Hakikat kaygısı

Tarihî roman yazan bir yazar diyor ki, “Tarih, ceket astığın bir askı gibidir”. Bu sözle birlikte, tarihî romanın gerçek olmaması yaklaşımı meşrulaştırılmak isteniyor. Siz Kanuni’den bahsedeceksiniz ve muhtevanın hakikiliği noktasında hassasiyetiniz olmayacak. Yapmadığınız, yapanı bile duyunca tüylerinizin diken diken olduğu bir fiili beş asır sonra “Yaptı” diye anlatıldığınızı düşünsenize…

“NE sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet" sözünü eskiden duyardık. Sihirbazlar söylerdi. Sihirbaz değişti ve illüzyonist oldu, ama bu sözler de nedense duyulmaz oldu. Sahnedeki göz kandırmacasının gerçek olduğunu, illüzyonistin fevkalade güçlere sahip olduğunu kabul etmek kime, ne fayda getirir? Mesela bize faydası olur mu? Kandırmacanın olmadığı, ilişkilerden servetlere, zenginliklerden güçlere, başarılardan ilerleme ve gelişmelere her sıfat, bilgi veya varlığın gerçek olduğu bir dünyayı denesek diyorum…

İngilizce'deki iki kelimenin anlamını tartışmıştık. Bunlar, "truth" ve "reality". İlk kelimenin, bizim bildiğimiz anlamdaki "hakikat" veya "gerçek" kelimesinin karşılığı olduğunu anladık. Fakat ikincisi benim kafamı karıştırdı. Arkasında veya temelinde yatan düşünce şu: "İnsanın algıladığı, gerçeğidir" sözü. Buna verebileceğim binlerce örnek var, ama hepsini geçerek otomobil dünyasından bir örnek verelim.

Size göre filan marka ve model en iyi otomobildir. Siz, buna neye göre karar verdiniz? Peki, sizinle aynı düşüncede olmayanlar neye göre karar verdiler? Hatta teknolojinin zararlı olduğunu kabul edenlerin de olduğunu düşünürsek, mesele daha da çetrefilli hale gelecek.

İnsanlar kararlarını çok da farklı verilere göre vermiyorlar. Karar verirken kullandığımız verileri beş duyumuzla topluyoruz veya onlar beş duyumuzla bize yükleniyorlar. Bu şekilde algılarımız yönetilmiş oluyor. Bir başka ifadeyle, bize yüklenen verilerle “nasıl algılayacağımız” öğretiliyor. Sonra algıladığımız o nesne, durum, olay veya şahıs, bizim dünyamızın realitesi oluveriyor.

"Topladığımız veriler" ifadesini kullanmak istemiyorum, zira dürüstçe bir ifade olmaz. Çünkü şu anki halde halen veriler bize yükleniyor. "Nasıl oluyor bu işlem?" derseniz…

Ülkemiz için söylersek, alfabe ve eğitim sisteminin değişimi ve de medya yöntemleriyle bu işler başladı ciddi bir şekilde. Daha sonar kültür ve sanat unsurları ile güçlendirildi. Dünyada da bu yöntem binlerce yıldan beri kullanılıyordu zaten. Heybetli yapılar, ihtişamlı heykeller ve akıl alıcı törenler, o devrin ve o ülkenin hükümdarlarının "tanrı" oldukları da halklarının realitesi oluvermişti.

Tarihî roman yazan bir yazar diyor ki, "Tarih, ceket astığın bir askı gibidir". Bu sözle birlikte, tarihî romanın gerçek olmaması yaklaşımı meşrulaştırılmak isteniyor. Siz Kanuni'den bahsedeceksiniz ve muhtevanın hakikiliği noktasında hassasiyetiniz olmayacak. Yapmadığınız, yapanı bile duyunca tüylerinizin diken diken olduğu bir fiili beş asır sonra "Yaptı" diye anlatıldığınızı düşünsenize… Bu, size bir haksızlık, bir iftira değil midir? Bu söz, -dolaylı olarak- tarihle ilgili edebiyatın, dünyadaki insanların algısını nasıl değiştirdiği ve nasıl algı meydana getirdiğinin bir bilgisidir.

Günümüz siyaset yöntemleri arasında bu tekniklerin kullanılması bana tiksinti veriyor artık. En basit bilgisayar bilgisiyle yapılabilecek montajlar yapılarak “hakikatmiş gibi” servis edilmesi ve –maatteessüf- aralarında bilim adamlarının, bilgisayar uzmanlarının olduğu birçok insanın da buna inanmak için canla başla çalışması beni şaşkınlığa ve üzüntüye gark etti. Eğer kasıt değilse, bu şekilde aydınlarımızın olması sizi de üzmez miydi? Gerçi kasıt da bir başka feciat olur ama…

Yanlış yapanı bırakıp doğruyu cezalandırmak için gayret edilmesi ne kadar akıl almaz bir durumdur.

Bilgiyi bir domatese benzetelim. Hakikî haliyle yemek masalarımızı, yemeklerimizi süsler ve lezzet verir. İşlenmiş, bir başka ifadeyle montajlanmış hali ile kimsenin görmeyeceği, üstü kapalı ve sızdırmaz borularla doğrudan yaşam alanlarının dışına atılır. Bilginin bu hale getirilip kanalizasyonlara layık hale dönüştülmesinin rahatsızlık vereceği endişesiyle sözü bu sahadan çıkarıyorum.

Zihnimizin, hakikat olmayan realitelerden temizlenmesi lazım. Duygularımızın, hakikatle ilgisi olmayan algılardan arındırılması şart. Kalbimizin, çer çöpten müteşekkil zanlardan kurtulması elzem. İşte o zaman gönül, tüm bunların altında muzdarip şekilde inleyen bir papatya gibi Hakikî Güneşi ile vuslata nail olacak ve mesud, mesrur, bahtiyar bir şekilde hayat sürecektir.

Hepimiz biliriz, amma velakin nefsimize ağır geldiği için belki bilmezden geliriz. İnsan, tüm bu yanlış algılamaları, zanları, realiteleri manevî bir biçimde def-i hacet yapmalıdır. Yapmadığımız durumda ise çer çöp içinde, bozuk yolların, yıkık dökük gecekonduların arasında, sadece naylon çiçeklerin, ağaçların serpilip büyüdüğü, açık kanalizasyon kanallarının kıvrım kıvrım sokak aralarında dolaştığı bir semtin zavallıları olarak malum hayata veda edeceğiz. Böyle bir semti değiştirmedikçe veya terk etmedikçe hakikat ile irtibatımız neredeyse sıfır noktasına ulaşacak; bırakın hakikati, kaygısının rahatsızlığını bile hatırlayamayacağız.

Zamanların, mekânların, şahısların realite haline getiremediği o mutlak hakikat meydana gelince, hakikatler tabiî ki anlaşılacak. Hâsılı, ya biz manevî def-i hacet yapacağız ya da dünya bizi maddî...