MEVLÂNA,
madde ve mânâ zıtlıkları üzerinden giderek mânânın aslında vahdetin bizzat
kendisi olduğuna vurgu yaptıktan sonra, yine üslûbunun bariz bir özelliği olan
geçki yöntemiyle ayrıksı idrakimizi perdeleyen suretler âleminden mânâ âlemine
geçer. Bunu yapmaktaki maksadı, bize vahdet iklimini kavratmaktır.
Mevlâna, “yemişi olmayan
bu suretler bağının” telkin ettiği algıya kapılanların varlığı, sonsuz sayıda
varlık biçiminde algılayarak yanıldıklarını söyler. İşin aslındaysa sonsuz
sayıdaki varlık algısı, sonsuz sayıda cevher algısıyla aynı şeydir. Ancak bizim
yanılgımız, cevher sandığımız sonsuz sayıdaki şeyin sonsuz sayıda araz
olduğudur. Araz yani perde ve gölge varlık… Araz, gerçek varlıktan ayrı ve bu
sebeple gerçek varlıktan gayrı olmayan bir şeydir. Onu cevher sanmak, gölgeye
varlık isnat etmek gibidir.
Pekâlâ… Mânâ ve vahdet
âlemini idrak ettiğimizde ne olur? İşte Mevlâna tam da bu noktada bize o âlemin
hakikatini kavratmaya çalışır!
“O âlemde, yayılmış tek cevherdik,/ Cevherken eli
ayağı neylerdik!/ Güneş gibi, tek cevher sahibiydik,/ Dalgasız ve duru bir su
gibiydik.”
Biz burada muhtelif sayıda
varlıklar hâlinde göründüğümüz hâlde, o âlemde tek ve aynı cevherden ibarettik.
Mevlâna’nın buradaki “biz” vurgusundan gayesi, cümle varlıktır. Peki, ne
cevheriydik? Elbette ki mânâ cevheri! Mânâ cevheriyken ele ayağa yani muhtelif
biçimler almaya ihtiyacımız var mıydı? Hayır! Buradaki “yayılmış tek cevher”
ibaresine iyi dikkat etmek lâzımdır. Hazret bu ibareden hareketle bize, âleme
muhtelif suretler hâlinde yayılan şeylerin, mânâda yayılmış tek cevherin
gölgesinden başka bir şey olmadığını bildirir. Buradaki yayılmak, “kaplamak”
anlamında olduğu için, Mevlâna, mânâ evreninin her yeri kaplayan tek cevher
veya yegâne varlık olduğunu ifade eder.
Hazreti Pîr, her yeri
kaplayan tek cevherin nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamamız için iki misâl
verir: Birincisi güneş, ikincisi dalgasız ve duru su yani deniz… Güneşe
bakıldığında, onun ateşten ibaret tek bir cevher, alevden oluşan tek bir varlık
olduğu görülür. Güneşte ateşin dışında başka bir mevcuttan söz edilebilir mi?
Hayır. Güneş her yönden yekpare bir varlıktır ve onun her yönüne yayılan bu
varlık, sadece ateştir. Şu hâlde Güneş’te ne dağ, ne deniz, ne ağaç, ne de topraktan
söz açabiliriz. Ancak Güneş’teki tek cevher olan azametli ateşin içinde dağ da
vardır, deniz de. Orman da vardır, bulut da. Lâkin an itibarıyla güneşte
muhtelif varlıklar hâlinde görünme istidadı taşıyan her şey, bir araya gelerek
azametli bir ateş topu oluşturmak suretiyle arazlardan kurtulup tek cevher hâline
gelmiştir. Bu demektir ki, arazlar (ilinek) bir araya geldiklerinde tek bir
varlık ve cevhere dönüşürler.
Mevlâna’nın bu baptaki
ikinci misâli, dalgasız duru denizdir. Böyle bir ummanın karşısına geçen bir
göz ne görür? Uçsuz bucaksız bir su kütlesi… Sayısız su moleküllerinden oluşmuş
tek ve ulu bir damla… Bu ulu suda başka bir cevher ve varlıktan söz edilebilir
mi? Hayır. O muhtelif arazlar bir araya gelmiş ve işte yekpare ve kesif olan şu
suya dönüşmüştür. Güneş yekpare bir ateş kütlesi, deniz yekpare bir su kütlesi…
Başka bir deyişle, Güneş bir ateş cevheri, deniz de bir su cevheri… Biri her
şeyini ateşte, diğeri de her şeyini suda toplamıştır.
Lâtif nur
Elbette her toplanış ve
birliğin -mutlak birlik olan Ahad hariç- bir de zıddı vardır. Zıddı yani
unsurlarına ayrılarak muhtelif biçimlere bürünüp görünmesi… Bakalım bu bağlamda
Mevlâna ne söylüyor:
“O lâtif nur, varlık sureti aldı,/ Burç gölgeleri
misâli çoğaldı./ Mancınıkla burcu yıktığınız an,/ Fark kalkar o burçların arasından.”
Mevlâna güneşin tek cevher
hâline gelerek ateş, denizin tek cevher hâline gelerek su, çölün tek cevher hâline
gelerek kum, uzayın tek cevher hâline gelerek ulu rüzgâra dönüşmelerine dikkat
çektikten sonra, o tek cevherleri içine alan ve hepsini ihtiva edip onların
tekliklerinin üstünde yer tutan vahit bir cevherden bahseder: “Lâtif nur”...
Bu vahit lâtif nurun
özelliği nedir? Kendi ortamlarında tek cevher oldukları hâlde ateş, su, rüzgâr
ve toprak olarak görünen bu cevherleri kendisinde nura dönüştürmesidir. Artık
bu lâtif nur söz konusu olduğunda ne ateş hâlindeki güneşlerden, ne su hâlindeki
ummanlardan, ne toprak hâlindeki kıtalardan ve ne de rüzgâr hâlindeki
fırtınalardan bahsetmek mümkündür. Bütün varlıklar kabaca dört ana cevherde,
dört ana cevher de yegâne mevcut olan lâtif nurda birleşerek bütün mevcudatın
aslına dönüşürler. Buradaki mevcudattan kastımız, sadece “unsurlar” adı altında
dört ana başlıkta topladığımız şeyler değil, zaman, mânâ ve lâtif varlıklar gibi
soyut şeyleri de içermesidir. Demek ki lâtif nur hâlinde bir mevcudattan
bahsediyorsak, felek de buna dâhildir, melek de. Arş da buna dâhildir, ferş de.
Zaman da buna dâhildir, yokluk da.
Mevlâna işte bütün
mevcudatın aslı olan bu lâtif nurun varlık suretleri hâline gelerek kendi
bünyesinde topladıklarını tekrar dağıttığını söyler. Bu durumda burç
gölgelerinin çoğalması gibi, burç mesabesinde olan lâtif nur, tekliğini çokluk,
vahdetini kesret sürecine yönelterek çoğalmaya başlar; tıpkı burç ve gölgeleri
gibi…
Burç tek yapıdır ama
gölgelerine bakılacak olursa burcun burçları ayrı birer varlık gibi görülürler.
Oysa o burç mancınıkla yıkıldığı zaman, hepsi bir bütüne dâhil olduğu için,
yıkım neticesinde bu farklı gölgeler silinecek ve muhtelif burçlar algısı
ortadan kalkacaktır. Aynen bu durum gibi, lâtif nur, varlık suretleri hâlini
almaya başladığında, varlık, burç gölgeleri gibi çoğalacaktır. Ancak bir gün
varlık suretleri kıyamet mancınığıyla yıkıldığında ne burç kalacak, ne de beden.
Hepsi kendi asılları olan lâtif nurda toplanacaktır.
Mevlâna, bu tip yüksek
bahislerin her idrak tarafından kavranamayacağını söyleyerek bu tip bahislerin
bu tip idrakler için açıldıkça kapanma tehlikesi gösterdiğini ifade eder.
Hazreti Pîr, dinî ve irfanî konularda izahın derecesini yükseltmenin umumun
durumu açısından izah değil, bulanıklık anlamına geldiğini söyler. Bu durumda
izahın belli bir derecesinden sonra anlama ve kavrama kabiliyetini kaybedecek
olanlar, aydınlanmak yerine karanlıkta kalırlar. İşte bunun için Hazret,
üzerinde olduğu konuyu daha fazla açmanın kendisi için mümkün olduğunu, ancak
bu izahın vardığı menzili görüp anlamayanlar için “idrak sürçmesi” denen bir
durumu ortaya çıkaracağını söyler.
Hazreti Pîr, bilgi ve
irfanın aktarılmasını muhatapların niteliğinden dolayı bir sorun olarak görür
ve zaman zaman bu duruma dikkat çeker. “Sen ne kadar bilirsen bil, bildiğin
şeyler karşındakinin anladığı kadardır” diyen Hazret, bu tip izahların,
idraklerin sürçmeye başladığı noktadan itibaren kesilmesini salık verir.
“Herhâlde bunu açıklardım lâkin/ Sürçmesinden korkarım
bir idrakin.”
Mevlâna, idraklerin sürçmesine yol açan bu tip izahlara “nükte” der. Nüktenin özelliği, yoğunlaşmış bir anlamlar yumağına benzemesidir. Nüktede anlam, açılması ve çözülmesi gereken bir mahiyette durur. Bunlar açılıp yorumlandıkça başta idrakleri açarlarken bir müddet sonra idrakleri kılıç gibi kesmeye başlarlar. Mevlâna bu tür izahların aydınlattığı konudaki ışınım derecesine göre gözleri kamaştırdığını ve idraklerin yolunu kestiğini söyler. Bu durum Hazreti Pîr’in dikkat çektiği temel paradokslardan biridir. Aslında izah vasıtası olan nükte, bir müddet sonra izah edilemez hâle gelerek işlev açısından yola çıktığı durumun tam tersine dönüşebilir. İşte bu bağlamda Hazreti Mevlâna, yorumcunun niteliğine bağlı olarak muhatapta da bir nitelik bulunması gerektiğini öngörür!
Bir kılıç kalkan oyunu
Eğer muhatap izahın
derecelerini kavrayacak donanımdan yoksunsa, muhatabın o meclisten geri
durmasını tavsiye eder. Çünkü izah muhatabın idrak kudretini aşıyorsa, baş
kesen bir kılıç gibi ters iş görür. Hazreti Pîr, bu olumsuz durumun önüne
geçilmesi için muhatapta belirli düzeyde bir idrak donanımını gerekli görür.
Ona göre muhataptaki bu donanım, kalkan işlevindedir. Yorumcunun izahının
başını kesmesinden korunması için muhatapta böyle bir donanımın bulunması bir
zarurettir. Ancak kalkanı olmayan ve kalkanları izah kılıcının darbelerine
dayanamayan muhatapların o ortamdan kaçınmaları gerekir. Zira o kılıca karşı
kalkansız çıkıldığında vaziyet hiç de umulan gibi olmayabilir. Çünkü üst
düzeyde bir yorum kudretine sahip olan hatip, sıra dışı bir zekâya sahip olan
biridir.
Zekânın lügatteki anlamı
ise “keskinlik” demektir. Bu itibarla zekâ, nüktelerin açılımında keskin bir
kılıca dönüşür. Bu kılıç, nüktedeki anlam düğümlerini kesip çözerken
muhatapların da başlarını koparmak gibi ters yönlü işleyen bir özellik
gösterir. Anlamı açarken muhatabı bağlamak gibi bir durumun bıçak sırtı bir
vaziyet olduğuna dikkat çeken Mevlâna, nüktelerin kalkan sahibi olan
muhataplara açılmasının daha yerinde olacağına işaret eder. Şayet yorumcu,
meselenin cazibesine kapılarak muhataplarının durumunu dikkate almazsa,
idrakler sürçer ve sağmaya çalıştığı yumak da muhataplarını saran bir ağa
dönüşebilir.
“O zaman ne yapmak lâzım?”
diye sorulacak olursa, Hazret en uygun hareket tarzının, izah atının gemini
çekmek olduğunu söyler. Böylelikle Hazret, konu vasattan yükseğe doğru giden
bir seyir izlediğinde, belli bir irtifada durulmasını söyler. Zira her
muhatabın idrak ciğeri, yüksek basıncı kaldıracak bir yaratılışta değildir.
Bazen nitelikli bir zekânın, anlam düğümlerini çözerek yükselmeye başlaması
durumunda “yorum iştahı” denen bir tehlikenin içine düşeceğini ihsas eden Mevlâna,
yorumcunun bu iştahına mani olamayarak kelleler kestiğinin farkına
varamayacağını belirtir.
Zekâ yorumun cazibesine
kapıldığında izahtan utanç duymayacağı için, aynı iştahla konuya devam eder ve
mekândaki kalkansız çoğunluğun başını keserek fitneye sebep olur. Ne tuhaftır,
bir fitneyi ortadan kaldırmak için konuya giren hatip, sonuçta yeni bir fitne
üreterek kendisiyle beraber diğer akılları da bağlamış olur.
İşte böylesi bir durumda
kılıcın kınına konularak fitne ihtimâlinden kaçınılması gerekir! Zira izahın
derecesinin yükselmesi, ışığın şiddetinin artmasının oluşturduğu etkiye benzer.
Ortamı aydınlatmak için kullanılan ışık, makul ışınım derecesinin üstüne
çıktığında yol gösterme işlevini yitirerek gözleri kör eder. Işık ortamda ziyadesiyle
vardır fakat bakan herkes her şeyi karanlık içinde görür. Tıpkı bunun gibi,
izahın derecesinin yükselmesi de idraklerin gözünü kamaştırarak onları âdeta
kör eder. Bu durumda maksat hâsıl olmayacağı için, Hazreti Pîr, kılıcı kına
koymayı tavsiye eder.
Kılıç kına konulmalı. Niye?
İdrak gözü kamaşanlar el yordamıyla yol aramasınlar diye… Bu durumda hatip,
muhatabı kendine bağlamak yerine, onun iyi-kötü gören gözünü de elinden alarak zavallıyı
kesif bir karanlıkta kendi başına bırakır. Bu durumda herkes kendi gördüğü yola
ve kendi anladığı yorum vadisine gideceğinden dolayı kargaşa çıkar. Mevlâna bu
durumu, ters okuyanın yanlış yorumladığı bir tehlikeli geçit olarak görür ve
“Ey yorumun cazibesine kapılan kişi! Meseleyi yormuyor, muhataplarının
idraklerini yoruyorsun. Kılıcını kınına koy da başlar omuzlarda kalsın” öğüdünü
verir:
“Keskin çelik kılıç gibi nükteler,/ Geriye kaç,
kalkanın yoksa eğer!/ Kalkansız karşı durma bu kılıca,/ Kılıca, kesmekten ar
olmaz kılca./ Kılıcımı kınına koydum, niye?/ Ters okuyan, yanlış yormasın diye!”
Yeni vekil kim?
Mevlâna, müfsit vezirin on
iki beyliğe ayrılmış olan İsevîlerin beylerini, birbirinden habersiz kendisine
vekil tayin etmesi olayından hareketle sözü, vekille müvekkilin birliğine
getirmişti. Bu birlik meselesi, giderek açtığı yüksek izahın derecesini,
yukarıda dile getirdiği sakıncalı durumlar yüzünden tam bu noktada keser ve
yeniden müfsit vezirin ölümünden sonra sebep olduğu fitneye döner. “Artık öyküyü
tamamlamanın zamanı geldi” diyen Hazret, İsevîlerin fitnekâr vezirin ölümünden
sonra beylere giderek aziz sandıkları o hainin yerine kimin geçeceğini
araştırıp sormaları bahsine geri döner:
“Geldik öyküyü tamlamaya, ey can,/ Bahsimiz doğruların
vefasından!/ Önderden sonra bulmak için sahip,/ İstemişlerdi yerine bir naip.”
İsevî halkın, beylere
“Vekil hanginizdir?” diye sormaları üzerine, vezirin kendilerine oynadığı oyun
ve kurduğu tuzaktan habersiz olan acul beylerden biri, müfsit vezirin sadece
kendisine vekillik belgesi sunduğunu sanarak öne atılır. O aziz zâtın vekilinin
kendisi olduğunu söyleyerek iddiasını ispatlamak için, kendisine sahtekâr vezir
tarafından verilen evrak tomarını halka gösterir.
“O beylerden birisi düşüp öne,/ Vardı o vefalı
kavimden yana./ ‘İşte!’ dedi, ‘Vekil benim o zâta,/ Îsâ’nın vekili de benim
hatta./ İşte şu tomar da dâvâma delil,/ Ondan sonra benim Îsâ’ya vekil’.”
İsevî beylerinden birinin
ortaya çıkarak vekil olduğunu gösteren belgeyi halka sunmasına kadar her şey
yolunda giderken, onun bu belgeyi halka sunması üzerine kızılca kıyamet kopar.
Müfsit vezirin kaos plânının bir gereği olarak her beye başka gerekçeyle
vekillik verdiğini daha önce izah etmiştik. Her bey kendi vekillik belgesini
müfsit vezirin elinden aldığı için, vekâletin de sadece kendinde olduğunu
sanmaktadır. Bu durumda doğal olarak, diğerini vekâlete göz dikmiş haris bir
hain sayacaktır.
Nitekim ilk ortaya atılan
beyin vezir tarafından onaylanmış kendi belgesini halka göstermesi üzerine,
onun doğruluğuna elindeki belgenin sahiciliğinden dolayı inanmayan diğer bir
bey, derhâl ortaya çıkarak itiraz eder. Filan beyin yalan söylediğini, asıl
vekilin kendisi olduğunu, işte elindeki şu vekillik belgesinin de bizzat dinin
azizi tarafından düzenlendiğini iddia ederek vezir tarafından düzenlenmiş vekâlet
tomarını halka gösterir. Böylelikle ortaya çıkan iki bey ve beylerin maiyetleri
arasında bir kargaşa çıkar.
“Başka bir bey çıkıp hemen pusudan,/ O da etti aynı
dâvâyı beyan!/ O da çıkardı koltuktan bir tomar,/ Çıfıtça bir öfkeye düştü
bunlar.”
İş burada bitse yine iyi,
en azından iki bey kozunu paylaşır, neticede birinden biri vekillik görevini
yürütürdü. Lâkin diğer beyler, kendilerine göre düzmece belgelerle ortaya çıkıp
kendi hakları olan vekillik dâvâsı için kavganın eşiğine gelen bu beylere, “Durun
bakalım, ikiniz de yalan söylüyorsunuz. O din azizinin gerçek vekili benim,
işte şu da belgemdir!” diye kendi tomarlarını gösterirler. Üçüncüyü dördüncü,
dördüncüyü beşinci yalancılıkla suçlayarak, her bey, kendinde olduğunu sandığı gerçek
belge iddiasıyla meydana çıkar ve fitnenin fitili ateşlenmiş olur.
“Diğer beyler de birbiri ardından/ Çektiler keskin
kılıçları kından.”
Müfsit vezir, içlerine
sızdığı İsevîlere öyle hazin bir final hazırlamıştır ki değme iblis bir araya
gelse, böyle bir şeytanlık akıllarının ucundan bile geçmez. Kaosun resmi
çizilecek olsa herhâlde böyle bir fitne sahnesinden daha iyisi tasavvur edilemez.
“Alıp ele bir kılıç ve bir tomar,/ Sarhoş filler misâli
savaştılar!/ Öldü yüz binlerce İsevî, ey can!/ Tepeler oluştu kesik başlardan./
Aktı dört bir yanda sel misâli kan,/ Dağlar direklendi havaya tozdan./ Ektiği fitne tohumu vezirin,/ Başına belâ oldu her emirin.”
Her bey, müfsit vezir
tarafından düzenlenen belgeye dayanarak gerçek vekilin kendisi olduğunu ileri
sürer. Ona göre diğerleri, hem sahtekâr, hem de öz hakkına el koyan bir gasıptır.
Hırsların köpürdüğü böyle bir ortamın büyük bir kaosa yol açacağı aşikârdır.
Nitekim herkes kendi elindeki tomarın doğru olduğunu iddia edip diğerlerini
sahtekârlıkla suçlayınca, ortam kızışır ve ellerdeki tomarlar bir kenara
bırakılıp bellerdeki kılıçlar çekilir.
Bütün beyler birbirine savaş ilân ederek gözü dönmüş sarhoş filler gibi cenge tutuşurlar. Savaş söz konusu olunca haklı haksız ayrımı ortadan kalkar ve “Hüküm galibindir” ilkesi gereğince her bey, birini ortadan kaldırıp diğerine saldırır. Tâ ki bu fitne savaşı, birinin hepsini ortadan kaldıracağı zamana kadar sürüp gider…
Vezir, ölümüyle kendi fitne plânını başarmış olur. İşin başında Yahudi hükümdara, İsevîleri üçer beşer öldürmekle sonuç alınamayacağını söyleyen ve hükümdarın çare sorması üzerinde de bu habis plânını anlatan vezir, amacına ulaşmış olur.
Hikâyenin sonu: Vezirin son
oyunu
Hazreti Îsâ’nın getirdiği
hak din bütün İsevîleri bir bayrak altında toplarken, içlerine sızan bir
habisin şeytanca ifsat ve iğvası yüzünden aynı saftaki inanırlar, birbirlerini
vahşice öldürmeye ve karşısındakini kâfir ve gasıp olarak nitelemeye başlarlar.
Bu fitne savaşında
yüzbinlerce masum mümin, içine düştükleri hile yüzünden helâk olur. Kelleler
kule gibi yığılır ve hak dinin müminleri arasında ilelebet kapanmayacak
düşmanlıklar açılır.
Böylelikle vezir, ölümüyle
kendi fitne plânını başarmış olur. İşin başında Yahudi hükümdara, İsevîleri
üçer beşer öldürmekle sonuç alınamayacağını söyleyen ve hükümdarın çare sorması
üzerinde de bu habis plânını anlatan vezir, amacına ulaşmış olur. Vezir böyle
yaparak hem gizlenmiş İsevîleri ortaya çıkarmış, hem de onları on iki mezhebe
bölerek birbiriyle savaştırmıştır. Vezir, kendini feda ederek, mukabilinde yüz binleri
ateşe atmış ve ülkesindeki İsevîliği, putlarına tehdit olmaktan çıkarmıştır.
Mevlâna bu öyküde, müminler
için bir vahdet ve kardeşlik olan Hak Din’in nasıl bir tehdit ve tehlike
altında kalabileceğini Mecusî vezir üzerinden anlatır. Hileyle aziz dine
sızarak din helvasına sarımsak katan hain tipler, önce halkın gönlünü avlayarak
kendilerini onlar nezdinde bir otorite hâline getirmekte, ardından da dinin hak
yorumlarına bâtıl katarak dinin yüce kavramlarının içini boşaltmakta ve
böylelikle onları halk nazarında itibarsızlaştırmaktadırlar. Daha sonra bir
arada kardeşlik ve esenlik içinde yaşayan müminleri ayrıştırarak onları,
birbirinin kanını içen katillere dönüştürmektedirler. Böylelikle nizamın yerini
kaos, vahdetin yerini kesret, barışın yerini kargaşa, huzurun yerini sıkıntı ve
gam almakta, din uğruna savaşan müminler cihat ve gayreti bırakarak
birbirlerini boğazlamaktadırlar.
Yüce Din algıya dayanan
bir kör dövüşü içinde fert ve toplum vicdanından uzaklaşınca, o toplum ve fert,
Hak Din’e sızan din tacirlerinin avı hâline gelmektedirler.
Hazret bize, din işinde
nalların tersine çakılı olduğunu, “Allah lillah” diyenlerin sözüne değil, özüne
ve ameline bakmamız gerektiğini söylüyor. Ona göre din tacirleri, dinin içinde
ve en mahrem katlarında bulunurlar. Müminler, feraset kokusuyla din helvasına sarımsak
katan bu müfsitleri tanımalı, basiret gözüyle hak libası altındaki bu kâfirleri
görmelidirler. (Son)