Hak görünümlü küfrün dinle cengi (29)

Mevlâna bu öyküde, müminler için bir vahdet ve kardeşlik olan Hak Din’in nasıl bir tehdit ve tehlike altında kalabileceğini Mecusî vezir üzerinden anlatır. Hileyle aziz dine sızarak din helvasına sarımsak katan hain tipler, önce halkın gönlünü avlayarak kendilerini onlar nezdinde bir otorite hâline getirmekte, ardından da dinin hak yorumlarına bâtıl katarak dinin yüce kavramlarının içini boşaltmakta ve böylelikle onları halk nazarında itibarsızlaştırmaktadırlar.

MEVLÂNA, madde ve mânâ zıtlıkları üzerinden giderek mânânın aslında vahdetin bizzat kendisi olduğuna vurgu yaptıktan sonra, yine üslûbunun bariz bir özelliği olan geçki yöntemiyle ayrıksı idrakimizi perdeleyen suretler âleminden mânâ âlemine geçer. Bunu yapmaktaki maksadı, bize vahdet iklimini kavratmaktır.

Mevlâna, “yemişi olmayan bu suretler bağının” telkin ettiği algıya kapılanların varlığı, sonsuz sayıda varlık biçiminde algılayarak yanıldıklarını söyler. İşin aslındaysa sonsuz sayıdaki varlık algısı, sonsuz sayıda cevher algısıyla aynı şeydir. Ancak bizim yanılgımız, cevher sandığımız sonsuz sayıdaki şeyin sonsuz sayıda araz olduğudur. Araz yani perde ve gölge varlık… Araz, gerçek varlıktan ayrı ve bu sebeple gerçek varlıktan gayrı olmayan bir şeydir. Onu cevher sanmak, gölgeye varlık isnat etmek gibidir.

Pekâlâ… Mânâ ve vahdet âlemini idrak ettiğimizde ne olur? İşte Mevlâna tam da bu noktada bize o âlemin hakikatini kavratmaya çalışır!    

“O âlemde, yayılmış tek cevherdik,/ Cevherken eli ayağı neylerdik!/ Güneş gibi, tek cevher sahibiydik,/ Dalgasız ve duru bir su gibiydik.”

Biz burada muhtelif sayıda varlıklar hâlinde göründüğümüz hâlde, o âlemde tek ve aynı cevherden ibarettik. Mevlâna’nın buradaki “biz” vurgusundan gayesi, cümle varlıktır. Peki, ne cevheriydik? Elbette ki mânâ cevheri! Mânâ cevheriyken ele ayağa yani muhtelif biçimler almaya ihtiyacımız var mıydı? Hayır! Buradaki “yayılmış tek cevher” ibaresine iyi dikkat etmek lâzımdır. Hazret bu ibareden hareketle bize, âleme muhtelif suretler hâlinde yayılan şeylerin, mânâda yayılmış tek cevherin gölgesinden başka bir şey olmadığını bildirir. Buradaki yayılmak, “kaplamak” anlamında olduğu için, Mevlâna, mânâ evreninin her yeri kaplayan tek cevher veya yegâne varlık olduğunu ifade eder.

Hazreti Pîr, her yeri kaplayan tek cevherin nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamamız için iki misâl verir: Birincisi güneş, ikincisi dalgasız ve duru su yani deniz… Güneşe bakıldığında, onun ateşten ibaret tek bir cevher, alevden oluşan tek bir varlık olduğu görülür. Güneşte ateşin dışında başka bir mevcuttan söz edilebilir mi? Hayır. Güneş her yönden yekpare bir varlıktır ve onun her yönüne yayılan bu varlık, sadece ateştir. Şu hâlde Güneş’te ne dağ, ne deniz, ne ağaç, ne de topraktan söz açabiliriz. Ancak Güneş’teki tek cevher olan azametli ateşin içinde dağ da vardır, deniz de. Orman da vardır, bulut da. Lâkin an itibarıyla güneşte muhtelif varlıklar hâlinde görünme istidadı taşıyan her şey, bir araya gelerek azametli bir ateş topu oluşturmak suretiyle arazlardan kurtulup tek cevher hâline gelmiştir. Bu demektir ki, arazlar (ilinek) bir araya geldiklerinde tek bir varlık ve cevhere dönüşürler.

Mevlâna’nın bu baptaki ikinci misâli, dalgasız duru denizdir. Böyle bir ummanın karşısına geçen bir göz ne görür? Uçsuz bucaksız bir su kütlesi… Sayısız su moleküllerinden oluşmuş tek ve ulu bir damla… Bu ulu suda başka bir cevher ve varlıktan söz edilebilir mi? Hayır. O muhtelif arazlar bir araya gelmiş ve işte yekpare ve kesif olan şu suya dönüşmüştür. Güneş yekpare bir ateş kütlesi, deniz yekpare bir su kütlesi… Başka bir deyişle, Güneş bir ateş cevheri, deniz de bir su cevheri… Biri her şeyini ateşte, diğeri de her şeyini suda toplamıştır.

Lâtif nur

Elbette her toplanış ve birliğin -mutlak birlik olan Ahad hariç- bir de zıddı vardır. Zıddı yani unsurlarına ayrılarak muhtelif biçimlere bürünüp görünmesi… Bakalım bu bağlamda Mevlâna ne söylüyor:   

“O lâtif nur, varlık sureti aldı,/ Burç gölgeleri misâli çoğaldı./ Mancınıkla burcu yıktığınız an,/ Fark kalkar o burçların arasından.”

Mevlâna güneşin tek cevher hâline gelerek ateş, denizin tek cevher hâline gelerek su, çölün tek cevher hâline gelerek kum, uzayın tek cevher hâline gelerek ulu rüzgâra dönüşmelerine dikkat çektikten sonra, o tek cevherleri içine alan ve hepsini ihtiva edip onların tekliklerinin üstünde yer tutan vahit bir cevherden bahseder: “Lâtif nur”...

Bu vahit lâtif nurun özelliği nedir? Kendi ortamlarında tek cevher oldukları hâlde ateş, su, rüzgâr ve toprak olarak görünen bu cevherleri kendisinde nura dönüştürmesidir. Artık bu lâtif nur söz konusu olduğunda ne ateş hâlindeki güneşlerden, ne su hâlindeki ummanlardan, ne toprak hâlindeki kıtalardan ve ne de rüzgâr hâlindeki fırtınalardan bahsetmek mümkündür. Bütün varlıklar kabaca dört ana cevherde, dört ana cevher de yegâne mevcut olan lâtif nurda birleşerek bütün mevcudatın aslına dönüşürler. Buradaki mevcudattan kastımız, sadece “unsurlar” adı altında dört ana başlıkta topladığımız şeyler değil, zaman, mânâ ve lâtif varlıklar gibi soyut şeyleri de içermesidir. Demek ki lâtif nur hâlinde bir mevcudattan bahsediyorsak, felek de buna dâhildir, melek de. Arş da buna dâhildir, ferş de. Zaman da buna dâhildir, yokluk da.

Mevlâna işte bütün mevcudatın aslı olan bu lâtif nurun varlık suretleri hâline gelerek kendi bünyesinde topladıklarını tekrar dağıttığını söyler. Bu durumda burç gölgelerinin çoğalması gibi, burç mesabesinde olan lâtif nur, tekliğini çokluk, vahdetini kesret sürecine yönelterek çoğalmaya başlar; tıpkı burç ve gölgeleri gibi…     

Burç tek yapıdır ama gölgelerine bakılacak olursa burcun burçları ayrı birer varlık gibi görülürler. Oysa o burç mancınıkla yıkıldığı zaman, hepsi bir bütüne dâhil olduğu için, yıkım neticesinde bu farklı gölgeler silinecek ve muhtelif burçlar algısı ortadan kalkacaktır. Aynen bu durum gibi, lâtif nur, varlık suretleri hâlini almaya başladığında, varlık, burç gölgeleri gibi çoğalacaktır. Ancak bir gün varlık suretleri kıyamet mancınığıyla yıkıldığında ne burç kalacak, ne de beden. Hepsi kendi asılları olan lâtif nurda toplanacaktır.

Mevlâna, bu tip yüksek bahislerin her idrak tarafından kavranamayacağını söyleyerek bu tip bahislerin bu tip idrakler için açıldıkça kapanma tehlikesi gösterdiğini ifade eder. Hazreti Pîr, dinî ve irfanî konularda izahın derecesini yükseltmenin umumun durumu açısından izah değil, bulanıklık anlamına geldiğini söyler. Bu durumda izahın belli bir derecesinden sonra anlama ve kavrama kabiliyetini kaybedecek olanlar, aydınlanmak yerine karanlıkta kalırlar. İşte bunun için Hazret, üzerinde olduğu konuyu daha fazla açmanın kendisi için mümkün olduğunu, ancak bu izahın vardığı menzili görüp anlamayanlar için “idrak sürçmesi” denen bir durumu ortaya çıkaracağını söyler.  

Hazreti Pîr, bilgi ve irfanın aktarılmasını muhatapların niteliğinden dolayı bir sorun olarak görür ve zaman zaman bu duruma dikkat çeker. “Sen ne kadar bilirsen bil, bildiğin şeyler karşındakinin anladığı kadardır” diyen Hazret, bu tip izahların, idraklerin sürçmeye başladığı noktadan itibaren kesilmesini salık verir.

“Herhâlde bunu açıklardım lâkin/ Sürçmesinden korkarım bir idrakin.”

Mevlâna, idraklerin sürçmesine yol açan bu tip izahlara “nükte” der. Nüktenin özelliği, yoğunlaşmış bir anlamlar yumağına benzemesidir. Nüktede anlam, açılması ve çözülmesi gereken bir mahiyette durur. Bunlar açılıp yorumlandıkça başta idrakleri açarlarken bir müddet sonra idrakleri kılıç gibi kesmeye başlarlar. Mevlâna bu tür izahların aydınlattığı konudaki ışınım derecesine göre gözleri kamaştırdığını ve idraklerin yolunu kestiğini söyler. Bu durum Hazreti Pîr’in dikkat çektiği temel paradokslardan biridir. Aslında izah vasıtası olan nükte, bir müddet sonra izah edilemez hâle gelerek işlev açısından yola çıktığı durumun tam tersine dönüşebilir. İşte bu bağlamda Hazreti Mevlâna, yorumcunun niteliğine bağlı olarak muhatapta da bir nitelik bulunması gerektiğini öngörür!


Bir kılıç kalkan oyunu

Eğer muhatap izahın derecelerini kavrayacak donanımdan yoksunsa, muhatabın o meclisten geri durmasını tavsiye eder. Çünkü izah muhatabın idrak kudretini aşıyorsa, baş kesen bir kılıç gibi ters iş görür. Hazreti Pîr, bu olumsuz durumun önüne geçilmesi için muhatapta belirli düzeyde bir idrak donanımını gerekli görür. Ona göre muhataptaki bu donanım, kalkan işlevindedir. Yorumcunun izahının başını kesmesinden korunması için muhatapta böyle bir donanımın bulunması bir zarurettir. Ancak kalkanı olmayan ve kalkanları izah kılıcının darbelerine dayanamayan muhatapların o ortamdan kaçınmaları gerekir. Zira o kılıca karşı kalkansız çıkıldığında vaziyet hiç de umulan gibi olmayabilir. Çünkü üst düzeyde bir yorum kudretine sahip olan hatip, sıra dışı bir zekâya sahip olan biridir.

Zekânın lügatteki anlamı ise “keskinlik” demektir. Bu itibarla zekâ, nüktelerin açılımında keskin bir kılıca dönüşür. Bu kılıç, nüktedeki anlam düğümlerini kesip çözerken muhatapların da başlarını koparmak gibi ters yönlü işleyen bir özellik gösterir. Anlamı açarken muhatabı bağlamak gibi bir durumun bıçak sırtı bir vaziyet olduğuna dikkat çeken Mevlâna, nüktelerin kalkan sahibi olan muhataplara açılmasının daha yerinde olacağına işaret eder. Şayet yorumcu, meselenin cazibesine kapılarak muhataplarının durumunu dikkate almazsa, idrakler sürçer ve sağmaya çalıştığı yumak da muhataplarını saran bir ağa dönüşebilir.

“O zaman ne yapmak lâzım?” diye sorulacak olursa, Hazret en uygun hareket tarzının, izah atının gemini çekmek olduğunu söyler. Böylelikle Hazret, konu vasattan yükseğe doğru giden bir seyir izlediğinde, belli bir irtifada durulmasını söyler. Zira her muhatabın idrak ciğeri, yüksek basıncı kaldıracak bir yaratılışta değildir. Bazen nitelikli bir zekânın, anlam düğümlerini çözerek yükselmeye başlaması durumunda “yorum iştahı” denen bir tehlikenin içine düşeceğini ihsas eden Mevlâna, yorumcunun bu iştahına mani olamayarak kelleler kestiğinin farkına varamayacağını belirtir.

Zekâ yorumun cazibesine kapıldığında izahtan utanç duymayacağı için, aynı iştahla konuya devam eder ve mekândaki kalkansız çoğunluğun başını keserek fitneye sebep olur. Ne tuhaftır, bir fitneyi ortadan kaldırmak için konuya giren hatip, sonuçta yeni bir fitne üreterek kendisiyle beraber diğer akılları da bağlamış olur.

İşte böylesi bir durumda kılıcın kınına konularak fitne ihtimâlinden kaçınılması gerekir! Zira izahın derecesinin yükselmesi, ışığın şiddetinin artmasının oluşturduğu etkiye benzer. Ortamı aydınlatmak için kullanılan ışık, makul ışınım derecesinin üstüne çıktığında yol gösterme işlevini yitirerek gözleri kör eder. Işık ortamda ziyadesiyle vardır fakat bakan herkes her şeyi karanlık içinde görür. Tıpkı bunun gibi, izahın derecesinin yükselmesi de idraklerin gözünü kamaştırarak onları âdeta kör eder. Bu durumda maksat hâsıl olmayacağı için, Hazreti Pîr, kılıcı kına koymayı tavsiye eder.

Kılıç kına konulmalı. Niye? İdrak gözü kamaşanlar el yordamıyla yol aramasınlar diye… Bu durumda hatip, muhatabı kendine bağlamak yerine, onun iyi-kötü gören gözünü de elinden alarak zavallıyı kesif bir karanlıkta kendi başına bırakır. Bu durumda herkes kendi gördüğü yola ve kendi anladığı yorum vadisine gideceğinden dolayı kargaşa çıkar. Mevlâna bu durumu, ters okuyanın yanlış yorumladığı bir tehlikeli geçit olarak görür ve “Ey yorumun cazibesine kapılan kişi! Meseleyi yormuyor, muhataplarının idraklerini yoruyorsun. Kılıcını kınına koy da başlar omuzlarda kalsın” öğüdünü verir:    

“Keskin çelik kılıç gibi nükteler,/ Geriye kaç, kalkanın yoksa eğer!/ Kalkansız karşı durma bu kılıca,/ Kılıca, kesmekten ar olmaz kılca./ Kılıcımı kınına koydum, niye?/ Ters okuyan, yanlış yormasın diye!”

Yeni vekil kim?

Mevlâna, müfsit vezirin on iki beyliğe ayrılmış olan İsevîlerin beylerini, birbirinden habersiz kendisine vekil tayin etmesi olayından hareketle sözü, vekille müvekkilin birliğine getirmişti. Bu birlik meselesi, giderek açtığı yüksek izahın derecesini, yukarıda dile getirdiği sakıncalı durumlar yüzünden tam bu noktada keser ve yeniden müfsit vezirin ölümünden sonra sebep olduğu fitneye döner. “Artık öyküyü tamamlamanın zamanı geldi” diyen Hazret, İsevîlerin fitnekâr vezirin ölümünden sonra beylere giderek aziz sandıkları o hainin yerine kimin geçeceğini araştırıp sormaları bahsine geri döner:

“Geldik öyküyü tamlamaya, ey can,/ Bahsimiz doğruların vefasından!/ Önderden sonra bulmak için sahip,/ İstemişlerdi yerine bir naip.”

İsevî halkın, beylere “Vekil hanginizdir?” diye sormaları üzerine, vezirin kendilerine oynadığı oyun ve kurduğu tuzaktan habersiz olan acul beylerden biri, müfsit vezirin sadece kendisine vekillik belgesi sunduğunu sanarak öne atılır. O aziz zâtın vekilinin kendisi olduğunu söyleyerek iddiasını ispatlamak için, kendisine sahtekâr vezir tarafından verilen evrak tomarını halka gösterir.

“O beylerden birisi düşüp öne,/ Vardı o vefalı kavimden yana./ ‘İşte!’ dedi, ‘Vekil benim o zâta,/ Îsâ’nın vekili de benim hatta./ İşte şu tomar da dâvâma delil,/ Ondan sonra benim Îsâ’ya vekil’.”

İsevî beylerinden birinin ortaya çıkarak vekil olduğunu gösteren belgeyi halka sunmasına kadar her şey yolunda giderken, onun bu belgeyi halka sunması üzerine kızılca kıyamet kopar. Müfsit vezirin kaos plânının bir gereği olarak her beye başka gerekçeyle vekillik verdiğini daha önce izah etmiştik. Her bey kendi vekillik belgesini müfsit vezirin elinden aldığı için, vekâletin de sadece kendinde olduğunu sanmaktadır. Bu durumda doğal olarak, diğerini vekâlete göz dikmiş haris bir hain sayacaktır.

Nitekim ilk ortaya atılan beyin vezir tarafından onaylanmış kendi belgesini halka göstermesi üzerine, onun doğruluğuna elindeki belgenin sahiciliğinden dolayı inanmayan diğer bir bey, derhâl ortaya çıkarak itiraz eder. Filan beyin yalan söylediğini, asıl vekilin kendisi olduğunu, işte elindeki şu vekillik belgesinin de bizzat dinin azizi tarafından düzenlendiğini iddia ederek vezir tarafından düzenlenmiş vekâlet tomarını halka gösterir. Böylelikle ortaya çıkan iki bey ve beylerin maiyetleri arasında bir kargaşa çıkar.   

“Başka bir bey çıkıp hemen pusudan,/ O da etti aynı dâvâyı beyan!/ O da çıkardı koltuktan bir tomar,/ Çıfıtça bir öfkeye düştü bunlar.”

İş burada bitse yine iyi, en azından iki bey kozunu paylaşır, neticede birinden biri vekillik görevini yürütürdü. Lâkin diğer beyler, kendilerine göre düzmece belgelerle ortaya çıkıp kendi hakları olan vekillik dâvâsı için kavganın eşiğine gelen bu beylere, “Durun bakalım, ikiniz de yalan söylüyorsunuz. O din azizinin gerçek vekili benim, işte şu da belgemdir!” diye kendi tomarlarını gösterirler. Üçüncüyü dördüncü, dördüncüyü beşinci yalancılıkla suçlayarak, her bey, kendinde olduğunu sandığı gerçek belge iddiasıyla meydana çıkar ve fitnenin fitili ateşlenmiş olur.

“Diğer beyler de birbiri ardından/ Çektiler keskin kılıçları kından.”

Müfsit vezir, içlerine sızdığı İsevîlere öyle hazin bir final hazırlamıştır ki değme iblis bir araya gelse, böyle bir şeytanlık akıllarının ucundan bile geçmez. Kaosun resmi çizilecek olsa herhâlde böyle bir fitne sahnesinden daha iyisi tasavvur edilemez.                    

“Alıp ele bir kılıç ve bir tomar,/ Sarhoş filler misâli savaştılar!/ Öldü yüz binlerce İsevî, ey can!/ Tepeler oluştu kesik başlardan./ Aktı dört bir yanda sel misâli kan,/ Dağlar direklendi havaya tozdan./ Ektiği fitne tohumu vezirin,/ Başına belâ oldu her emirin.”

Her bey, müfsit vezir tarafından düzenlenen belgeye dayanarak gerçek vekilin kendisi olduğunu ileri sürer. Ona göre diğerleri, hem sahtekâr, hem de öz hakkına el koyan bir gasıptır. Hırsların köpürdüğü böyle bir ortamın büyük bir kaosa yol açacağı aşikârdır. Nitekim herkes kendi elindeki tomarın doğru olduğunu iddia edip diğerlerini sahtekârlıkla suçlayınca, ortam kızışır ve ellerdeki tomarlar bir kenara bırakılıp bellerdeki kılıçlar çekilir.

Bütün beyler birbirine savaş ilân ederek gözü dönmüş sarhoş filler gibi cenge tutuşurlar. Savaş söz konusu olunca haklı haksız ayrımı ortadan kalkar ve “Hüküm galibindir” ilkesi gereğince her bey, birini ortadan kaldırıp diğerine saldırır. Tâ ki bu fitne savaşı, birinin hepsini ortadan kaldıracağı zamana kadar sürüp gider…

Vezir, ölümüyle kendi fitne plânını başarmış olur. İşin başında Yahudi hükümdara, İsevîleri üçer beşer öldürmekle sonuç alınamayacağını söyleyen ve hükümdarın çare sorması üzerinde de bu habis plânını anlatan vezir, amacına ulaşmış olur. 

Hikâyenin sonu: Vezirin son oyunu

Hazreti Îsâ’nın getirdiği hak din bütün İsevîleri bir bayrak altında toplarken, içlerine sızan bir habisin şeytanca ifsat ve iğvası yüzünden aynı saftaki inanırlar, birbirlerini vahşice öldürmeye ve karşısındakini kâfir ve gasıp olarak nitelemeye başlarlar.

Bu fitne savaşında yüzbinlerce masum mümin, içine düştükleri hile yüzünden helâk olur. Kelleler kule gibi yığılır ve hak dinin müminleri arasında ilelebet kapanmayacak düşmanlıklar açılır.

Böylelikle vezir, ölümüyle kendi fitne plânını başarmış olur. İşin başında Yahudi hükümdara, İsevîleri üçer beşer öldürmekle sonuç alınamayacağını söyleyen ve hükümdarın çare sorması üzerinde de bu habis plânını anlatan vezir, amacına ulaşmış olur. Vezir böyle yaparak hem gizlenmiş İsevîleri ortaya çıkarmış, hem de onları on iki mezhebe bölerek birbiriyle savaştırmıştır. Vezir, kendini feda ederek, mukabilinde yüz binleri ateşe atmış ve ülkesindeki İsevîliği, putlarına tehdit olmaktan çıkarmıştır.

Mevlâna bu öyküde, müminler için bir vahdet ve kardeşlik olan Hak Din’in nasıl bir tehdit ve tehlike altında kalabileceğini Mecusî vezir üzerinden anlatır. Hileyle aziz dine sızarak din helvasına sarımsak katan hain tipler, önce halkın gönlünü avlayarak kendilerini onlar nezdinde bir otorite hâline getirmekte, ardından da dinin hak yorumlarına bâtıl katarak dinin yüce kavramlarının içini boşaltmakta ve böylelikle onları halk nazarında itibarsızlaştırmaktadırlar. Daha sonra bir arada kardeşlik ve esenlik içinde yaşayan müminleri ayrıştırarak onları, birbirinin kanını içen katillere dönüştürmektedirler. Böylelikle nizamın yerini kaos, vahdetin yerini kesret, barışın yerini kargaşa, huzurun yerini sıkıntı ve gam almakta, din uğruna savaşan müminler cihat ve gayreti bırakarak birbirlerini boğazlamaktadırlar.

Yüce Din algıya dayanan bir kör dövüşü içinde fert ve toplum vicdanından uzaklaşınca, o toplum ve fert, Hak Din’e sızan din tacirlerinin avı hâline gelmektedirler.

Hazret bize, din işinde nalların tersine çakılı olduğunu, “Allah lillah” diyenlerin sözüne değil, özüne ve ameline bakmamız gerektiğini söylüyor. Ona göre din tacirleri, dinin içinde ve en mahrem katlarında bulunurlar. Müminler, feraset kokusuyla din helvasına sarımsak katan bu müfsitleri tanımalı, basiret gözüyle hak libası altındaki bu kâfirleri görmelidirler. (Son)