“MÜMİNLER Allah yolunda, kâfirler ise tâğût
(şeytan) yolunda savaşırlar.” (Nîsâ, 6)
***
Türkiye
ve Yunanistan arasında başlayan ve Doğu Akdeniz’i içine alan ve hattâ bütün
dünyayı tehdit edebilecek bir savaş
tehlikesi, gerçekte iki ülkenin arasındaki bir sürtüşmenin sonucu değil.
Görünen
sebeplerin aksine, asıl mesele, üstâd gazeteci Selahaddin E. Çakırgil Bey’in ifadesiyle,
“zıt değer sistemlerinin
dünya çapındaki sürtüşmesinin kaçınılmaz sonucudur”.
Zaman
ve zemin farklılık arz etse de, zalimlerin hâkim olduğu günümüz dünyasında Hazreti
Hüseyinlerin olması mukadderdir. Birçok coğrafyayı, özellikle de Müslümanların
yaşadıkları bölgeleri Kerbelâ’ya çeviren Neronların karşısına dikilmenin farz-ı
ayn mı, farz-ı kifâye mi olduğu ayrı bir meseledir. Ancak ümmet çâresiz
değildir; “İman varsa imkân vardır” hakikati bize rehber olacaktır.
En
Büyük Rehberimiz Hazreti Muhammed (sav)’dir. Ve yolumuz, O’nun kutlu yoludur. Başvurulacak
mâkâm, örnek alınacak yol ve yordam O’nun irşâdıdır.
Bin 400 sene öncesinin Mekke’sini düşünelim: Küçücük Mekke’nin ortasında, Hazreti Peygamber’in (sav) açtığı “Lâ ilâhe illâ-Allah” (Allah’tan
başka ilâh yoktur) bayrağı, “Tek
Tanrı’nın hükmünü” ve “insanın
özgürlüğü manifestosunu” beyan ediyordu. O küçücük şehirde bile insanlar
kendi duracakları yeri hemen belirliyorlardı. Hür olarak yaratılan insanın hür olarak yaşayabilmesi için gerekli mesajı taşıyan
ve bir avuç insan tarafından yükselen bu sese karşı neredeyse “silme” denilebilecek
çapta bir şirk ve put düzeninin
hâkim olduğu Mekke direniyordu.
Mekke’deki
müşrik toplumun öncülerinden Ebû Leheb’in derdi, burada da görüldüğü gibi dinin
(şirkin) korunması değil, İslâm’ın getirdiği yeni düzen karşısında imtiyazlı olmak
için açıkça pazarlık yapmaktı. Ulûhiyete bu kadar karşı çıkmalarının ana nedeni
de budur!
Biliyorlar
ki, “Rab birdir” ve İlâh bir olursa imtiyazları ellerinden alınır. Karşı
çıkışları hep bu yüzdendir.
Müşriklerin
elebaşı Ebû Cehil de buna benzer bir mantık içinde… Bir gün Hazreti Ali ile
karşılaşmalarında, “Amcanın Oğlu doğru söylüyor” dedikten
sonra, iki kabile arasındaki rekabeti uzun uzadıya anlatıyor Ebû Cehil: “Şimdi
de Haşimoğullarından biri, tutmuş, peygamber olduğunu iddia ediyor! Biz nereden
bulalım peygamberi?”
Bu sözden Ebû
Cehil’in bir din kaygısının olmadığını, asabiyet derdinde olduğunu görmekteyiz.
Yani yine ortalarda din gayreti yoktur. Müşriklerin bir inancı (dini) savunmak
gibi bir endişeyle hareket etmedikleri o gün ortadaydı, bugün de ortadadır.
Mevcût konumlarının değişeceğinden, sömürülerini kaybetmekten, saltanatlarının
yok olacağından, asabiyetlerine gölge düşeceğinden korkmuşlardı, hâlâ öyle…
Bin
400 evvel yaşananların ardından günümüz Ebû Cehil ve Ebû Leheblerinin
torunlarını görüyoruz. Puthânelerin merkezi, zalimlerin karargâhı ve emperyalizmin
büyüklerinden ABD’nin en büyük şehri New York’ta Birleşmiş Milletler’in bir toplantısında,
Hazreti Muhammed’in (sav) ümmetinden bir devlet başkanı olarak Recep Tayyip
Erdoğan, kürsüye çıkıp gür bir sadâ ile
gelişmekte olan ülkelerin de bu dünyada haklarının olduğunu belirten bir
konuşma yapıyor…
Birleşmiş Milletler’deki sorumluluk duygumuzun nerelere vardığının
göstergesi bakımından bazı soru işaretlerini cevaplamalıyız. Daha fazla
gecikmeden, daha fazla masum insan hayatını kaybetmeden, küresel vicdan daha
fazla yaralanmadan BM, bu sorunlara karşı ağırlığını koymalıdır.
Altını çizerek ifade etmek isterim ki, “Dünya beşten
büyüktür”. BM Güvenlik Konseyi Daimî Üyesi olan beş ülkenin dünya gerçekleriyle
bağdaşmayacak şekilde BM’yi etkisiz hâle getirmesi, küresel vicdanın kabul
edebileceği bir durum değildir.
Evet, Hazreti
Muhammed’in (sav) ümmetinden bir devlet başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan, bundan önce başka bir küfür kalasının merkezi olan
Davos’ta, Siyonist liderin de bulunduğu ortamda zalimlere hitaben “One minute!”
(Bir dakika!) demişti. Demek zaman ve mekân farklı da olsa, hak ile bâtılın
mücadelesi kıyamet gününe kadar değişik şekillerde devam edecektir. Bu bazen
silahlı güçler şeklinde, bazen ekonomik saiklerle yapılmaktadır. Kimi zaman
düşman kardeşler gibi görüntü verseler de, bu, masumları kandırmanın en kolay
yoludur. Tıpkı bugün ABD ile Rusya’nın didişmesi, Fransa ile Almanya’nın birbirinden
(âmiyâne tâbirle) rol çalması gibi…
Nitekim
Doğu Akdeniz’deki gerilim de, aslında toplumların bilinçaltlarındaki
yönelişlere göre şekilleniyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Türkiye’ye örtülü bir tehdit
kabilinden, Güney Kıbrıs’a savaş uçaklarını, hattâ uçak gemisini gönderiyor. Oradan da Beyrut’a son 1 ay içinde ikinci kez gelip
Lübnan’da hükûmetin güçlü şekilde yeniden oluşturulması için üzerlerine düşeni
yapacaklarını açıklıyor.
Gönül
dünyalarındaki sömürgecilik, atalarının yaptıkları gibi Lübnanlılara
ve Mağrip ülkelerdeki masumlara köle muamelesi yapmak istiyor.
Diğer
yanda, sütre gerisinde olduğu hissi veren Amerikan Hükûmetinin de Güney
Kıbrıs’a 33 yıldır uyguladığı silah ambargosuna son verip silah satma kararı
vermesi, yine aynı global dünya görüşünün sonucudur. İngilizlerin meseleyi
uzaktan seyrediyor gibi yapması ise, biraderi ABD’ye yakayı kaptırmasındandır.
Almanya ise Fransızların hayâlperest kartondan şövalyesi ile güç gösterisi
yapmasının netîcesine göre vaziyet almaktadır.
BAE,
Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’in de temsilcisi ABD olunca, onları kareye dâhil
etmedim. Bu kirli ittifakın yaptıkları katliamlar ortada iken, maazallah, yanlış
safta yer almak sonumuz olur!
Yoksa
İslâm’a ve İslâm dünyasına olan hasmâne tutumlarının değişeceğini beklemek
fazla iyimserliktendir. Bu emperyalist ülkelerin yapabildikleri en iyi iş, kullanabilecekleri
peyk devletleri, terör odaklarını kendi adlarına kiralayıp silahla desteklemek sûretiyle
vekâlet savaşı vermektir. Yerli-millî bir karşı duruşu gördüklerinde ise, o ülkelerin
içinden devşirdikleri “mankurtları” harekete geçirir, ellerini ovuşturarak âkıbetin
lehlerine olmasını beklerler.
Gevşekliğin
sonu hüsran!
Son
yıllarda en yakın coğrafyalarda, tâbiri caiz ise yanı başımızda, Irak’ta, Suriye’de işlenen cinayetlere, Mısır’da
demokrasinin katledilmesine itiraz edenler, yine birtakım haksız ve asılsız
ithamlara maruz kalıyor, anında teröre destek vermekle itham ediliyorlar. “Basın
özgürlüğü yok” diye bazı ülkeleri kıyasıya eleştirenlerin Filistin'de öldürülen
16 gazeteciyi görmezden gelmesi, basın mensuplarımızın Avrupa’nın muhtelif
şehirlerinde karşılaştıkları gayr-i insanî muamele, medya mensuplarına yapılan
baskının duymazdan gelinmesi, küresel vicdanın dikkatinden kaçmıyor.
Çocukların öldürülmesine, masum kadınların alçakça
katledilmesine, halkın oylarıyla gelmiş iktidarların silah ve tanklarla darbe
yiyip devrilmesine sessizce seyirci kalanlar, bu insanlık suçuna alenen ortak
olmaktadırlar.
Devlet Başkanımızın ifadeleri ile “çifte standart, teröre oksijen sağlamaktadır”. Daha
da önemlisi, modern dünya tarafından sergilenen bu çifte standart, çok geniş
halk yığınları nezdinde ciddî bir güvensizlik oluşturmaktadır. Şu anda çatısı
altında bulunduğumuz Birleşmiş Milletler’e (“Birleşmiş Zalimler” ismi daha evlâdır)
ve diğer milletlerarası kurum ve kuruluşlara karşı vicdanlarda oluşan
güvensizlik duygusu, adalet duygusunu da zedelemekte, milyarlarca insanı
umutsuzluğa sevk etmektedir.
Bugün karşı karşıya kaldığımız milletlerarası terörün en temel
beslenme kaynaklarından biri de işte bu güvensizlik duygusudur! Yakın
coğrafyamızdan göç ettiği süreçteki kaçış güzergâhında AB’nin şımarık çocuğu
Yunanistan tarafından botları patlatılarak katledilenler, kamplarda gayr-i
insanî muamele görenler ortadadır.
Meksika, Kolombiya ve sair ülkelerden göçenlerin fırsatlar
ülkesi (!) ABD’nin beton duvarlarına çarpan ahları, Uzak Asya’da, Myanmar (Burma)
ve Doğu Türkistan’daki zulüm yürek yakmaktadır. Coğrafyalar farklı olsa da
zulmetin arkasındaki düşünce aynıdır.
Sözün
özü
Bugün
yeryüzünde hak ile bâtılın mücadelesi, Hakk’a hizmet eden Müslümanlarla Hakk’ı
kabul etmeyip nefis ve şeytana esir olan, bâtıla hizmet edenlerin mücadelesidir.
Bâtılın temsilcileri, kutsal kitaplarının asıllarını bozarak, dinî emir ve yasakları
kendi arzularına uygun hâle getirdiler. Kendilerinin “üstün ırk” olduğunu iddia
ederek dünyayı ele geçirmek için çalışmalar yaptılar, hâlâ yapmaktadırlar.
Bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde bâtılın temsilcilerinin zulmü altında
Müslümanlar inim inim inlemektedirler. Biz bu zulme “Dur!” demezsek, engel
olmazsak, bu zulmü destekleyenlere destek verirsek, mahşerde bâtıl taraftarları
arasında değerlendiriliriz.
Hani
Hazreti Hüseyin’e (ra) “Giderseniz öldürüleceksiniz” dediler de O Şehid-i
Kerbelâ, Şehidlerin Serdârı, “Ben yola çıkmasam, korkarım ki benden
sonra kimse adaletsizliğe, zulme, haksızlığa başkaldırmaz” diye karşılık verdi ya… Bu söz, zulme
başkaldırmanın anahtarıdır ve yolumuzu aydınlatan bir meşaledir. Bugün
pek çok zengin dünya ülkesinin iktidarlarını hâkimiyeti altında bulunduran
güçler, iblisin, ilk insanın yaratılışında gösterdiği isyan ve kibrin aynısını
göstererek büyüklenmekte, kendilerini “süper ve yenilmez güç” olarak
görmektedirler.
Bir
zerre-i Korona ile yerlerde sürünen kartondan kalalarının yıkılışına şâhit
olduk. Unutmayalım ki, bâtıl, kendini ne kadar güçlü gösterirse göstersin,
aslında zayıftır! Çünkü en büyük kuvvet olan imandan ve en büyük destekçi olan
Allah-u Teâlâ’nın yardımından yoksundur. İnandık, iman ediyoruz, Allah, Nûrunu
tamamlayacaktır!
Suriye’de,
Irak’ta, Doğu Akdeniz’de, Mağrip ülkelerinde ve Sahra Altı Afrika’sında
yapılmak istenen sömürgeciliğe karşı kıyam eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti;
ABD ile AB’nin şımarık çocuğu Yunanistan ve hâmisi Fransa’nın yanı sıra Körfez’deki
kirli ittifakın farkındadır.
Bu
menzilde “mankurtlaştıranlar” olduğu gibi, bilerek veya gafletten de olsa
düşman cephelerindeki tahkimata silah verenler, sazlı sözlü yardım edenleri hem
bilecek, hem unutmayacağız.
Rabbimizin
müjdesi var: “Gevşeklik
göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız, şüphesiz en üstün olan sizsiniz!”
(Âl-i İmrân, 139)