Hakikat: Ömre şifa, kalbe maya

Bir başkasına satmış biletimizi muavin efendi, sağ olsun! Olsun, ayakta kalmamız lazım. Durup dinlenmek yakışmaz bize(!). Davetiyeler küser bize. Pahalı, paspartulu, kimi ahşap dekoratif... Kimi yüksek puntolu, kimi yeni teknoloji… Bunca emek verilmiş, belli. Olsun yine de... Yoğunluğumuzdan dolayı katılamıyoruz. Çünkü çalışmamız, ayakta kalmamız lazım. Hem gitsek yer bulur muyuz? Ya ayakta kalırsak(!)?

HAKİKAT, az da olsa ömre şifa, kalbe mayadır; gayrısı çok da olsa gönle viranedir.

Bir şey gelmiyor efendim elimden. Duygusuyla hareket etmek... Neye karşı? Kime karşı? Hangi duruma karşı? Kapatalım bu bahsi... İyi de, daha bir şey demedim ki! Olsun, yine de konuşmayalım. Konuşmak yoruyor beni. Susunca yangına ne taşıyoruz? Su mu, odun mu? Ağzımızı hayra açalım desek... Biraz konuşabilir miyiz? Mümkün değil.

“Kapılıp gitmek, çağa ayak uydurmak” diyor şimdilerde bazıları. Kaçınılmaz durum, kaçınılmaz gürültü, kaçınılmaz kalabalık, kaçınılmaz zaman…

Zaman, hangi zaman? Modern zamana karşı yalnız kalmayalım. Kopmayalım güçlü kalabalıklardan; kalp damarları çok sigaradan tıkalı gürültülerden. Tiryakidir burada akşamlar. Zaman eritir bizi sonra. Ne olur hâlimiz? İyi olur efendim, iyi olur. Varlığımız erir. Varlığımız erirse yeni bir yaşama başlarız belki. Yenilik mi? O da bize lazım değil efendim! Zaman, hangi zaman? Yeni olmayan bir şey mi kaldı? Bizim her şeyimiz yeni değil mi? Hangi biz? Biz kaldı mı ki sahi? Sahi derken, ne kadar güçlü kelâmın omuzları? Olsun, öyle deme yine de! Onun da üstüne bir deri giydiririz. O da aslını unutur o vakit.

Vakit mi? Hangi vakit? Saat kaç ki? Saati bilmiyorum ama vakit çok geç! Dönülmez akşamın ufkundayız!

Şimdi her şey akşamla başlıyor, geceyle bitiyor. Sabah bile akşamdan sonra geldiğinden muteber. O kadar aşinayız ki karanlık sokaklara… Sabahın adı sadece dudaklarda bir çay… Bir çay, bir simit... Gün üstümüze neden dönüyor sırtını? Boynu bükük bir koca gün. Bükülmüş kalmış. Alışkanlık efendim, aman incitmeyelim! Kolay mı kazanılıyor bizde alışkanlık? Sonra ne deriz eşe dosta? Herkesin bir düzeni var, öyle ya... Tersine mi dönüyor dünya? Fezaya mı çıktık ki acaba? Bilmem ki... Biri uzay çağı gibi bir şey demişti en son. Uzay mı? Çağa zeval vermesin, ne yaparız sonra(!)?

Bir fezaya, bir küreye yükleniyor suçlar. Suçların ne günahı var?! O da bir varlık kapmaca oyununda yerini sağlam kılma derdinde. Belki bizden daha hesapsız. Belki bizden daha kurgusuz. Belki bize benzedi o da. Sadece var olmak, ayakta kalabilmek türküsünü yaktığımızdan beri… “Ayakta kalmak” dediler, anlamını mecazdan saydılar.

Oturup dinlenmek mi? Vaktimiz var’mola?

Molayı da bıraktık bir gece yolculuğunda. Zaten hep karanlık yolculuklar. Zaten oturacak yer de kalmamış. Bir başkasına satmış biletimizi muavin efendi, sağ olsun! Olsun, ayakta kalmamız lazım. Durup dinlenmek yakışmaz bize(!). Davetiyeler küser bize. Pahalı, paspartulu, kimi ahşap dekoratif... Kimi yüksek puntolu, kimi yeni teknoloji… Bunca emek verilmiş, belli. Olsun yine de... Yoğunluğumuzdan dolayı katılamıyoruz. Çünkü çalışmamız, ayakta kalmamız lazım. Hem gitsek yer bulur muyuz? Ya ayakta kalırsak(!)? Ya önde yer bulamazsak? Tabiî malûm bizim de bir itibarımız var, değil mi? Hem daha çok yolumuz var. Yorulma lüksümüz hiç yok.

En iyisi kapamak kapılarını gözlerin. Acıya “Dur!” derken bile gözlerimiz... Evet, kendinden kapalı… Pencereler ve kapılar… Hep içeriden kapalı onlar. Ama dıştan kilitli bir eda var bakışlarımızda, o ne? Bakışlarımız, evet onlar... Onlar da başkasından mütevellit. Bizim suçumuz olabilir mi hiç? Çocukken çok güzelmiş gözlerimiz, hem renkliymiş. Ne olmuş, bilmiyoruz. Ne olduysa olmuş, olmuş mukallit bakışlarımız. Bir açsalar kapımızı penceremizi, bir bıraksalar bizi bize; cızırdasa da bir ayağı, saklanmış sandalyemizi bir verseler…  

“Ayak” derken, hep ayak diredik özümüze karşı. Hep son ayakta kaybettik biz yarışı. “Yarış” dediklerinde ise unuttuk yaşamayı. Kaybettik kendimizi. Çok defa bulmuşuz gibi(!)… Hani ata mirasından gelenler vardı? Hani kadimdi bazı değerler? Hani çoğu şey özünde “kardeş”, sadece dışında “kendi” idi? Emek vermeyince demek ki onu da harcamışız. Mal mülk kadar bile olmadan… Olamadan bir kıymeti... Paha bile biçilmeden… Dağıtmışız sahibinin hayrına. Hazır para çabuk yenirmiş ya, işte öyle! Noterden tasdikli evrakı olmayınca mirastan bile sayılmamış. Ah mirasçılar! “Miras” dediler mirasyediler, hak yediler. Gel ki, hepsi kalmış resimlerde. Hatıra fotoğrafları var ya, hatır kırmanın, unutulmuş gibi yapmanın kanıtları! Parmaklar bastırılmış ama parmak izi unutulmuş kanıtlar. Kanıt mı? Var mı ona ihtiyaç? Var mı insan kalbine bir üstün teknoloji?

Teknolojik güzellik döndürmüş başımızı. Güzel, “Ben buradayım!” dese de kim bakar? Herkes kendi güzelinin derdinde. Herkesin “göz göz olmuş yüreği” ama yine “yüreğinin derdinden”. Kötü ne ki? O bizim buralara uğramaz ki zaten. Uğramaz, doğru! Radarda görünmeyen casus uçaklar vardır. Kötü de öyle. Radarı iyi açmayınca kötü alabildiğine gizlenir dünyamıza. Suret-i haktan görünür. Öyle görünür ki güzeli/iyiyi kıskandırır(!).

İyi ise, ne kadar gizlesen de o kadar güzelliğe işaret eder. Taşın arasından çıkan çiçek gibi… Bak, şimdi bu olmadı! Güzellik iyi gelmez ki bir türlü bize. Kötünün yapaylığına, basitliğine rağmen iyinin ve güzelin doğallığı ve içtenliği hep elimizin tersiyle itilmez mi? Onunla hakikî bir tanışma ve elimizin iç kısmıyla hakikî bir tokalaşma bir türlü gerçekleşmez. Zira biliriz ki, ihtiyacımız olduğunda orada bir iyi vardır. Hem belki onu da kendi emellerimize uydurup yoldaşımız, can dostumuz olan malûmat-fürûşluğumuz için kullanırız. Ya tozlanmış elbisemizin cebine çiçek ya da katılaşmış kalbimizin üstüne perde eyleriz.

Bu kadar kolay “Kalp” dememeliyiz azizim, biliyorum! Bilmek mi? “Ne biliyorsun?” desene güzel dostum! Desene “Kalp mânâ ile ayakta kalır!”. Desene “İçinde mânânın ruhu olmayan kalp hastadır!”. Mânânın hakikiliği yüreğe hakikî bir kıvılcımla düşünce, miktarı az dahi olsa onu mayalayarak ayağa kaldırır. Ancak mânâsını ve rotasını yitirmiş modern dünya düzeninin hakikatten uzak unsurları, kalbi virane edecek donanıma sahip yapısıyla zamanla onun damarlarını tıkayarak bizi gizli/aşikâr krizlere maruz bırakabilir.

Hâl böyle iken farkındalık nerede?

Sahip olduğumuz değil de bize ikram buyurulan güzelliklere bir bakalım. Meselâ baksak ki yeşilbaşlı gövel ördek, geçerken bizim mahalleye gelmiş, “Ahvâl bu iken bir anlık da olsa benim güzelliğime konmuş değil de benim bataklığıma teşrif etmiş” dediğimizde umudun suyunu ömrümüzün değirmenine taşımaya başlamış olacağız. Taşıma su ile değirmen döner mi? Evet, dönmez; ama bahar yağmuru coşup gelene dek, benlik dağının karı eriyene dek çarkımıza modern çağın pasının bulaşmasını -bir nebze de olsa- önlemiş olur.

Hakikat, az da olsa ömre şifa, kalbe mayadır; gayrısı çok da olsa gönle viranedir...