Hak görünümlü küfrün dinle cengi (27)

Müfsit vezirin Hıristiyanlara uyguladığı bu şeytanî plâna tersinden baktığımızda, bizim için bugün de, yarın da uyarıcı işaretler taşıyan hikmetlerle dolu olduğu görülür. Mevlâna Hazretleri, aslı birlik ve dirlik olan bir hak dinin, ona sızan kötü emel sahiplerince nasıl bir fitne vesilesi hâline getirileceğine vurgu yapmaktadır.

Mutluluk resmi de çizilir, hüsran resmi de

MEVLÂNA, müritlerin sahtekâr vezir karşısında aldıkları mahviyet tavrından hareketle dindeki ihtilafların temeli olan irade ve cebir meselesi üzerinde geniş bir biçimde durduktan sonra sözü tekrar vezir ve müritlerin konuşmasına getirir:

“Vezir içeriden seslendi: ‘Müritler,/ Malûmunuz olsun, veririm haber:/ Îsâ, şöyle haber gönderdi bana:/ ‘Ayrıl, veda et tüm dost ve yarana./ Yüzünü duvara dön, yalnız otur,/ Kendi varlığından bile ayrı dur!’/ Konuşma izni yoktur bundan sonra,/ Dedikoduyla işim yok şu sıra./ Elveda ey dostlar, ben artık öldüm;/ Dördüncü feleğe taşıdım yüküm./ Yanmaktansa odun gibi zahmetle/ Ateş küresinin altında böyle,/ Artık Îsâ’nın yanına giderim,/ Dördüncü feleğin üstüdür yerim.’”

Girdiği halvetten müritlerin ısrarına rağmen çıkmayan sahtekâr vezir, zamanenin Hak dinine karşı iblisçe mücadelesini sadece dirisiyle değil, ölüsüyle de sürdürmek niyetindedir. Mevlâna, müfsit vezirin bu tutumu üzerinden din maskesi takarak dinin önderi konumuna gelen tiplerdeki Hak dine düşmanlığın sınırsız bir ihtiras hâlinde bulunduğuna işaret eder. Bu tiplerin Hak dine karşı içlerinde taşıdıkları kin ve gayzın bitip tükenmez bir volkan gibi kaynadığını ihsas eden Hazreti Pîr, bu habislerin aziz dine sadece diriyken değil, ölümlerinden sonra da büyük bir darbe vurma arzusuyla yanıp tutuştuklarını ifşa eder.

Sahtekâr vezir, ölümünün yaklaştığını hissedince Hak dine dirisiyle verdiği zarardan daha büyüğünü ölümünden sonra vermek için, çekildiği halvette akla ziyan bir fitne tasarlar. Normal durumda halvet ve çilehane, nefsin bütün hırs ve kusurlarından arındırıldığı bir ıslah mekânıyken, mânâdan nasibi olmayan sahtekâr vezir içinse bir arınma ve murakebe yerinden ziyade, en üst düzeyde mensubu göründüğü Îsâ dinini nasıl ifsat edeceğine dair kafa yorduğu bir fitne mekânı hâlini almıştır.

Dışarıdaki samimî müritler, zamanenin kutbu sandıkları müfsit vezirin çilehanede mânâ âleminde menzil bırakmayıp geçtiğini sanmakta ve sözde şeyhlerinin bu mânâ dünyasından süzdüğü hikmet incilerini saçmasına özlem çekmektedirler. Onlar bu özlem ile kavruladursunlar, halvetteki müfsit vezir ise, “Ölümümden sonra nasıl bir fitne koparmalıyım ki Hazreti Îsâ tarafından getirilip benim inançlarıma tehdit olan bu dini tahrip edeyim?” fikriyle yatıp kalkmaktadır.  

Müfsit vezir, çilehaneye çekilmek algısıyla girdiği bu fesat yuvasında kırk gün boyunca bu fikrini nasıl tatbik edeceğine dair plânlar üzerinde kafa yormuş ve sonuçta fitne şimşeği zihninde iki yönlü işleyecek bir plân üzerinde çakmıştır.

Sahtekâr vezirin çilehanede tasarladığı kaos plânının birinci yönü, kendisine candan bağlı saf müritlerinin gözündeki konumunu daha da yükseltmek ve ölümünden sonra kopacak fitnenin tohumunun kendisi tarafından atıldığının fark edilmesinin önüne geçmektir. Bunun için müritlerine ölümünü ve ölümünden sonra gideceği sözde mâkâmın müjdesini veren vezir, halvette iken güya keramet eseri olarak Hazreti Îsâ ile manevî bir mecliste görüştüğüne dair bir sahne kurgular. Zaten bu tip sahtekârlar, müritleri bir kez Hak yolundan alıp kendilerine bağlamayagörsünler, artık kurgu eseri olan sahte kerametlerle onların iki cihanını da harap ederler. Zira içine atıldıkları fitne ateşinin farkında olmayan gafil müritler, tuttukları yolda Allah rızasını kazandıklarını ve Peygamber izini takip ettiklerini sanarak mensup oldukları toplumu, içine düştükleri bâtılın kollarına atmak için ölümüne bir mücadeleye girişirler. Bu mücadele sonunda mürşitlerinin şeytan olduğunu anlarlar anlamasına lâkin “bade harabil Basra”. Uyanırlar uyanmasına ama Basra yıkıldıktan ve iş işten geçtikten sonra…

Müritlerinin halvetten çıkması için kendine yalvarıp ağlamaları üzerine, onları sapkın emellerine bir kez daha bent etme hilesinin kıvamına geldiğine karar veren müfsit vezir, kurguladığı sahte kerameti güya büyük bir mahcubiyet ve mahviyet edası içinde onlara açıklar. Bu sahte tavrın altında yatan mürit avcısı tuzak ise, güya kendisi lâyık olmadığı hâlde Hak katından kendine böyle olağanüstü ihsanların durmaksızın geldiği algısıdır. Vezirin bu tuzak algıdan murâdı, müritleri kendisine hayran ederek onları tasarladığı büyük fitnenin yılmaz savunucuları hâline getirmektir. 

Vezirin müritlere oynadığı keramet oyunu şudur: Kendisi halvette güya derunî hâllerle meşgulken Hazreti Îsâ bir ruhanî mecliste kendisine görünerek ona ölüm vaktinin geldiğini ve öldükten sonra ruhunun kendi mâkâmına yükseleceğini haber vermiştir. Bu ruhanî mecliste Hazreti Îsâ vezire, “Tüm dostlarınla vedalaşma zamanın geldi, yüzünü müritlerinden ve dünyadan çevirerek duvara dön ve kendi varlığından bile geçerek kutlu vakti bekle” demiştir.


Müfsit vezirden Zekeriya (as) taklidi

Keramet kurgusuyla yaldızladığı bu sahte meclisi müritlerine aktarmak suretiyle onların hayranlık ve bağlılığını bir kez daha pekiştiren müfsit vezir, konuşmasını çarpıcı bir sonla bağlar. Güya müritlerine açıkladığı bu sırdan sonra kendisine artık konuşma izni verilmemiş, o da dünya denen bu ateş küresinin altında odun gibi binbir zahmetle yanmaktansa ölüm müjdesiyle can yükünü yüklenerek Hazreti Îsâ’nın mâkâmı olan dördüncü feleğin yolunu tutmuştur. Müfsit vezir, ölümünün Hazreti Îsâ katına ulaşma anlamına geldiğini söyleyerek, halkın kendisine verdiği “aziz” sıfatını boşuna almadığını vurgular. Onun azizliği, bizzat dinin bânisi olan Peygamber tarafından ruhanî bir mecliste onaylanmıştır. Vezirin müritlerine kurduğu bu sahte keramet algısının gayesi, fitne plânının ölümünden sonra müritleri tarafından hararetle sürdürülmesi ve Hak dinin içinin boşaltılma faaliyetine bir an bile ara verilmemesidir.

Vezire göre, onun son kerametine şahit olan müritleri, şahit oldukları bu kerametin bir kurgu olduğundan gafil olarak olanca gayretleriyle onun bâtıl amacına hizmet edecekler ve kırk günde plânladığı fitne zincirinde herhangi bir kopma olmayacaktır.

Vezirin halvette tezgahladığı plânın asıl yönüyse, Hıristiyan inanırları kendilerine bağlı coğrafî bölgelerde yöneten beylerine ilişkindir. Hıristiyanların farklı ülke ve bölgelerde büyük bir birlik, sükûnet ve barış içinde yaşamalarını, kendi pagan inanışı ve veziri olduğu Yahudi hükümdarın dini için tehdit olarak gören bu habis, dinin vahdet ve birlik eseri olan kavramlarını farklı farklı yorumlayarak onları her bir hükümdar ve beyin dinde uyacağı şaşmaz dogmalar hâline getirmişti. Böylelikle aynı din içinde on iki farklı mezhep oluşturan müfsit vezir, Hazreti Îsâ dinini bu mezhepler vasıtasıyla bir daha asla bir araya gelinemez biçimde bölerek bu dinin kendisini rahatsız eden birlikten kaynaklanan gücünü etkisiz kılmayı amaçlamıştı.

Müfsit vezirin ölümünden sonra asıl amacıysa, Hak dinin halis kavramlarını birbirine zıt ve birbirine düşman kavram ve algılar hâline getirdikten sonra inanç kargaşasından kaynaklanan sosyal ve siyasal kavganın düğmesine basarak hedefteki dinin birlik ve dirliğini dağıtacak olan bitirici vuruşu yapmaktır:    

“Sonra çağırıp beyleri bir bir,/ Her biriyle ayrı görüştü vezir./ Dedi her birine, ‘Îsâ dininde/ Hem Hakk’a vekil halifemsin, hem de/ Diğer beyler sana tâbi oldular,/ Kılmıştır Îsâ onları sana yar./ Varsa sana başkaldıran bir emir,/ Ya öldür ya da tut yanında esir./ Bunu kimseye söyleme ben sağken,/ Ben ölmeden emirlik isteme sen./ Ben ölmeden bunu açığa vurma,/ Kendini şahlık dâvâsıyla yorma./ Şu tomar, Mesih’in hükümleridir,/ Oku halka fasih bir dille bir bir…’/ Böyle dedi her beye ayrı ayrı:/ ‘Hak dinine vekil yok senden gayrı!’/ Her birini yüceltti tek tek manen,/ Ona ne dediyse, buna da aynen…/ Ayrı bir tomar verdi her birine,/ Hepsinin gayesi zıt birbirine./ Nasıl farklıysa harfler A’dan Z’ye,/ Uymaz onlarda da cümle cümleye./ Bu tomarın hükmü ayrıydı ondan,/ Ettik bu tezadı yukarıda beyan.”

Sahtekâr vezirin bitirici altın vuruş hayâlinin esası şudur: Hıristiyanları birbirine tamamen zıt on iki mezhebe ayıran vezir, bu mezheplerin yayıldığı coğrafyalarda hüküm süren ve kendisine candan bağlı hâlde bulunan Hıristiyan beyleri tek tek huzuruna davet ederek kaos plânını uygulamaya geçmiştir. Bu kaos plânına göre birbirinden haberi olmayan ve vezirle sadece kendisinin görüştüğünü sanan beylere kurulan tuzak şudur: Müfsit vezir, huzuruna çağırdığı her Hıristiyan beyine, “Ey filanca! Benden sonra Îsâ dinine vekil ve halife sensin. Diğer beyleri sana tâbi kılıyorum. Diğer beylerden herhangi birisi sana tâbi olmayı kabul etmeyerek isyan etmeye kalkışırsa o asiyi hemen tutuklat veya öldür. Ey benim halifem! Bu gizli sırrı ben yaşadığım sürece sakın kimseye açıklama. İşte şu elimde tuttuğum ve birazdan sana vereceğim tomarlar, içinde Hazreti Îsâ’nın dininin hükümlerini taşıyan belgelerdir. Sana düşen, kendini şahlık dâvâsıyla yormayarak bu tomarın içindeki hükümleri halka açık ve anlaşılır bir dille okuman ve onları kendi sancağın altına çağırmandır. Senin şahlık dâvâsıyla kendini yormana lüzum yoktur. İşte birazdan sana vereceğim tomarlar, zaten senin krallığının teminatı olan belgelerdir. Bu belgeleri alıp huzurumdan çıktıktan sonra bunları halka tek tek açık bir dille oku ve kendi krallığını pekiştir” demiştir.

Sahtekâr vezir, bu şekilde on iki coğrafî mezhebe ayırdığı Hıristiyanların her bir coğrafî mezhep kralına bir belge vermiş ve bu belgeyi halka okuyarak halifelik dâvâsını pekiştirmesini istemiştir. Ancak buradaki tuhaf olan durum, hiçbir beyin diğer beyde böyle bir vekâlet belgesi bulunmadığını sanmasıdır. Vezirin hırslarından yakaladığı bu beyler, vezirin huzurundan ayrıldıktan sonra büyük bir istekle gelecekteki krallıklarına ve bütün Hıristiyanları yönetimleri altına alacaklarına dair bir zan ile kesintisiz bir çalışma içerisine girerler.

Oysa müfsit vezirin her bir beyi huzuruna çağırıp onlara tek tek iltifat etmesi ve sadece ona mahsusmuş gibi özel bir tomar sunması, çıkarmak istediği fitnenin güç ve şiddetini arttırmak arzusundan kaynaklanıyordu.

Hatta vezir, bu muhteris beylerin hırslarını, “Bu hak dinin senden başka vekili yoktur” vaadiyle körükleyerek onları beyhude bir gurur ve kibir abidesi hâline getirmişti. Hilekâr vezirin gözlerini iktidar hırsıyla bürüdüğü bu beyler, sarhoş bir filin önüne geçen her şeyi ezip geçmesi gibi rakiplerini ezip geçmek amacıyla plânlarla diğer beyleri nasıl etkisiz kılacaklarının sinsi hesaplarını yapmaktadırlar.  

Vezirin tuzağına düşen her kral, sadece kendisine verildiğini sandığı güçlü krallık hayâliyle vaat edilen günü beklemeye başladı. Oysa vezir on iki beyi ayrı ayrı çağırmış ve hepsine birbiriyle taban tabana zıt birer belge vermiştir. Aynı dinin sözde otoritesinin kaleminden çıkan bu tomarlar, aslında vezirin büyük fitnesinin ölümcül birer silahıydı. Vezirin şeytanî plânıyla baştan sona birbiriyle çelişen ve öbürünü yok sayan bu tomarların esas amacı, Hıristiyanları bir daha asla bir araya gelemeyecek biçimde birbiriyle savaştırmak idi.

Tomar tomar ayrılığa dikkat!

Müfsit vezirin Hıristiyanlara uyguladığı bu şeytanî plâna tersinden baktığımızda, bizim için bugün de, yarın da uyarıcı işaretler taşıyan hikmetlerle dolu olduğu görülür. Mevlâna Hazretleri, aslı birlik ve dirlik olan bir hak dinin, ona sızan kötü emel sahiplerince nasıl bir fitne vesilesi hâline getirileceğine vurgu yapmaktadır. Hazret demek ister ki, “Yüce dinin aziz kavramlarının birbiriyle cenk eder hâle getirilip bu zıtlık ve çelişmeler üzerinden farklı farklı anlayışlar geliştirilmesi, o dine mensup ümmetin din esaslarından her an yeni bir maksatlı yorum ile uzaklaştırılması ve gücünü kaybetmesi anlamına gelmektedir”.

Her din için geçerli olan bu tip fitne, başarılı olduğu takdirde hak dini kendi mecrasından çıkarmayı ve o dine mensup olan ümmeti parçalamayı hedeflemektedir. Mevlâna bize, aslı birlik olan dinin nasıl parçalanacağını ve parçalanmak suretiyle birbirinden ayrılan ümmet unsurlarının süreç içinde nasıl kanlı bıçaklı düşmanlar hâline getirileceklerini söyleyerek bizi toparlanmaya, birleşmeye ve asıl yatakta bir ve beraber akmaya vurgu yapmaktadır.

Mevlâna’nın bu bağlamda çözüm olarak önerdiği şey, parçalanıp bölünerek dinin asıl kaynağından uzaklaşan ümmet unsurlarının tekrar asıl kaynağa dönmelerine dair çözümler geliştirilmesi telkinidir. Mevlâna bu telkinin ardında bize, ümmetin parçalanma ve bölünmesinin yoğunlaştığı yer ve zaman dilimlerine dikkat etmemizi öğütler.

Bir hak dinin, tarihin belli dönem ve yerlerinde olağandışı bir ayrışmaya gittiği görülür. İşte böyle dönemlerin altında, Mesnevî’de  hikâye yoluyla işlenen müfsit vezir gibi tip ve o anlayışta örgütlerin yattığına ilişkin bir vurgu vardır. Mevlâna, ümmeti parçalayıp bölen kırılma anlarının üzerinde durularak o maksatlı emelleri gerçekleştirenlerin teşhis edilmesine işaret etmektedir. Sahtekâr ve işbirlikçi vezir tipi ve yolda faaliyet gösteren yapılar teşhis edilirse, kırığı sarmak ve suyu tekrar dereye akıtmak daha kolay olacaktır.

Mevlâna, birbiriyle düşman hâle getirilen on iki bey üzerinden hareketle, ümmet içinde yönetme hırsıyla yanıp tutuşan muhteris yöneticilerin, kendi dinlerinin yüce değerlerini içselleştirerek birer ahlâk ve edep adamı hâline gelmelerindeki eksikliğe değinir. Bu kifayetsiz muhterisler, iktidar hırslarını kaşıyan müfsit vezir tipi işbirlikçi casusların ağına kolayca düşerler. Bu yöneticilerin şahsî iktidar hırsları yüzünden aziz dinin yara alacağını ihsas eden Mevlâna,  zaafları yüzünden fitne odaklarının eline düşen böylesi yöneticilerin,  böylelikle ümmet arasında nasıl onarılmaz bir düşmanlık ve ayrışmaya sebep olacaklarını söyler.

Sahtekâr vezirin Hıristiyan derebeylerini kendi eseri olan on iki anlayışın parçası hâline getirmesi ve bunlar arasına uzlaşmaz duvarlar örmesinin amacı nedir? Cevabı basit; Hıristiyanlığın birlik ve dirliğini bozararak, onu, Yahudilik ve Mecûsiliğe tehdit olmaktan çıkarmak... Tıpkı bunun gibi, Hazreti Mevlâna, en son din olan İslâmiyet’in de vezir tipi kişi ve yapılar tarafından ele geçirilmeye çalışıldığını ima etmektedir. Vezir gibi entrik zekâsı yüksek tiplerin İslâm beldelerindeki muhteris yöneticileri ele geçirerek onlar üzerinden dini yozlaştırdıklarını söyler.

Böylelikle İslâmiyet gibi küresel ölçekteki bir tevhit dini, vezir tipi karanlık unsurların ve bu karanlık unsurların elde ettiği yöneticilerin basiretsizlikleri yüzünden lime lime parçalanma tehlikesi taşır. Üstelik sadece parçalanmakla da kalmaz, bu parçalar birbiriyle can düşmanı yapılarak Hak Din zayıflatılır. Böylelikle ümmeti derleyip toplayan bir dinamik olan Hak Din, ona mensup yöneticiler elinde müfsit odakların eline geçip kukla yöneticilere teslim edildiğinde, ayrıştırma, bölme, düşmanlaştırma ve yabancılaştırma eylemlerinin odağı hâline gelir. Bu durum neye yol açacaktır? Kuşkusuz, küfrün güçlenip hükümran olmasına yol açacaktır.

Mevlâna bu temsilî hikâye ile İslâm ümmetini uyararak ellerindeki Hak Din’in vezir tipi odaklar tarafından mecrasından çıkarılmaya çalışıldığına işaret ediyor. Bu durumda Hazret bize şunu söyler: “Bir din ne kadar çok mezhep ve anlayışa bölünürse, bünyesine o ölçüde sızılır ve o aziz din, o ölçüde yozlaştırılır.” (Devam edecek…)