Hak görünümlü küfrün dinle cengi (28)

Mevlâna, hikâyenin başından sahtekâr vezirin ölümüne kadar bize, hilekâr vezirin hak dini kendi amacına uygun biçimde nasıl kullandığını, mağdur bir aziz imajıyla dine nasıl sızdığını, hak dinin birlik ve dirlik için inmiş kavramlarını, kaos ve fitne için kullanıp kavramların içini nasıl boşalttığını ve bu kavramlara getirdiği yorumlarla Hıristiyanları nasıl birbirine düşman tayfalar hâline getirdiğini aktarır.

HİLEKÂR vezir, müritleri azarlayıp onlara çilehaneden çıkmayacağını, zira Hazreti Îsâ’nın kendisine ruhanî mecliste görünüp ölümünü bildirdiği yalanını uydurduktan sonra çilehanenin kapısını kapatır ve kırk güne kırk gün daha ekleyerek çilehaneye yeniden girer.

Vezirin çilehaneye yeniden girme amacı, Hazreti Îsâ’nın verdiği sözde müjdeye sadakat göstermektir. Zira müritleri üzerinde uyandırdığı büyük hayranlık duygusunun tahkimi için böyle bir davranış şekli, amacına hesapladığından daha çok hizmet edecektir. Müfsit vezir, hayattayken yapacaklarının sona erdiğine kani olunca ölümünün dâvâsı için, dirisinden daha faydalı olacağı inancıyla özünü, kutsal bildiği bâtıl inancına feda ederek hayatına son verir.

“Kapattı kapıyı, tam kırk gün sürdü,/ Geçerek varlıktan kendin öldürdü.”

Mevlâna burada dikkatimizi, vezirin kendisini halvetteyken öldürmesinin altında yatan hastalıklı psikolojiye çeker. Vezirin ölüm olayının gerçeği ile bu olayın halka sunumu arasında birbirine zıt bir durum vardır. Mevlâna, vezir tipi müşriklerin, içine sızdıkları bir din ve inançta hangi düzeye çıkarlarsa çıksınlar, sonunda imansızlık azabına düşeceklerini söyler. Bu azap müşrik için, onulmaz ve altından kalkılmaz bir İlâhî cezadır. Hazreti Pîr demek ister ki, “Cenâb-ı Hakk, şeytanın âlemde en seçkin müridi olan bu tiplerin ruhlarını, daha yaşarlarken perdeli bir biçimde gasp ederek onlara hayat boyu azap tattırır”. Bu tipler, hilekâr vezir örneğinde olduğu gibi, kötülük ve kargaşada zirveye çıksalar ve ektikleri fitne tohumunun meyvelerini yeseler dahi ruhsal açıdan asla teskin olamayacakları bir huzursuzluk yaşarlar. Sözde başarılarının geçici tadı, yaşadıkları ruhsal azabın kalıcı tadı yanında kelimenin tam anlamıyla hiç ölçüsünde olduğundan, bu tipler, başarının verdiği haz duygusunu asla yaşayamazlar. Fitnede zirveye çıktıkları ve şerde amaçlarına ulaştıkları hâlde ruhsal bir çöküntü yaşamaktan kurtulamazlar. Vezirin halvette hayatına son vermesinden anlıyoruz ki, bu tipler, verdikleri bâtıl mücadelenin âhir ömürlerinde kendilerine anlamsız görünmesinden dolayı dışa yönelik negatif enerjilerini kendilerine yönelterek hayatlarına son verirler. Ancak iblisin müridi olan bu tipler, ölümlerinin de kargaşa ve kaos yaratacak bir hâdise olmasını arzu ederler. Bu davranış biçimi, onların şerrin temsilcisi olarak yaşamaya devam etme emellerinden kaynaklanır.

Hilekâr vezirin kendi hayatına son vermesi, girdiği çilehanenin Hakk’a yakınlaşma yolundan ziyade şeytana ulaşma yolu olmasından dolayıdır. Onun ölüm mekânı olarak çilehaneyi seçmesi, müritleri ve halk arasında oluşturmayı başardığı aziz imajının ölümünden sonraki kuvvet çarpanının artması amacına yöneliktir. Bu tavır, vezirin Hakk’ın huzurunda O’nun zikriyle meşgulken ölüp sırra kadem bastığı algısını oluşturmak içindir. Böylelikle müritleri, şeyhlerinin Hakk yolunda ölüp sırra kadem basmak suretiyle azizler kervanına katıldığına şahitlik edecekler ve vezirin ölüsü, dirisinden daha kuvvetli bir önder figür hâline gelecektir.

Vezirin gerçekte kendini öldürmesi haberi, tam da onun hesabına uygun olarak, gerçekten habersiz olan müritleri tarafından şeyhlerinin Hazreti Îsâ’nın yolunu izleyerek sonunda o yüce peygamberin mâkâmına yükseldiği biçiminde halka sunulur. Bu tip algı sunumuna çok açık olan halk, onu Hazreti Îsâ’nın vekili ve azizlerin en makbulü sayarak derhâl mezarının başına koşar. Vezirin mezarı başında mahşerî bir kalabalık oluşturan halk, matemle saç baş yolup üst baş yırtarak büyük bir yas dalgası oluşturur. Öyle ki, yetmiş iki millet, her yönden bölük bölük mezarının başına gelerek onun kaybından duydukları derin acıyı yansıtırlar. Vezirin ölümü halk üzerinde o kadar etkili olur ki yası bir ay sürer. Toplumun en alt tabakasından tutun, beyler ve krallara kadar herkes bu büyük mateme iştirak edip her kesimden insan onun kabrini tavaf eder:

“Halka ulaşınca ölüm haberi,/ Oldu mezarı bir kıyamet yeri./ Kabrinin başına geldi cümle halk,/ Matemle saç yolup üst baş yırtarak./ Türk, Acem, Arap, Rum, bölük bölük gelir,/ Sayıların ancak Yaradan bilir!/ Başlarına toprak saçıp durmadan,/ Derdine yanmayı saydılar derman./ Kabri üstünde bir ay ağlaştı halk,/ Gözlerinden kanlı yaşlar saçtı halk./ Ettiler ayrılık derdiyle ahlar,/ Büyükler, küçükler ve padişahlar…”

Mevlâna, hikâyenin başından sahtekâr vezirin ölümüne kadar bize, hilekâr vezirin hak dini kendi amacına uygun biçimde nasıl kullandığını, mağdur bir aziz imajıyla dine nasıl sızdığını, hak dinin birlik ve dirlik için inmiş kavramlarını, kaos ve fitne için kullanıp kavramların içini nasıl boşalttığını ve bu kavramlara getirdiği yorumlarla Hıristiyanları nasıl birbirine düşman tayfalar hâline getirdiğini aktarır. Sahtekâr vezirin ölümünden sonra kopardığı fitne dalgasının yaşarken kopardığı fitne dalgasından daha büyük ve sarsıcı olduğunu dile getirmesiyse, bu habis tiplerin ölümlerinin mensup oldukları toplum için yaşamalarından daha büyük bir belâ üretme potansiyeli taşımalarına ilişkin bir uyarıdır. 


Ölümden fitne dermek

Şimdi gelelim müfsit vezirin öldükten sonra kopardığı fitnenin seyrine…

Hileci vezirin ölümü üzerinden bir ay geçip yas sona erince, halk, onun boşluğunu doldurup mâkâmına geçecek olan halifenin kim olduğu sorusunun peşine düşer. Bu amaçla halk, vezirin on iki farklı anlayışa ayırdığı, ancak bu ayrımdan kendilerinin de haberdar olmadığı beylere müracaat eder. Derler ki, “Ey Hazreti Îsâ dininin ulu kişileri, dinimizin azizi ulu vezir ölmüştür. Acaba bu mübarek insan, içinizden vekil olarak hanginizi işaret ve yerine imam olarak kimi tayin etti? Bu yüce emaneti bize bildirin de önder olarak onu tanıyıp imam olarak onun arkasında duralım. Madem o güneş battı, hiç olmazsa o güneşin batımından sonra oluşan karanlıktan çıra yakarak kurtulalım. Açıktır ki, o büyük önderi kaybettik, o hâlde o büyük ve aziz insanın elbette bize yadigâr olarak bıraktığı bir vekili, işaret ettiği bir halifesi vardır. Madem gül bahçesi harap oldu ve o bahçedeki gül de soldu, bari o gülün kokusunu suyundan alalım”.

Burada halkın beylere müracaatında vezirin yerinin doldurulamayacağına ilişkin kesin inançları, vezirin oluşturmak istediği algının olgu hâline gelmesi açısından çok ilgi çekicidir. Bu noktada Mevlâna bize, toplumda olgu hâline gelen kabullerin ardında bir algının yatıp yatmadığına dair bir bakış açısı sunmaktadır. Bu bakış açısı bize, sahteyle gerçeği, sağlamla kofu, tazeyle çürüğü, şerle hayrı ayırt etmemize yarayacak bir ölçüt kazandıracaktır.

“Bir ay sonra dedi halk: ‘Ey ulular,/ Onun yerini hangi emir tutar?/ Yerine bilelim de onu imam,/ Elimizi ona uzatalım tam./ Güneş batıp bizi dağladı madem,/ Yoktur mum yakmaktan başka bir merhem./ Mademki kaybettik gözlerden yâri,/ Olmalı bizlere bir yadigârı./ Gül soldu ve harap oldu gülistan,/ Alalım kokuyu o gül suyundan.’”

Mevlâna bu noktada yukarıdaki son beyti, asıl maksadını anlatmak için bir geçki olarak kullanmaktadır. Buna göre “gülistan” mânâ âlemi, “gül” o âlem bahçesinde açmış olan peygamber, “gül suyu” ise o peygamberin yolunu izleyen evliyadır. Mevlâna buradan hareketle Cenâb-ı Allah’ın bu âlemi manen peygamberler eliyle yönettiğini söylemektedir. Ona göre vekille müvekkili maksat bakımından iki sanmak vahim bir yanılgıdır. Zira peygamberin dile getirdiği şeyler, kendinin heves ve arzusu değil, Cenâb-ı Hakk’ın buyruklarıdır.

Bu inceliğe vâkıf olmayan insanlar, âlemdeki varlık ve nesnelere zahir gözüyle baktıkları için, onları birbirinden farklı şeyler olarak görürler. Oysa hakikati eşya ve nesnelerin perdesinden kurtularak seyredenler için vekille müvekkil, denizle dalga, maddeyle mânâ birleşir, geçici ikilik ortadan kalkar ve yerini kalıcı birlik alır.  

“Açıkça görünmez olduğundan Hak,/ Tüm nebiler ona vekildir elhak./ Yanlış dedim, müvekille vekilli/ İki sanmak çirkindir, ne güzeli?/ Surete taptığın için ikidir,/ Suretten geçene göre birdir bir!”

Mevlâna insandaki temel yanılgının, bu suretler âlemine bakarak hüküm vermesinden kaynaklandığını söyler. Ona göre biz, bu âleme iki gözle bakarak daha âlemi idrak ediş biçimimizin başında ikiliğe düşeriz. Oysa âleme iki gözle bakıyor olsak bile o iki gözün feri olan nurun tek olduğu görülür. Aslında her iki göz de aynı nurun gücüyle görmektedir. Kişi gözün gördüğüne takılırsa, o gözlerdeki ışığın aynı kaynaktan geldiğini ve o kaynağın da Cenâb-ı Hakk’ın nuru olduğunu yetkin biçimde ayıramaz.

Oysa bir yere on tane kandil toplansa ve bu kandillerin her biri de ayrı biçim, büyüklük ve görünüşte olsalar, onların her birinin yaydığı ışığa bakıldığında biçimlerinin farklı oluşuna karşılık yaydıkları ışığı birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Bütün kandiller, biçimleri farklı olduğu hâlde aynı ışığı yansıttıkları için ışık bakımından birdirler ve o yüzden oluşan ortak ışık ortamında kandillerin görünümlerinin bir önemi kalmaz; çünkü ortada muhtelif kandillerin yaydığı tek bir ışık vardır.

“Surete bakarsan gözün ikidir,/ Bundan geç de gözün nuruna bak bir./ Nuruna bakarsa gözün bir adam,/ Onlardaki nuru ayıramaz tam./ Toplansa bir yere on tane kandil,/ Suretâ her biri ayrı bir şekil./ Her birinin ışığına bakarsan,/ Birbirinden ayırmaya yok imkân…”

Mevlâna, bu âlemde bulunan şeylerin biçim ve görünüş itibariyle daima bir çokluk ve kesret manzarası sunduğunu söyler. Çünkü bu âlem suretler âlemidir ve her nesne ile varlığın bir mahiyet ve görünüşü vardır. Bu itibarla biz, âlemdeki her şeye bir isim veririz; dağ, ırmak, yıldız, orman gibi... Mevlâna, âlemdeki varlık ve nesnelerin farklı biçim ve görünüşte oluşlarının bizi yanıltmaması gerektiğini söyler. Bize düşen, o biçim ve görünüşlerin özünde yatan birlik ve tevhidi fark etmektir. Söz gelimi, yüz elma ve yüz de armut toplasak, bunları yüz elma ve yüz de armut biçiminde görürüz. Ancak bunları bir kaba sıksak, ortaya çıkan şeye ne armut, ne de elma diyebiliriz. Çünkü bu işlemin sonunda elde ettiğimiz şey, onların özü ve usaresi olan birleşik bir sudan ibarettir. Bu işlemin sonunda elma ve armut gitmiş, çokluk ortadan kalkmış ve elmalar ile armutlar, sıkılan suda fâni olmuşlardır.

Hazreti Pîr’e göre bizim her şeyi çokluk hâlinde görmemiz, varlık ve nesnelerde kaçınılmaz olarak bölüm ve sayıya ihtiyaç duymamızı gerektirir. Bir şey bölünüyor ve sayıya vuruluyorsa, bu durum onun kesretine, çokluğuna ve hakikî varlık olmayışına delâlet eder. Oysa varlık ve suretlerin zıddı olan mânâda bölüm ve sayı yoktur. Bu itibarla mânâ ne parçalanabilir, ne de sayıya vurulabilir. Mânâ bu niteliği açısından tamamıyla birlik ve vahdettir.

“Yüz elma ve yüz de armut toplasan,/ Yüzler bir olmaz mı sıktığın zaman?/ Mânâlarda yoktur bölüm ve sayı,/ Parçalamak uygun olmaz mânâyı…”

Mânâ dağında…

Mevlâna, mânânın bu mahiyetinden dolayı onu hakikatin ta kendisi sayar. O yüzden mânânın mahiyetini bu yönde kavrayanları dost olarak niteler. Bu dostların telkin ettiği hakikat ise bizi Hakk’tan uzaklaştıran isyana düşüren ve iki cihanımızı karartan suretten kurtulmak ve mânânın eteğine yapışmaktır. Mânânın eteğine yapışmak ve onun peşinden gitmek o kadar da kolay değildir. Bunun için tutulacak yol, bizi isyana götüren ve yolumuzu kesen âsi suretten kurtulmaktır. Âsi suretten kurtulmanın yolu ise hak yolunda çileye girip çilehanede; idrakimize, algımıza ve hücrelerimize sinmiş olan suret algısını eritmek ve hislerimizi o suretlerin oluşturduğu sahte gerçeklikten kurtarmaktır.

Bu durum gerçekleştiğinde çokluk ifade eden suretlerin sisi nazarımız önünden çekilir ve biz o sisin sakladığı birlik ve vahdet hazinesini pırıl pırıl karşımızda buluruz. Zaten derviş âsi suretten kurtulmak için çilehaneye girdiğinde, kendisi suretten kurtulmaya muvaffak olamasa bile niyetinin suretten kurtulma olmasından dolayı Cenâb-ı Allah’ın özel bir lûtfu olan ihsanı devreye girer ve derviş o ihsan sayesinde âsi suretten kurtulur.

Mevlâna, çilehanede Hakk’ın ihsanıyla karşılaşan dervişin deneyiminden -ki bu kendi deneyimidir- hareketle ihsanı bize suret eriten hususî bir ateş olarak takdim eder. Hakk, bu niyetteki dervişe suretten kurtulma konusundaki mücadelesinde ihsan nimeti göndererek onun perdeleri yırtmasına ve sisi dağıtmasına yardımcı olur. Burada bahsi geçen ihsan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’ın kudret sıfatından gelen bir ihsandır. Bu demek olur ki, Hakk’ın her ismine bağlı olarak gelen ihsanlar vardır ve her ismin ihsanı ayrı bir nitelik gösterir. Buradan anlaşılıyor ki, çilehanedeki dervişe gelen ihsan, Allah’ın Kâdir ismine bağlı olarak geldiğinde dervişe suretleri eritme ve onları buharlaştırma gücü verir. Böylelikle derviş, Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i ihsanıyla idrak ve algısının önünü kesen sahte suretleri eritip buharlaştırarak mânâ ile temas eder. Böylelikle mânâ ayağını tutarak âsi suretlerinden kurtulmuş olur.

“Dostun dostlarla ne hoş bir olması!/ Mânâ ayağını tut, suret âsi./ Çileyle eritip âsi sureti,/ Göresin hazine gibi vahdeti./ Sen eritmezsen ihsanı eritir/ Ey gönlümün kulu olduğu Kâdir!”

Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın Kâdir Esmasının bizim idrakimizi kuşatan âsi sureti ihsanıyla eritmesinden ve bizi yekpare bir deniz olan mânâ âlemiyle karşı karşıya bırakmasından hareketle, onun kudretinin suretler âleminde sayısız tecelli ile farklı farklı mahiyetler aldığına işaret eder. Çiledeki derviş, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ihsanı sayesinde suret âlemiyle mânâ âleminin arasındaki geçitte durduğunda farklı nesne, biçim ve görüntü hâlinde gördüğü her şey ile gönül ve kalplerde oluşan her hissin aynı denizin maddî ve manevî olarak bizi kendi dalgasıyla kuşatmasının bir neticesi olduğunu fark eder.

Mevlâna’nın burada dikkatimizi, mânâ cihanı ile suretler dünyasının arasındaki isyan perdesinin -ki buna “nisyan perdesi” demek de mümkündür- Hakk ihsanıyla kaldırılmasına çeker. Bu demektir ki, biz perde kaldıramayız, ancak o perdenin eşiğine geldiğimizde Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı, perdeyi eriterek ortadan kaldırır. Biz bu ihsan sayesinde vahdetin bize oynadığı nizamın cilvelerini görürüz. Meğer bizim sayılamaz bir varlık çokluğu hâlinde gördüğümüz bu muazzam evren, âsi bir perdeden başka bir şey değilmiş ve üstelik o sayılamaz sayıda gördüğümüz varlık çokluğu, mânâ denizinin bir titreşiminden ibaretmiş.    

Aslında gönüllerimizde cilveler kılan da, dervişlere hırkalar diken de o kudrettir.

“O hem gönüllerde cilveler kılar,/ Hem de diker dervişlere hırkalar…”

Ancak biz, derviş hırkası diken el ile gönlümüzde uyanan duyguları birbiriyle asla bağdaştıramayız. Hatta birisini terzi gibi, öbürünü de gönlümüzde beliren bir ruhsal hâl gibi algılarız. Bu algı, bu âlemde, tam da söylendiği gibi farklı görünüş ve biçimler hâlinde bizimle temas edip bizi yanıltırken, sureti erittiğimizde ortaya çıkan algıysa mânâ âlemine dâhil olduğumuzda karşılaşacağımız gerçekliğe ait bir algı olacaktır.