Mutluluk resmi de çizilir,
hüsran resmi de
MEVLÂNA,
müritlerin sahtekâr vezir karşısında aldıkları mahviyet tavrından hareketle
dindeki ihtilafların temeli olan irade ve cebir meselesi üzerinde geniş bir biçimde
durduktan sonra sözü tekrar vezir ve müritlerin konuşmasına getirir:
“Vezir içeriden seslendi: ‘Müritler,/ Malûmunuz olsun,
veririm haber:/ Îsâ, şöyle haber gönderdi bana:/ ‘Ayrıl, veda et tüm dost ve
yarana./ Yüzünü duvara dön, yalnız otur,/ Kendi varlığından bile ayrı dur!’/
Konuşma izni yoktur bundan sonra,/ Dedikoduyla işim yok şu sıra./ Elveda ey
dostlar, ben artık öldüm;/ Dördüncü feleğe taşıdım yüküm./ Yanmaktansa odun
gibi zahmetle/ Ateş küresinin altında böyle,/ Artık Îsâ’nın yanına giderim,/ Dördüncü
feleğin üstüdür yerim.’”
Girdiği halvetten
müritlerin ısrarına rağmen çıkmayan sahtekâr vezir, zamanenin Hak dinine karşı iblisçe
mücadelesini sadece dirisiyle değil, ölüsüyle de sürdürmek niyetindedir. Mevlâna,
müfsit vezirin bu tutumu üzerinden din maskesi takarak dinin önderi konumuna
gelen tiplerdeki Hak dine düşmanlığın sınırsız bir ihtiras hâlinde bulunduğuna
işaret eder. Bu tiplerin Hak dine karşı içlerinde taşıdıkları kin ve gayzın
bitip tükenmez bir volkan gibi kaynadığını ihsas eden Hazreti Pîr, bu
habislerin aziz dine sadece diriyken değil, ölümlerinden sonra da büyük bir
darbe vurma arzusuyla yanıp tutuştuklarını ifşa eder.
Sahtekâr vezir, ölümünün
yaklaştığını hissedince Hak dine dirisiyle verdiği zarardan daha büyüğünü
ölümünden sonra vermek için, çekildiği halvette akla ziyan bir fitne tasarlar. Normal
durumda halvet ve çilehane, nefsin bütün hırs ve kusurlarından arındırıldığı
bir ıslah mekânıyken, mânâdan nasibi olmayan sahtekâr vezir içinse bir arınma
ve murakebe yerinden ziyade, en üst düzeyde mensubu göründüğü Îsâ dinini nasıl
ifsat edeceğine dair kafa yorduğu bir fitne mekânı hâlini almıştır.
Dışarıdaki samimî
müritler, zamanenin kutbu sandıkları müfsit vezirin çilehanede mânâ âleminde menzil
bırakmayıp geçtiğini sanmakta ve sözde şeyhlerinin bu mânâ dünyasından süzdüğü
hikmet incilerini saçmasına özlem çekmektedirler. Onlar bu özlem ile
kavruladursunlar, halvetteki müfsit vezir ise, “Ölümümden sonra nasıl bir fitne
koparmalıyım ki Hazreti Îsâ tarafından getirilip benim inançlarıma tehdit olan bu
dini tahrip edeyim?” fikriyle yatıp kalkmaktadır.
Müfsit vezir, çilehaneye
çekilmek algısıyla girdiği bu fesat yuvasında kırk gün boyunca bu fikrini nasıl
tatbik edeceğine dair plânlar üzerinde kafa yormuş ve sonuçta fitne şimşeği
zihninde iki yönlü işleyecek bir plân üzerinde çakmıştır.
Sahtekâr vezirin
çilehanede tasarladığı kaos plânının birinci yönü, kendisine candan bağlı saf müritlerinin
gözündeki konumunu daha da yükseltmek ve ölümünden sonra kopacak fitnenin
tohumunun kendisi tarafından atıldığının fark edilmesinin önüne geçmektir.
Bunun için müritlerine ölümünü ve ölümünden sonra gideceği sözde mâkâmın
müjdesini veren vezir, halvette iken güya keramet eseri olarak Hazreti Îsâ ile
manevî bir mecliste görüştüğüne dair bir sahne kurgular. Zaten bu tip sahtekârlar,
müritleri bir kez Hak yolundan alıp kendilerine bağlamayagörsünler, artık kurgu
eseri olan sahte kerametlerle onların iki cihanını da harap ederler. Zira içine
atıldıkları fitne ateşinin farkında olmayan gafil müritler, tuttukları yolda
Allah rızasını kazandıklarını ve Peygamber izini takip ettiklerini sanarak mensup
oldukları toplumu, içine düştükleri bâtılın kollarına atmak için ölümüne bir mücadeleye
girişirler. Bu mücadele sonunda mürşitlerinin şeytan olduğunu anlarlar
anlamasına lâkin “bade harabil Basra”. Uyanırlar uyanmasına ama Basra
yıkıldıktan ve iş işten geçtikten sonra…
Müritlerinin halvetten
çıkması için kendine yalvarıp ağlamaları üzerine, onları sapkın emellerine bir
kez daha bent etme hilesinin kıvamına geldiğine karar veren müfsit vezir,
kurguladığı sahte kerameti güya büyük bir mahcubiyet ve mahviyet edası içinde
onlara açıklar. Bu sahte tavrın altında yatan mürit avcısı tuzak ise, güya
kendisi lâyık olmadığı hâlde Hak katından kendine böyle olağanüstü ihsanların
durmaksızın geldiği algısıdır. Vezirin bu tuzak algıdan murâdı, müritleri
kendisine hayran ederek onları tasarladığı büyük fitnenin yılmaz savunucuları
hâline getirmektir.
Vezirin müritlere oynadığı keramet oyunu şudur: Kendisi halvette güya derunî hâllerle meşgulken Hazreti Îsâ bir ruhanî mecliste kendisine görünerek ona ölüm vaktinin geldiğini ve öldükten sonra ruhunun kendi mâkâmına yükseleceğini haber vermiştir. Bu ruhanî mecliste Hazreti Îsâ vezire, “Tüm dostlarınla vedalaşma zamanın geldi, yüzünü müritlerinden ve dünyadan çevirerek duvara dön ve kendi varlığından bile geçerek kutlu vakti bekle” demiştir.
Müfsit vezirden Zekeriya
(as) taklidi
Keramet kurgusuyla
yaldızladığı bu sahte meclisi müritlerine aktarmak suretiyle onların hayranlık
ve bağlılığını bir kez daha pekiştiren müfsit vezir, konuşmasını çarpıcı bir sonla
bağlar. Güya müritlerine açıkladığı bu sırdan sonra kendisine artık konuşma
izni verilmemiş, o da dünya denen bu ateş küresinin altında odun gibi binbir
zahmetle yanmaktansa ölüm müjdesiyle can yükünü yüklenerek Hazreti Îsâ’nın mâkâmı
olan dördüncü feleğin yolunu tutmuştur. Müfsit vezir, ölümünün Hazreti Îsâ
katına ulaşma anlamına geldiğini söyleyerek, halkın kendisine verdiği “aziz”
sıfatını boşuna almadığını vurgular. Onun azizliği, bizzat dinin bânisi olan Peygamber
tarafından ruhanî bir mecliste onaylanmıştır. Vezirin müritlerine kurduğu bu sahte
keramet algısının gayesi, fitne plânının ölümünden sonra müritleri tarafından
hararetle sürdürülmesi ve Hak dinin içinin boşaltılma faaliyetine bir an bile
ara verilmemesidir.
Vezire göre, onun son
kerametine şahit olan müritleri, şahit oldukları bu kerametin bir kurgu
olduğundan gafil olarak olanca gayretleriyle onun bâtıl amacına hizmet
edecekler ve kırk günde plânladığı fitne zincirinde herhangi bir kopma
olmayacaktır.
Vezirin halvette
tezgahladığı plânın asıl yönüyse, Hıristiyan inanırları kendilerine bağlı
coğrafî bölgelerde yöneten beylerine ilişkindir. Hıristiyanların farklı ülke ve
bölgelerde büyük bir birlik, sükûnet ve barış içinde yaşamalarını, kendi pagan
inanışı ve veziri olduğu Yahudi hükümdarın dini için tehdit olarak gören bu
habis, dinin vahdet ve birlik eseri olan kavramlarını farklı farklı
yorumlayarak onları her bir hükümdar ve beyin dinde uyacağı şaşmaz dogmalar
hâline getirmişti. Böylelikle aynı din içinde on iki farklı mezhep oluşturan
müfsit vezir, Hazreti Îsâ dinini bu mezhepler vasıtasıyla bir daha asla bir
araya gelinemez biçimde bölerek bu dinin kendisini rahatsız eden birlikten
kaynaklanan gücünü etkisiz kılmayı amaçlamıştı.
Müfsit vezirin ölümünden
sonra asıl amacıysa, Hak dinin halis kavramlarını birbirine zıt ve birbirine
düşman kavram ve algılar hâline getirdikten sonra inanç kargaşasından
kaynaklanan sosyal ve siyasal kavganın düğmesine basarak hedefteki dinin birlik
ve dirliğini dağıtacak olan bitirici vuruşu yapmaktır:
“Sonra çağırıp beyleri bir bir,/ Her biriyle ayrı
görüştü vezir./ Dedi her birine, ‘Îsâ dininde/ Hem Hakk’a vekil halifemsin, hem
de/ Diğer beyler sana tâbi oldular,/ Kılmıştır Îsâ onları sana yar./ Varsa sana
başkaldıran bir emir,/ Ya öldür ya da tut yanında esir./ Bunu kimseye söyleme
ben sağken,/ Ben ölmeden emirlik isteme sen./ Ben ölmeden bunu açığa vurma,/
Kendini şahlık dâvâsıyla yorma./ Şu tomar, Mesih’in hükümleridir,/ Oku halka fasih
bir dille bir bir…’/ Böyle dedi her beye ayrı ayrı:/ ‘Hak dinine vekil yok
senden gayrı!’/ Her birini yüceltti tek tek manen,/ Ona ne dediyse, buna da
aynen…/ Ayrı bir tomar verdi her birine,/ Hepsinin gayesi zıt birbirine./ Nasıl
farklıysa harfler A’dan Z’ye,/ Uymaz onlarda da cümle cümleye./ Bu tomarın
hükmü ayrıydı ondan,/ Ettik bu tezadı yukarıda beyan.”
Sahtekâr vezirin bitirici
altın vuruş hayâlinin esası şudur: Hıristiyanları birbirine tamamen zıt on iki
mezhebe ayıran vezir, bu mezheplerin yayıldığı coğrafyalarda hüküm süren ve
kendisine candan bağlı hâlde bulunan Hıristiyan beyleri tek tek huzuruna davet
ederek kaos plânını uygulamaya geçmiştir. Bu kaos plânına göre birbirinden
haberi olmayan ve vezirle sadece kendisinin görüştüğünü sanan beylere kurulan
tuzak şudur: Müfsit vezir, huzuruna çağırdığı her Hıristiyan beyine, “Ey
filanca! Benden sonra Îsâ dinine vekil ve halife sensin. Diğer beyleri sana tâbi
kılıyorum. Diğer beylerden herhangi birisi sana tâbi olmayı kabul etmeyerek
isyan etmeye kalkışırsa o asiyi hemen tutuklat veya öldür. Ey benim halifem! Bu
gizli sırrı ben yaşadığım sürece sakın kimseye açıklama. İşte şu elimde
tuttuğum ve birazdan sana vereceğim tomarlar, içinde Hazreti Îsâ’nın dininin
hükümlerini taşıyan belgelerdir. Sana düşen, kendini şahlık dâvâsıyla
yormayarak bu tomarın içindeki hükümleri halka açık ve anlaşılır bir dille
okuman ve onları kendi sancağın altına çağırmandır. Senin şahlık dâvâsıyla
kendini yormana lüzum yoktur. İşte birazdan sana vereceğim tomarlar, zaten senin
krallığının teminatı olan belgelerdir. Bu belgeleri alıp huzurumdan çıktıktan
sonra bunları halka tek tek açık bir dille oku ve kendi krallığını pekiştir”
demiştir.
Sahtekâr vezir, bu şekilde
on iki coğrafî mezhebe ayırdığı Hıristiyanların her bir coğrafî mezhep kralına
bir belge vermiş ve bu belgeyi halka okuyarak halifelik dâvâsını pekiştirmesini
istemiştir. Ancak buradaki tuhaf olan durum, hiçbir beyin diğer beyde böyle bir
vekâlet belgesi bulunmadığını sanmasıdır. Vezirin hırslarından yakaladığı bu
beyler, vezirin huzurundan ayrıldıktan sonra büyük bir istekle gelecekteki krallıklarına
ve bütün Hıristiyanları yönetimleri altına alacaklarına dair bir zan ile
kesintisiz bir çalışma içerisine girerler.
Oysa müfsit vezirin her
bir beyi huzuruna çağırıp onlara tek tek iltifat etmesi ve sadece ona mahsusmuş
gibi özel bir tomar sunması, çıkarmak istediği fitnenin güç ve şiddetini
arttırmak arzusundan kaynaklanıyordu.
Hatta vezir, bu muhteris
beylerin hırslarını, “Bu hak dinin senden başka vekili yoktur” vaadiyle
körükleyerek onları beyhude bir gurur ve kibir abidesi hâline getirmişti.
Hilekâr vezirin gözlerini iktidar hırsıyla bürüdüğü bu beyler, sarhoş bir filin
önüne geçen her şeyi ezip geçmesi gibi rakiplerini ezip geçmek amacıyla plânlarla
diğer beyleri nasıl etkisiz kılacaklarının sinsi hesaplarını yapmaktadırlar.
Vezirin tuzağına düşen her
kral, sadece kendisine verildiğini sandığı güçlü krallık hayâliyle vaat edilen
günü beklemeye başladı. Oysa vezir on iki beyi ayrı ayrı çağırmış ve hepsine
birbiriyle taban tabana zıt birer belge vermiştir. Aynı dinin sözde
otoritesinin kaleminden çıkan bu tomarlar, aslında vezirin büyük fitnesinin ölümcül
birer silahıydı. Vezirin şeytanî plânıyla baştan sona birbiriyle çelişen ve
öbürünü yok sayan bu tomarların esas amacı, Hıristiyanları bir daha asla bir
araya gelemeyecek biçimde birbiriyle savaştırmak idi.
Tomar tomar ayrılığa dikkat!
Müfsit vezirin Hıristiyanlara
uyguladığı bu şeytanî plâna tersinden baktığımızda, bizim için bugün de, yarın
da uyarıcı işaretler taşıyan hikmetlerle dolu olduğu görülür. Mevlâna Hazretleri,
aslı birlik ve dirlik olan bir hak dinin, ona sızan kötü emel sahiplerince
nasıl bir fitne vesilesi hâline getirileceğine vurgu yapmaktadır. Hazret demek
ister ki, “Yüce dinin aziz kavramlarının birbiriyle cenk eder hâle getirilip bu
zıtlık ve çelişmeler üzerinden farklı farklı anlayışlar geliştirilmesi, o dine
mensup ümmetin din esaslarından her an yeni bir maksatlı yorum ile
uzaklaştırılması ve gücünü kaybetmesi anlamına gelmektedir”.
Her din için geçerli olan bu
tip fitne, başarılı olduğu takdirde hak dini kendi mecrasından çıkarmayı ve o
dine mensup olan ümmeti parçalamayı hedeflemektedir. Mevlâna bize, aslı birlik
olan dinin nasıl parçalanacağını ve parçalanmak suretiyle birbirinden ayrılan
ümmet unsurlarının süreç içinde nasıl kanlı bıçaklı düşmanlar hâline getirileceklerini
söyleyerek bizi toparlanmaya, birleşmeye ve asıl yatakta bir ve beraber akmaya
vurgu yapmaktadır.
Mevlâna’nın bu bağlamda
çözüm olarak önerdiği şey, parçalanıp bölünerek dinin asıl kaynağından
uzaklaşan ümmet unsurlarının tekrar asıl kaynağa dönmelerine dair çözümler geliştirilmesi
telkinidir. Mevlâna bu telkinin ardında bize, ümmetin parçalanma ve bölünmesinin
yoğunlaştığı yer ve zaman dilimlerine dikkat etmemizi öğütler.
Bir hak dinin, tarihin
belli dönem ve yerlerinde olağandışı bir ayrışmaya gittiği görülür. İşte böyle
dönemlerin altında, Mesnevî’de hikâye
yoluyla işlenen müfsit vezir gibi tip ve o anlayışta örgütlerin yattığına ilişkin
bir vurgu vardır. Mevlâna, ümmeti parçalayıp bölen kırılma anlarının üzerinde
durularak o maksatlı emelleri gerçekleştirenlerin teşhis edilmesine işaret
etmektedir. Sahtekâr ve işbirlikçi vezir tipi ve yolda faaliyet gösteren yapılar
teşhis edilirse, kırığı sarmak ve suyu tekrar dereye akıtmak daha kolay
olacaktır.
Mevlâna, birbiriyle düşman
hâle getirilen on iki bey üzerinden hareketle, ümmet içinde yönetme hırsıyla
yanıp tutuşan muhteris yöneticilerin, kendi dinlerinin yüce değerlerini
içselleştirerek birer ahlâk ve edep adamı hâline gelmelerindeki eksikliğe
değinir. Bu kifayetsiz muhterisler, iktidar hırslarını kaşıyan müfsit vezir
tipi işbirlikçi casusların ağına kolayca düşerler. Bu yöneticilerin şahsî
iktidar hırsları yüzünden aziz dinin yara alacağını ihsas eden Mevlâna, zaafları yüzünden fitne odaklarının eline
düşen böylesi yöneticilerin, böylelikle
ümmet arasında nasıl onarılmaz bir düşmanlık ve ayrışmaya sebep olacaklarını
söyler.
Sahtekâr vezirin Hıristiyan
derebeylerini kendi eseri olan on iki anlayışın parçası hâline getirmesi ve
bunlar arasına uzlaşmaz duvarlar örmesinin amacı nedir? Cevabı basit; Hıristiyanlığın
birlik ve dirliğini bozararak, onu, Yahudilik ve Mecûsiliğe tehdit olmaktan
çıkarmak... Tıpkı bunun gibi, Hazreti Mevlâna, en son din olan İslâmiyet’in de
vezir tipi kişi ve yapılar tarafından ele geçirilmeye çalışıldığını ima
etmektedir. Vezir gibi entrik zekâsı yüksek tiplerin İslâm beldelerindeki muhteris
yöneticileri ele geçirerek onlar üzerinden dini yozlaştırdıklarını söyler.
Böylelikle İslâmiyet gibi
küresel ölçekteki bir tevhit dini, vezir tipi karanlık unsurların ve bu
karanlık unsurların elde ettiği yöneticilerin basiretsizlikleri yüzünden lime
lime parçalanma tehlikesi taşır. Üstelik sadece parçalanmakla da kalmaz, bu
parçalar birbiriyle can düşmanı yapılarak Hak Din zayıflatılır. Böylelikle ümmeti
derleyip toplayan bir dinamik olan Hak Din, ona mensup yöneticiler elinde
müfsit odakların eline geçip kukla yöneticilere teslim edildiğinde, ayrıştırma,
bölme, düşmanlaştırma ve yabancılaştırma eylemlerinin odağı hâline gelir. Bu
durum neye yol açacaktır? Kuşkusuz, küfrün güçlenip hükümran olmasına yol
açacaktır.
Mevlâna bu temsilî hikâye
ile İslâm ümmetini uyararak ellerindeki Hak Din’in vezir tipi odaklar
tarafından mecrasından çıkarılmaya çalışıldığına işaret ediyor. Bu durumda Hazret
bize şunu söyler: “Bir din ne kadar çok mezhep ve anlayışa bölünürse, bünyesine
o ölçüde sızılır ve o aziz din, o ölçüde yozlaştırılır.” (Devam edecek…)