“NE
sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet" sözünü eskiden duyardık.
Sihirbazlar söylerdi. Sihirbaz değişti ve illüzyonist oldu, ama bu sözler de
nedense duyulmaz oldu. Sahnedeki göz kandırmacasının gerçek olduğunu,
illüzyonistin fevkalade güçlere sahip olduğunu kabul etmek kime, ne fayda
getirir? Mesela bize faydası olur mu? Kandırmacanın olmadığı, ilişkilerden
servetlere, zenginliklerden güçlere, başarılardan ilerleme ve gelişmelere her
sıfat, bilgi veya varlığın gerçek olduğu bir dünyayı denesek diyorum…
İngilizce'deki iki kelimenin anlamını tartışmıştık.
Bunlar, "truth" ve "reality". İlk kelimenin, bizim
bildiğimiz anlamdaki "hakikat" veya "gerçek" kelimesinin
karşılığı olduğunu anladık. Fakat ikincisi benim kafamı karıştırdı. Arkasında
veya temelinde yatan düşünce şu: "İnsanın algıladığı, gerçeğidir"
sözü. Buna verebileceğim binlerce örnek var, ama hepsini geçerek otomobil
dünyasından bir örnek verelim.
Size göre filan marka ve model en iyi otomobildir. Siz,
buna neye göre karar verdiniz? Peki, sizinle aynı düşüncede olmayanlar neye
göre karar verdiler? Hatta teknolojinin zararlı olduğunu kabul edenlerin de
olduğunu düşünürsek, mesele daha da çetrefilli hale gelecek.
İnsanlar kararlarını çok da farklı verilere göre
vermiyorlar. Karar verirken kullandığımız verileri beş duyumuzla topluyoruz
veya onlar beş duyumuzla bize yükleniyorlar. Bu şekilde algılarımız yönetilmiş
oluyor. Bir başka ifadeyle, bize yüklenen verilerle “nasıl algılayacağımız”
öğretiliyor. Sonra algıladığımız o nesne, durum, olay veya şahıs, bizim
dünyamızın realitesi oluveriyor.
"Topladığımız veriler" ifadesini kullanmak
istemiyorum, zira dürüstçe bir ifade olmaz. Çünkü şu anki halde halen veriler
bize yükleniyor. "Nasıl oluyor bu işlem?" derseniz…
Ülkemiz için söylersek, alfabe ve eğitim sisteminin
değişimi ve de medya yöntemleriyle bu işler başladı ciddi bir şekilde. Daha
sonar kültür ve sanat unsurları ile güçlendirildi. Dünyada da bu yöntem
binlerce yıldan beri kullanılıyordu zaten. Heybetli yapılar, ihtişamlı
heykeller ve akıl alıcı törenler, o devrin ve o ülkenin hükümdarlarının
"tanrı" oldukları da halklarının realitesi oluvermişti.
Tarihî roman yazan bir yazar diyor ki, "Tarih,
ceket astığın bir askı gibidir". Bu sözle birlikte, tarihî romanın gerçek
olmaması yaklaşımı meşrulaştırılmak isteniyor. Siz Kanuni'den bahsedeceksiniz
ve muhtevanın hakikiliği noktasında hassasiyetiniz olmayacak. Yapmadığınız,
yapanı bile duyunca tüylerinizin diken diken olduğu bir fiili beş asır sonra
"Yaptı" diye anlatıldığınızı düşünsenize… Bu, size bir haksızlık, bir
iftira değil midir? Bu söz, -dolaylı olarak- tarihle ilgili edebiyatın,
dünyadaki insanların algısını nasıl değiştirdiği ve nasıl algı meydana
getirdiğinin bir bilgisidir.
Günümüz siyaset yöntemleri arasında bu tekniklerin
kullanılması bana tiksinti veriyor artık. En basit bilgisayar bilgisiyle
yapılabilecek montajlar yapılarak “hakikatmiş gibi” servis edilmesi ve –maatteessüf-
aralarında bilim adamlarının, bilgisayar uzmanlarının olduğu birçok insanın da
buna inanmak için canla başla çalışması beni şaşkınlığa ve üzüntüye gark etti. Eğer
kasıt değilse, bu şekilde aydınlarımızın olması sizi de üzmez miydi? Gerçi
kasıt da bir başka feciat olur ama…
Yanlış yapanı bırakıp doğruyu cezalandırmak için
gayret edilmesi ne kadar akıl almaz bir durumdur.
Bilgiyi bir domatese benzetelim. Hakikî haliyle yemek
masalarımızı, yemeklerimizi süsler ve lezzet verir. İşlenmiş, bir başka
ifadeyle montajlanmış hali ile kimsenin görmeyeceği, üstü kapalı ve sızdırmaz
borularla doğrudan yaşam alanlarının dışına atılır. Bilginin bu hale getirilip
kanalizasyonlara layık hale dönüştülmesinin rahatsızlık vereceği endişesiyle
sözü bu sahadan çıkarıyorum.
Zihnimizin, hakikat olmayan realitelerden temizlenmesi
lazım. Duygularımızın, hakikatle ilgisi olmayan algılardan arındırılması şart.
Kalbimizin, çer çöpten müteşekkil zanlardan kurtulması elzem. İşte o zaman
gönül, tüm bunların altında muzdarip şekilde inleyen bir papatya gibi Hakikî
Güneşi ile vuslata nail olacak ve mesud, mesrur, bahtiyar bir şekilde hayat
sürecektir.
Hepimiz biliriz, amma velakin nefsimize ağır geldiği
için belki bilmezden geliriz. İnsan, tüm bu yanlış algılamaları, zanları,
realiteleri manevî bir biçimde def-i hacet yapmalıdır. Yapmadığımız durumda ise
çer çöp içinde, bozuk yolların, yıkık dökük gecekonduların arasında, sadece
naylon çiçeklerin, ağaçların serpilip büyüdüğü, açık kanalizasyon kanallarının
kıvrım kıvrım sokak aralarında dolaştığı bir semtin zavallıları olarak malum
hayata veda edeceğiz. Böyle bir semti değiştirmedikçe veya terk etmedikçe
hakikat ile irtibatımız neredeyse sıfır noktasına ulaşacak; bırakın hakikati,
kaygısının rahatsızlığını bile hatırlayamayacağız.
Zamanların, mekânların, şahısların realite haline
getiremediği o mutlak hakikat meydana gelince, hakikatler tabiî ki anlaşılacak.
Hâsılı, ya biz manevî def-i hacet yapacağız ya da dünya bizi maddî...