf Kaplan İle Hasbihal,  https://dilhane.net/

[v] Pamirli, Atilla, İrfan Nedir? ,http://semerkanddergisi.com/irfan-nedir/

[vi]Pamirli, Atilla, İrfan Nedir? ,  http//www.semerkanddergisi.com

[vii] Koca, Ferhat, Hikmet Nedir? , (14 Kasım 2018), https://www.google.com.tr/amp/s/www.ilimvemedeniyet.com/hikmet-nedir.html/amp

[viii]Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Hikmet Nedir sabah.com.tr

[ix] Hikmet nedir? ,  http//www.sabah.com.tr

[x] Ahlâk-ı Alâî, I, 8-12, 54. http//www.sabah.com.tr, Hikmet nedir?

[xi]Hikmet nedir? ,  http//www.sabah.com.tr

[xii] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Hikmet Nedir sabah.com.tr

[xiii] Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi