
HAKİKAT nedir? Bu soru, ezelden ebede insanlık târihini meşgûl etmiş ve edecek olan bir sorudur. Hakikat arayışları da hep devam etmiş ve devam edecek olan bir olgudur. Peki, hakikat nedir?
Bu soruya kısa ve kestirme yoldan cevap vermek oldukça güçtür. Çünkü herkesin bir hakikat anlayışı vardır. Bu mânâda hakikat göreceli ve değişkendir. Ancak, hâl böyle olursa insanoğlunun ortak bir paydada buluşması mümkün değildir. Ortak paydası olmayan insanların ve toplumların birbirleriyle iletişim kurması ve anlaşması zordur. İşte insanlığın temel sorunu ve sıkıntısı da budur!
Dikkat çeken diğer bir konu, Allah dışındaki mahlûkat âleminde düalizm ve diyalektiğin olmasıdır. Bu da ayrı bir gerçekliktir. Bu, şu demektir: Eğer bir şey varsa ve var olacaksa, var olan ve var olacak olan her şey zıddıyla kaimdir ve zıddıyla kaim olmaya devam edecektir. Bu durum şunu gösteriyor ki, tek bir gerçeklik ve hakikat etrafında toplanmak, bir araya gelmek, anlaşmak ve konsensus sağlamak mümkün değildir ve ilânihâye mümkün de olmayacaktır. Bu da insanlar arasındaki anlaşmazlığı, çatışmayı, kavgayı kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Zâten şimdiye kadar hep böyle olmuştur.
Ancak, “böyle olmuş ve olacaktır” diye insanoğlu hakikat peşinde koşmayı durduracak mıdır? Tabiî ki hayır! Böyle bir durum insanoğlunun tabiatına aykırıdır; fıtrat ve ontolojik yasalara da uygun değildir. Çünkü mevcûdat âleminde hiçbir şey “tek”e ircâ edilemez. Aslında “gerçek” ve “hakikat” kavramları etimolojik ve epistemolojik olarak aynı şeyler de değildir. Hakikat kavramının ihtivâ ettiği mânâ daha derinlikli olup hem fizik âlemini, hem de metafizik âlemini içine alan ihâtâlı bir kavramdır.
“Mahlûkat âlemi”nde (hâlk edilen, yaratılan âlem) ilk oluş (Yunanca “arkhe”) yoktan var edilirken, “mevcûdat âlemi”nde (var edilen varlıklar âlemi) yoktan var ediliş yok, var olandan başka bir varlığın oluşumu söz konusudur. Daha bilimsel bir ifâde ile bu süreçte “Enerjinin Sakınımı Kanunu” geçerlidir. Yâni zıtlık, diyalektik ve başka bir oluşum kaçınılmazdır. “Fizikî âlem”de (madde âleminde) bu böyle iken sosyoloji, psikoloji, fikir ve tefekkür dünyasında da böyledir. Diğer bir deyişle, gerek bilim dünyasında, gerekse fikir dünyasında hakikat arayışları sürmektedir. Ama tek bir hakikat üzerinde uzlaşmak oldukça zordur.
Bütün bu zorluklara ve anlaşmazlıklara rağmen hakikatin ne olduğuna dair arayışlar elbette sürecektir. Hakikat öznel olarak değişkenlik arz etse de, bu mânâda göreceli ve izâfî olsa da, yine de pergelin sabit ayağı gibi bilimde ve tefekkürde de hakikatin sabit ayakları olmalıdır. Aksi takdirde “kozmos (cosmos) âlem”de kaos kaçınılmaz olur.
Aynı şey psikoloji, sosyoloji yâni bireysel ve toplumsal olarak fikir ve tefekkür dünyası için de geçerlidir. Dolayısıyla yüzde yüz olmasa da ferdin iç âleminde esen fırtınaların dinmesi, ruhların dinginleşmesi, bireysel huzur ve mutluluğa kavuşulması için bir yerde durulması gerekmektedir. Durulan bu yerin varlığın cevherinde ve ontolojik yasasında var olan “hakikat”in keşfedilmesi ve fıtrattaki “zikrin” hatırlanması muvâcehesinde olma zorunluluğu vardır. O zikir ki, varlığa, var edilişe “amaç” ve “anlam” kazandıran Allah’tan başkası değildir. Bu mânâda hakikat ve hakikatin peşinde koşan ve zikrin ne olduğunu anlamaya çalışan İbrahim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed ve diğer rasûller (salât ve selâm tüm rasûllerin üzerine olsun) böyle yapmamışlar mıdır? Neticede hakikatin ne olduğunu anlayan, varlığın amaç ve anlam yasasını kavrayan, fıtrat ve zikri hatırlayan bu rasûller, rûhen ve vicdânen mutmain olmuş bir kalble huzura kavuşmuşlardır.
Diğer yandan, hakikati kavramakta güçlük çeken ve hakikate karşı koyan İblis ve türevleri; Firavunlar, Karunlar, Hâmânlar, Sodom ve Gomore halkı, Lût kavmi, Ebû Cehiller, Ebû Lehebler helâk edilmemişler midir?
Bütün bunların yanında, bilim dünyasında da pergelin bir sabit ayağı ve hakikatin bir ölçüsü olmalıdır. Bilimdeki ölçü ise deney ve gözlem yoluyla ve ampirik çalışmalarla elde edilen bulgu ve sonuçlarının bir kanuna, bir kural ve yasaya bağlanmasıyla realize edilmelidir. Nitekim öyle de olmaktadır.
Ancak bilimin şöyle bir özelliği vardır: Bilimsel bulgu ve sonuçları aksi ispat edilene kadar geçerlidir ve bilim, bilim dünyasında son sözü hiçbir zaman söylemez, söyleyemez. Çünkü varlıklar dünyasında her şey mümkündür; imkânsız ya da muhâl olan hiçbir şey yoktur. Hâl böyle olunca, hakikaten hakkın ve hakikatin peşinden koşanlar gerek ilimde, gerek fikirde, gerek tefekkürde, gerek ideoloji ve siyâsette ve gerekse hayatın diğer alanlarındaki konu ve konular, iş ve işlemlerde önyargısız, dürüst ve tutarlı olurlar. İndî ve nefsî hareket etmez, hevâ ve heveslerine uymazlar. O zaman görülecektir ki, bu âlemde kavga ve çatışmalar daha aza indirgenecektir. Yeryüzü huzura ve barışa kavuşacak, toplumlar daha mutlu ve müreffeh bir şekilde yaşayacaktır.
Çünkü böyle bir durumda yapay, sahte ve sloganik empatiler yerine gerçek mânâda diğerkâmlıklar olacaktır. İnsanlar ve toplumlar birbirlerini daha iyi anlayacak ve birbirlerine daha hoşgörüyle yaklaşacaklardır. Anlayış ve kavrayış birlikteliği olacak, herkes birbirinin görüş ve düşüncelerine saygı gösterecek, “Neden benim gibi düşünmüyorsun?” diye dayatmalarda bulunmayacaktır. Medenî insan ve toplumlara yakışır ve yaraşır bir şekilde beşerî münâsebetler olacaktır. Hak ve hakikat yerini bulacak, adâlet tecelli edecektir.
Şimdi soruyorum: “Böyle bir toplumda yaşamak istemez misiniz?”
Öyleyse bugünden tezi yok, harekete geçme zamanıdır! Çünkü yarın diye bir şey yoktur. İşte hak ve hakikat budur! Vesselâm…