
HAKİKAT, az da olsa ömre şifa, kalbe mayadır; gayrısı çok da
olsa gönle viranedir.
Bir şey gelmiyor efendim elimden. Duygusuyla hareket etmek... Neye karşı? Kime karşı? Hangi duruma karşı? Kapatalım bu bahsi... İyi de, daha
bir şey demedim ki! Olsun, yine de konuşmayalım. Konuşmak yoruyor beni. Susunca
yangına ne taşıyoruz? Su mu, odun mu? Ağzımızı hayra açalım desek... Biraz
konuşabilir miyiz? Mümkün değil.
“Kapılıp gitmek, çağa ayak uydurmak” diyor şimdilerde bazıları. Kaçınılmaz
durum, kaçınılmaz gürültü, kaçınılmaz kalabalık, kaçınılmaz zaman…
Zaman, hangi zaman? Modern zamana karşı yalnız
kalmayalım. Kopmayalım güçlü kalabalıklardan; kalp damarları çok sigaradan
tıkalı gürültülerden. Tiryakidir burada akşamlar. Zaman eritir bizi sonra. Ne
olur hâlimiz? İyi olur efendim, iyi olur. Varlığımız erir. Varlığımız erirse
yeni bir yaşama başlarız belki. Yenilik mi? O da bize lazım değil efendim!
Zaman, hangi zaman? Yeni olmayan bir şey mi kaldı? Bizim her şeyimiz yeni değil
mi? Hangi biz? Biz kaldı mı ki sahi? Sahi derken, ne kadar güçlü kelâmın
omuzları? Olsun, öyle deme yine de! Onun da üstüne bir deri giydiririz. O da
aslını unutur o vakit.
Vakit mi? Hangi vakit? Saat kaç ki? Saati bilmiyorum ama vakit çok geç!
Dönülmez akşamın ufkundayız!
Şimdi her şey akşamla başlıyor, geceyle bitiyor. Sabah
bile akşamdan sonra geldiğinden muteber. O kadar aşinayız ki karanlık sokaklara…
Sabahın adı sadece dudaklarda bir çay… Bir çay, bir simit... Gün üstümüze neden
dönüyor sırtını? Boynu bükük bir koca gün. Bükülmüş kalmış. Alışkanlık efendim,
aman incitmeyelim! Kolay mı kazanılıyor bizde alışkanlık? Sonra ne deriz eşe
dosta? Herkesin bir düzeni var, öyle ya... Tersine mi dönüyor dünya? Fezaya mı
çıktık ki acaba? Bilmem ki... Biri uzay çağı gibi bir şey demişti en son. Uzay
mı? Çağa zeval vermesin, ne yaparız sonra(!)?
Bir fezaya, bir küreye yükleniyor suçlar. Suçların ne
günahı var?! O da bir varlık kapmaca oyununda yerini sağlam kılma derdinde.
Belki bizden daha hesapsız. Belki bizden daha kurgusuz. Belki bize benzedi o
da. Sadece var olmak, ayakta kalabilmek türküsünü yaktığımızdan beri… “Ayakta
kalmak” dediler, anlamını mecazdan saydılar.
Oturup dinlenmek mi? Vaktimiz var’mola?
Molayı da bıraktık bir gece yolculuğunda. Zaten hep
karanlık yolculuklar. Zaten oturacak yer de kalmamış. Bir başkasına satmış
biletimizi muavin efendi, sağ olsun! Olsun, ayakta kalmamız lazım. Durup dinlenmek
yakışmaz bize(!). Davetiyeler küser bize. Pahalı, paspartulu, kimi ahşap
dekoratif... Kimi yüksek puntolu, kimi yeni teknoloji… Bunca emek verilmiş,
belli. Olsun yine de... Yoğunluğumuzdan dolayı katılamıyoruz. Çünkü çalışmamız,
ayakta kalmamız lazım. Hem gitsek yer bulur muyuz? Ya ayakta kalırsak(!)? Ya
önde yer bulamazsak? Tabiî malûm bizim de bir itibarımız var, değil mi? Hem daha
çok yolumuz var. Yorulma lüksümüz hiç yok.
En iyisi kapamak kapılarını gözlerin. Acıya “Dur!” derken
bile gözlerimiz... Evet, kendinden kapalı… Pencereler ve kapılar… Hep içeriden
kapalı onlar. Ama dıştan kilitli bir eda var bakışlarımızda, o ne? Bakışlarımız,
evet onlar... Onlar da başkasından mütevellit. Bizim suçumuz olabilir mi hiç?
Çocukken çok güzelmiş gözlerimiz, hem renkliymiş. Ne olmuş, bilmiyoruz. Ne
olduysa olmuş, olmuş mukallit bakışlarımız. Bir açsalar kapımızı penceremizi,
bir bıraksalar bizi bize; cızırdasa da bir ayağı, saklanmış sandalyemizi bir verseler…
“Ayak” derken, hep ayak diredik özümüze karşı. Hep son
ayakta kaybettik biz yarışı. “Yarış” dediklerinde ise unuttuk yaşamayı. Kaybettik
kendimizi. Çok defa bulmuşuz gibi(!)… Hani ata mirasından gelenler vardı? Hani
kadimdi bazı değerler? Hani çoğu şey özünde “kardeş”, sadece dışında “kendi”
idi? Emek vermeyince demek ki onu da harcamışız. Mal mülk kadar bile olmadan…
Olamadan bir kıymeti... Paha bile biçilmeden… Dağıtmışız sahibinin hayrına. Hazır
para çabuk yenirmiş ya, işte öyle! Noterden tasdikli evrakı olmayınca mirastan
bile sayılmamış. Ah mirasçılar! “Miras” dediler mirasyediler, hak yediler. Gel
ki, hepsi kalmış resimlerde. Hatıra fotoğrafları var ya, hatır kırmanın, unutulmuş
gibi yapmanın kanıtları! Parmaklar bastırılmış ama parmak izi unutulmuş
kanıtlar. Kanıt mı? Var mı ona ihtiyaç? Var mı insan kalbine bir üstün
teknoloji?
Teknolojik güzellik döndürmüş başımızı. Güzel, “Ben
buradayım!” dese de kim bakar? Herkes kendi güzelinin derdinde. Herkesin “göz
göz olmuş yüreği” ama yine “yüreğinin derdinden”. Kötü ne ki? O bizim buralara
uğramaz ki zaten. Uğramaz, doğru! Radarda görünmeyen casus uçaklar vardır. Kötü
de öyle. Radarı iyi açmayınca kötü alabildiğine gizlenir dünyamıza. Suret-i
haktan görünür. Öyle görünür ki güzeli/iyiyi kıskandırır(!).
İyi ise, ne kadar gizlesen de o kadar güzelliğe işaret
eder. Taşın arasından çıkan çiçek gibi… Bak, şimdi bu olmadı! Güzellik iyi
gelmez ki bir türlü bize. Kötünün yapaylığına, basitliğine rağmen iyinin ve
güzelin doğallığı ve içtenliği hep elimizin tersiyle itilmez mi? Onunla hakikî
bir tanışma ve elimizin iç kısmıyla hakikî bir tokalaşma bir türlü
gerçekleşmez. Zira biliriz ki, ihtiyacımız olduğunda orada bir iyi vardır. Hem
belki onu da kendi emellerimize uydurup yoldaşımız, can dostumuz olan
malûmat-fürûşluğumuz için kullanırız. Ya tozlanmış elbisemizin cebine çiçek ya
da katılaşmış kalbimizin üstüne perde eyleriz.
Bu kadar kolay “Kalp” dememeliyiz azizim, biliyorum!
Bilmek mi? “Ne biliyorsun?” desene güzel dostum! Desene “Kalp mânâ ile ayakta
kalır!”. Desene “İçinde mânânın ruhu olmayan kalp hastadır!”. Mânânın
hakikiliği yüreğe hakikî bir kıvılcımla düşünce, miktarı az dahi olsa onu mayalayarak
ayağa kaldırır. Ancak mânâsını ve rotasını yitirmiş modern dünya düzeninin
hakikatten uzak unsurları, kalbi virane edecek donanıma sahip yapısıyla zamanla
onun damarlarını tıkayarak bizi gizli/aşikâr krizlere maruz bırakabilir.
Hâl böyle iken farkındalık nerede?
Sahip olduğumuz değil de bize ikram buyurulan güzelliklere
bir bakalım. Meselâ baksak ki yeşilbaşlı gövel ördek, geçerken bizim mahalleye
gelmiş, “Ahvâl bu iken bir anlık da olsa benim güzelliğime konmuş değil de benim
bataklığıma teşrif etmiş” dediğimizde umudun suyunu ömrümüzün değirmenine
taşımaya başlamış olacağız. Taşıma su ile değirmen döner mi? Evet, dönmez; ama
bahar yağmuru coşup gelene dek, benlik dağının karı eriyene dek çarkımıza modern
çağın pasının bulaşmasını -bir nebze de olsa- önlemiş olur.
Hakikat, az da olsa ömre şifa, kalbe mayadır; gayrısı çok da olsa gönle viranedir...