HİLEKÂR vezir,
müritleri azarlayıp onlara çilehaneden çıkmayacağını, zira Hazreti Îsâ’nın
kendisine ruhanî mecliste görünüp ölümünü bildirdiği yalanını uydurduktan sonra
çilehanenin kapısını kapatır ve kırk güne kırk gün daha ekleyerek çilehaneye
yeniden girer.
Vezirin çilehaneye yeniden
girme amacı, Hazreti Îsâ’nın verdiği sözde müjdeye sadakat göstermektir. Zira
müritleri üzerinde uyandırdığı büyük hayranlık duygusunun tahkimi için böyle
bir davranış şekli, amacına hesapladığından daha çok hizmet edecektir. Müfsit
vezir, hayattayken yapacaklarının sona erdiğine kani olunca ölümünün dâvâsı için,
dirisinden daha faydalı olacağı inancıyla özünü, kutsal bildiği bâtıl inancına
feda ederek hayatına son verir.
“Kapattı kapıyı, tam kırk gün sürdü,/ Geçerek
varlıktan kendin öldürdü.”
Mevlâna burada
dikkatimizi, vezirin kendisini halvetteyken öldürmesinin altında yatan
hastalıklı psikolojiye çeker. Vezirin ölüm olayının gerçeği ile bu olayın halka
sunumu arasında birbirine zıt bir durum vardır. Mevlâna, vezir tipi
müşriklerin, içine sızdıkları bir din ve inançta hangi düzeye çıkarlarsa
çıksınlar, sonunda imansızlık azabına düşeceklerini söyler. Bu azap müşrik
için, onulmaz ve altından kalkılmaz bir İlâhî cezadır. Hazreti Pîr demek ister
ki, “Cenâb-ı Hakk, şeytanın âlemde en seçkin müridi olan bu tiplerin ruhlarını,
daha yaşarlarken perdeli bir biçimde gasp ederek onlara hayat boyu azap
tattırır”. Bu tipler, hilekâr vezir örneğinde olduğu gibi, kötülük ve kargaşada
zirveye çıksalar ve ektikleri fitne tohumunun meyvelerini yeseler dahi ruhsal
açıdan asla teskin olamayacakları bir huzursuzluk yaşarlar. Sözde başarılarının
geçici tadı, yaşadıkları ruhsal azabın kalıcı tadı yanında kelimenin tam
anlamıyla hiç ölçüsünde olduğundan, bu tipler, başarının verdiği haz duygusunu
asla yaşayamazlar. Fitnede zirveye çıktıkları ve şerde amaçlarına ulaştıkları
hâlde ruhsal bir çöküntü yaşamaktan kurtulamazlar. Vezirin halvette hayatına
son vermesinden anlıyoruz ki, bu tipler, verdikleri bâtıl mücadelenin âhir
ömürlerinde kendilerine anlamsız görünmesinden dolayı dışa yönelik negatif
enerjilerini kendilerine yönelterek hayatlarına son verirler. Ancak iblisin
müridi olan bu tipler, ölümlerinin de kargaşa ve kaos yaratacak bir hâdise
olmasını arzu ederler. Bu davranış biçimi, onların şerrin temsilcisi olarak
yaşamaya devam etme emellerinden kaynaklanır.
Hilekâr vezirin kendi hayatına
son vermesi, girdiği çilehanenin Hakk’a yakınlaşma yolundan ziyade şeytana
ulaşma yolu olmasından dolayıdır. Onun ölüm mekânı olarak çilehaneyi seçmesi,
müritleri ve halk arasında oluşturmayı başardığı aziz imajının ölümünden
sonraki kuvvet çarpanının artması amacına yöneliktir. Bu tavır, vezirin Hakk’ın
huzurunda O’nun zikriyle meşgulken ölüp sırra kadem bastığı algısını oluşturmak
içindir. Böylelikle müritleri, şeyhlerinin Hakk yolunda ölüp sırra kadem basmak
suretiyle azizler kervanına katıldığına şahitlik edecekler ve vezirin ölüsü,
dirisinden daha kuvvetli bir önder figür hâline gelecektir.
Vezirin gerçekte kendini
öldürmesi haberi, tam da onun hesabına uygun olarak, gerçekten habersiz olan
müritleri tarafından şeyhlerinin Hazreti Îsâ’nın yolunu izleyerek sonunda o
yüce peygamberin mâkâmına yükseldiği biçiminde halka sunulur. Bu tip algı sunumuna
çok açık olan halk, onu Hazreti Îsâ’nın vekili ve azizlerin en makbulü sayarak
derhâl mezarının başına koşar. Vezirin mezarı başında mahşerî bir kalabalık
oluşturan halk, matemle saç baş yolup üst baş yırtarak büyük bir yas dalgası
oluşturur. Öyle ki, yetmiş iki millet, her yönden bölük bölük mezarının başına
gelerek onun kaybından duydukları derin acıyı yansıtırlar. Vezirin ölümü halk
üzerinde o kadar etkili olur ki yası bir ay sürer. Toplumun en alt tabakasından
tutun, beyler ve krallara kadar herkes bu büyük mateme iştirak edip her kesimden
insan onun kabrini tavaf eder:
“Halka ulaşınca ölüm haberi,/ Oldu mezarı bir kıyamet
yeri./ Kabrinin başına geldi cümle halk,/ Matemle saç yolup üst baş yırtarak./ Türk,
Acem, Arap, Rum, bölük bölük gelir,/ Sayıların ancak Yaradan bilir!/ Başlarına
toprak saçıp durmadan,/ Derdine yanmayı saydılar derman./ Kabri üstünde bir ay
ağlaştı halk,/ Gözlerinden kanlı yaşlar saçtı halk./ Ettiler ayrılık derdiyle
ahlar,/ Büyükler, küçükler ve padişahlar…”
Mevlâna, hikâyenin başından sahtekâr vezirin ölümüne kadar bize, hilekâr vezirin hak dini kendi amacına uygun biçimde nasıl kullandığını, mağdur bir aziz imajıyla dine nasıl sızdığını, hak dinin birlik ve dirlik için inmiş kavramlarını, kaos ve fitne için kullanıp kavramların içini nasıl boşalttığını ve bu kavramlara getirdiği yorumlarla Hıristiyanları nasıl birbirine düşman tayfalar hâline getirdiğini aktarır. Sahtekâr vezirin ölümünden sonra kopardığı fitne dalgasının yaşarken kopardığı fitne dalgasından daha büyük ve sarsıcı olduğunu dile getirmesiyse, bu habis tiplerin ölümlerinin mensup oldukları toplum için yaşamalarından daha büyük bir belâ üretme potansiyeli taşımalarına ilişkin bir uyarıdır.
Ölümden fitne dermek
Şimdi gelelim müfsit
vezirin öldükten sonra kopardığı fitnenin seyrine…
Hileci vezirin ölümü
üzerinden bir ay geçip yas sona erince, halk, onun boşluğunu doldurup mâkâmına
geçecek olan halifenin kim olduğu sorusunun peşine düşer. Bu amaçla halk,
vezirin on iki farklı anlayışa ayırdığı, ancak bu ayrımdan kendilerinin de
haberdar olmadığı beylere müracaat eder. Derler ki, “Ey Hazreti Îsâ dininin ulu kişileri, dinimizin azizi ulu vezir
ölmüştür. Acaba bu mübarek insan, içinizden vekil olarak hanginizi işaret ve
yerine imam olarak kimi tayin etti? Bu yüce emaneti bize bildirin de önder
olarak onu tanıyıp imam olarak onun arkasında duralım. Madem o güneş battı, hiç
olmazsa o güneşin batımından sonra oluşan karanlıktan çıra yakarak kurtulalım.
Açıktır ki, o büyük önderi kaybettik, o hâlde o büyük ve aziz insanın elbette
bize yadigâr olarak bıraktığı bir vekili, işaret ettiği bir halifesi vardır.
Madem gül bahçesi harap oldu ve o bahçedeki gül de soldu, bari o gülün kokusunu
suyundan alalım”.
Burada halkın beylere
müracaatında vezirin yerinin doldurulamayacağına ilişkin kesin inançları,
vezirin oluşturmak istediği algının olgu hâline gelmesi açısından çok ilgi
çekicidir. Bu noktada Mevlâna bize, toplumda olgu hâline gelen kabullerin
ardında bir algının yatıp yatmadığına dair bir bakış açısı sunmaktadır. Bu
bakış açısı bize, sahteyle gerçeği, sağlamla kofu, tazeyle çürüğü, şerle hayrı
ayırt etmemize yarayacak bir ölçüt kazandıracaktır.
“Bir ay sonra dedi halk: ‘Ey ulular,/ Onun yerini hangi emir tutar?/ Yerine bilelim de onu imam,/
Elimizi ona uzatalım tam./ Güneş batıp bizi dağladı madem,/ Yoktur mum
yakmaktan başka bir merhem./ Mademki kaybettik gözlerden yâri,/ Olmalı bizlere
bir yadigârı./ Gül soldu ve harap oldu gülistan,/ Alalım kokuyu o gül suyundan.’”
Mevlâna bu noktada
yukarıdaki son beyti, asıl maksadını anlatmak için bir geçki olarak
kullanmaktadır. Buna göre “gülistan” mânâ âlemi, “gül” o âlem bahçesinde açmış
olan peygamber, “gül suyu” ise o peygamberin yolunu izleyen evliyadır. Mevlâna
buradan hareketle Cenâb-ı Allah’ın bu âlemi manen peygamberler eliyle
yönettiğini söylemektedir. Ona göre vekille müvekkili maksat bakımından iki
sanmak vahim bir yanılgıdır. Zira peygamberin dile getirdiği şeyler, kendinin
heves ve arzusu değil, Cenâb-ı Hakk’ın buyruklarıdır.
Bu inceliğe vâkıf olmayan
insanlar, âlemdeki varlık ve nesnelere zahir gözüyle baktıkları için, onları
birbirinden farklı şeyler olarak görürler. Oysa hakikati eşya ve nesnelerin
perdesinden kurtularak seyredenler için vekille müvekkil, denizle dalga,
maddeyle mânâ birleşir, geçici ikilik ortadan kalkar ve yerini kalıcı birlik
alır.
“Açıkça görünmez olduğundan Hak,/ Tüm nebiler ona
vekildir elhak./ Yanlış dedim, müvekille vekilli/ İki sanmak çirkindir, ne
güzeli?/ Surete taptığın için ikidir,/ Suretten geçene göre birdir bir!”
Mevlâna insandaki temel
yanılgının, bu suretler âlemine bakarak hüküm vermesinden kaynaklandığını
söyler. Ona göre biz, bu âleme iki gözle bakarak daha âlemi idrak ediş
biçimimizin başında ikiliğe düşeriz. Oysa âleme iki gözle bakıyor olsak bile o
iki gözün feri olan nurun tek olduğu görülür. Aslında her iki göz de aynı nurun
gücüyle görmektedir. Kişi gözün gördüğüne takılırsa, o gözlerdeki ışığın aynı
kaynaktan geldiğini ve o kaynağın da Cenâb-ı Hakk’ın nuru olduğunu yetkin
biçimde ayıramaz.
Oysa bir yere on tane
kandil toplansa ve bu kandillerin her biri de ayrı biçim, büyüklük ve görünüşte
olsalar, onların her birinin yaydığı ışığa bakıldığında biçimlerinin farklı
oluşuna karşılık yaydıkları ışığı birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Bütün
kandiller, biçimleri farklı olduğu hâlde aynı ışığı yansıttıkları için ışık
bakımından birdirler ve o yüzden oluşan ortak ışık ortamında kandillerin görünümlerinin
bir önemi kalmaz; çünkü ortada muhtelif kandillerin yaydığı tek bir ışık
vardır.
“Surete bakarsan gözün ikidir,/ Bundan geç de gözün
nuruna bak bir./ Nuruna bakarsa gözün bir adam,/ Onlardaki nuru ayıramaz tam./ Toplansa
bir yere on tane kandil,/ Suretâ her biri ayrı bir şekil./ Her birinin ışığına
bakarsan,/ Birbirinden ayırmaya yok imkân…”
Mevlâna, bu âlemde bulunan
şeylerin biçim ve görünüş itibariyle daima bir çokluk ve kesret manzarası
sunduğunu söyler. Çünkü bu âlem suretler âlemidir ve her nesne ile varlığın bir
mahiyet ve görünüşü vardır. Bu itibarla biz, âlemdeki her şeye bir isim
veririz; dağ, ırmak, yıldız, orman gibi... Mevlâna, âlemdeki varlık ve
nesnelerin farklı biçim ve görünüşte oluşlarının bizi yanıltmaması gerektiğini
söyler. Bize düşen, o biçim ve görünüşlerin özünde yatan birlik ve tevhidi fark
etmektir. Söz gelimi, yüz elma ve yüz de armut toplasak, bunları yüz elma ve
yüz de armut biçiminde görürüz. Ancak bunları bir kaba sıksak, ortaya çıkan
şeye ne armut, ne de elma diyebiliriz. Çünkü bu işlemin sonunda elde ettiğimiz
şey, onların özü ve usaresi olan birleşik bir sudan ibarettir. Bu işlemin
sonunda elma ve armut gitmiş, çokluk ortadan kalkmış ve elmalar ile armutlar,
sıkılan suda fâni olmuşlardır.
Hazreti Pîr’e göre bizim
her şeyi çokluk hâlinde görmemiz, varlık ve nesnelerde kaçınılmaz olarak bölüm
ve sayıya ihtiyaç duymamızı gerektirir. Bir şey bölünüyor ve sayıya vuruluyorsa,
bu durum onun kesretine, çokluğuna ve hakikî varlık olmayışına delâlet eder.
Oysa varlık ve suretlerin zıddı olan mânâda bölüm ve sayı yoktur. Bu itibarla
mânâ ne parçalanabilir, ne de sayıya vurulabilir. Mânâ bu niteliği açısından
tamamıyla birlik ve vahdettir.
“Yüz elma ve yüz de armut toplasan,/ Yüzler bir olmaz
mı sıktığın zaman?/ Mânâlarda yoktur bölüm ve sayı,/ Parçalamak uygun olmaz
mânâyı…”
Mânâ dağında…
Mevlâna, mânânın bu
mahiyetinden dolayı onu hakikatin ta kendisi sayar. O yüzden mânânın mahiyetini
bu yönde kavrayanları dost olarak niteler. Bu dostların telkin ettiği hakikat
ise bizi Hakk’tan uzaklaştıran isyana düşüren ve iki cihanımızı karartan
suretten kurtulmak ve mânânın eteğine yapışmaktır. Mânânın eteğine yapışmak ve
onun peşinden gitmek o kadar da kolay değildir. Bunun için tutulacak yol, bizi
isyana götüren ve yolumuzu kesen âsi suretten kurtulmaktır. Âsi suretten
kurtulmanın yolu ise hak yolunda çileye girip çilehanede; idrakimize, algımıza
ve hücrelerimize sinmiş olan suret algısını eritmek ve hislerimizi o suretlerin
oluşturduğu sahte gerçeklikten kurtarmaktır.
Bu durum gerçekleştiğinde
çokluk ifade eden suretlerin sisi nazarımız önünden çekilir ve biz o sisin
sakladığı birlik ve vahdet hazinesini pırıl pırıl karşımızda buluruz. Zaten
derviş âsi suretten kurtulmak için çilehaneye girdiğinde, kendisi suretten
kurtulmaya muvaffak olamasa bile niyetinin suretten kurtulma olmasından dolayı
Cenâb-ı Allah’ın özel bir lûtfu olan ihsanı devreye girer ve derviş o ihsan
sayesinde âsi suretten kurtulur.
Mevlâna, çilehanede
Hakk’ın ihsanıyla karşılaşan dervişin deneyiminden -ki bu kendi deneyimidir-
hareketle ihsanı bize suret eriten hususî bir ateş olarak takdim eder. Hakk, bu
niyetteki dervişe suretten kurtulma konusundaki mücadelesinde ihsan nimeti
göndererek onun perdeleri yırtmasına ve sisi dağıtmasına yardımcı olur. Burada
bahsi geçen ihsan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’ın kudret sıfatından gelen
bir ihsandır. Bu demek olur ki, Hakk’ın her ismine bağlı olarak gelen ihsanlar
vardır ve her ismin ihsanı ayrı bir nitelik gösterir. Buradan anlaşılıyor ki,
çilehanedeki dervişe gelen ihsan, Allah’ın Kâdir ismine bağlı olarak geldiğinde
dervişe suretleri eritme ve onları buharlaştırma gücü verir. Böylelikle derviş,
Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i ihsanıyla idrak ve algısının önünü kesen sahte suretleri
eritip buharlaştırarak mânâ ile temas eder. Böylelikle mânâ ayağını tutarak âsi
suretlerinden kurtulmuş olur.
“Dostun dostlarla ne hoş bir olması!/ Mânâ ayağını
tut, suret âsi./ Çileyle eritip âsi sureti,/ Göresin hazine gibi vahdeti./ Sen
eritmezsen ihsanı eritir/ Ey gönlümün kulu olduğu Kâdir!”
Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın
Kâdir Esmasının bizim idrakimizi kuşatan âsi sureti ihsanıyla eritmesinden ve
bizi yekpare bir deniz olan mânâ âlemiyle karşı karşıya bırakmasından hareketle,
onun kudretinin suretler âleminde sayısız tecelli ile farklı farklı mahiyetler
aldığına işaret eder. Çiledeki derviş, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ihsanı sayesinde
suret âlemiyle mânâ âleminin arasındaki geçitte durduğunda farklı nesne, biçim
ve görüntü hâlinde gördüğü her şey ile gönül ve kalplerde oluşan her hissin
aynı denizin maddî ve manevî olarak bizi kendi dalgasıyla kuşatmasının bir
neticesi olduğunu fark eder.
Mevlâna’nın burada
dikkatimizi, mânâ cihanı ile suretler dünyasının arasındaki isyan perdesinin
-ki buna “nisyan perdesi” demek de mümkündür- Hakk ihsanıyla kaldırılmasına
çeker. Bu demektir ki, biz perde kaldıramayız, ancak o perdenin eşiğine
geldiğimizde Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı, perdeyi eriterek ortadan kaldırır. Biz bu
ihsan sayesinde vahdetin bize oynadığı nizamın cilvelerini görürüz. Meğer bizim
sayılamaz bir varlık çokluğu hâlinde gördüğümüz bu muazzam evren, âsi bir
perdeden başka bir şey değilmiş ve üstelik o sayılamaz sayıda gördüğümüz varlık
çokluğu, mânâ denizinin bir titreşiminden ibaretmiş.
Aslında gönüllerimizde
cilveler kılan da, dervişlere hırkalar diken de o kudrettir.
“O hem gönüllerde cilveler kılar,/ Hem de diker
dervişlere hırkalar…”
Ancak biz, derviş hırkası
diken el ile gönlümüzde uyanan duyguları birbiriyle asla bağdaştıramayız. Hatta
birisini terzi gibi, öbürünü de gönlümüzde beliren bir ruhsal hâl gibi
algılarız. Bu algı, bu âlemde, tam da söylendiği gibi farklı görünüş ve
biçimler hâlinde bizimle temas edip bizi yanıltırken, sureti erittiğimizde
ortaya çıkan algıysa mânâ âlemine dâhil olduğumuzda karşılaşacağımız gerçekliğe
ait bir algı olacaktır.