MEVLÂNA,
insanın yaptığı işlerden sorumlu tutulmasının kendisine verilen cüz’î iradeye
bağlı olduğunu söyler. “Böyle olmasaydı
insanlar da iş ve eylemlerinden hayvanlar gibi sorumlu tutulmazdı” diyen Mevlâna,
böyle olmakla birlikte insanın iradî olan işlerinin yanında mecburen yaptığı
işlerinin de bulunduğunu ifade eder.
Mevlâna’nın bu ifadesi,
ilk bakışta Cebriyecilere hak veriyormuş gibi görünür, ancak ifadenin sonuna
bakıldığında onun irade ile cebri, ihtiyar ile zorunluluğu kesin ve kalın
çizgilerle birbirinden ayırdığı görülür. Sözü Hazret’e bırakalım:
“Eğer, ‘Gafildir
Hak ayı cebirden/ Yüzünü buluta gizliyor!’ dersen,/ Bunun hoş bir cevabı
var dinlersen;/ Küfürden geçip dine dönersin sen./ Hastalık vakti, gelir hasret
ve nale,/ Hastalık vakti, ayıklıktır cümle./ Hastalığa yakalandığın zaman,/ İstiğfar,
tövbe edersin günahtan./ Günah çok çirkin görünür gözüne,/ Niyetin yola gelmek
olur yine./ Yemin edersin: ‘Bundan
sonra Hakk’a/ Hiçbir iş yapmayım kulluktan başka.’/ Yakînen bildin ki hastalık,
ey can!/ Sana, akıl ve şuur eder ihsan./ Ey asıl soran, kâfi şunu bilmen:/
Derman kokusudur dertliye gelen./ Daha dertlidir çok uyanık olan,/ Çok haberdar
olanda yüz, bir safran…”
Mevlâna, eylemlerimizde
irademizin dışında gerçekleşen bir cebir bulunduğunu, ancak bu cebrin,
Cebriyecilerin ileri sürdüğü cebirden farklı olarak gerçek mânâdaki cebir
olduğunu belirtir. Gerçek mânâdaki cebir, bizden sâdır olan eylemin, irademiz dışında
bir zorunluluk eseri olarak gerçekleştiği cebirdir. Mevlâna, zarurî eylem ile
iradî eylemi birbirinden ayırmayarak her ikisini de insanın mecburen yaptığı
işler olarak göstermek sûretiyle eylemin sorumluluğundan kaçan Cebriyecileri
şiddetle tenkit eder. Onların bu davranışlarıyla küfre düştüklerini söyleyen Hazret,
yukarıda verdiği hastalık örneğine iyi bakılırsa iradî olanla olmayan arasında net
bir ayrım yaptığının görüleceğini ifade eder. Bu örnekteki inceliği anlayanın, ikisi
arasındaki ayrımı fark ederek Cebriyecilikten vazgeçeceğini ileri sürer.
Mevlâna, hastalandığımız
zaman bize gelen inleyiş ve hüsran duygusunun elimizde olmadan yani zorunlu
olarak geldiğini söyler. Hastalığın acısı karşısında kişi, o durumun verdiği
aczin gereği olarak mecburen ağlayıp inlemektedir. Bu inleyiş ise iradî değil,
mecburî bir inleyiştir. İşte bu mecburiyet konusunda bir anlamda Cebriyeye hak
verir görünen Mevlâna, “Evet, buradaki
eylem mecburiyettendir, mecburî olduğu için de Cenâb-ı Hakk’tandır” der.
Ancak o, bu mecburiyet ve cebrin, aslında insanın gaflet gözünü açan ve onu
cebrî anlayıştan vazgeçiren bir ihsan olduğu inancındadır.
Zira hastalık vasıtasıyla
gaflet perdesini yırtan insan, Hakk önündeki aczini idrak ederek gafletten
uyanır. Bu uyanış sonucunda daha önce yaptığı işler gözüne çok çirkin görüneceğinden,
onlardan tövbe ederek bir daha günah işlemeyeceğine ve hak yoldan çıkmayacağına
dair yeminler içer.
Mevlâna, hastalığın kişiye
özge bir idrak verdiğini söyleyerek bu idrak kapısını açan şeyin de hastalık
olduğunu belirtir. Hastalık esnasında acı ve derdin şiddetinden dolayı elinde
olmadan feryat ve figan eden insan, o acı ve derdin bedeli olarak da Cenâb-ı
Hakk’tan özel bir ödül olan özge idraki alır. Bu idrak biçimi, o hasta için
özel bir akıl ve şuurdan başka bir şey değildir.
Mevlâna hakikî cebrin,
kulun bir azaba duçar olarak ödediği bedel karşılığında Cenâb-ı Hakk tarafından
ona ödül olarak verilen özel bir kavrayış olduğuna vurgu yapar. İşte bu noktada
kişinin, o akıl sebebiyle uyanıklığı ve o şuur sebebiyle farklı kavrayışı,
Hakk’ın açtığı hususî bir kapıyla alâkalı olduğu için, onda tecelli eden şey, gerçek
cebirdir ve burada iradî bir eylemden söz açmak mümkün değildir.
Zira o kişiye tecelli eden
cebir, Cenâb-ı Hakk’ın El-Cebbar İsmiyle alâkalıdır. Bu İsim, hasta iken gönlü
kırılıp cümle uzuvları üzülen kulunun kırıklarını sarmak ve üzülüşlerini dindirmek
için harekete geçer. İlâhî bir lûtfun harekete geçmesi kişiye bağlı olmadığı
için, o tecelli altında Hakk yolcusunun irade ve ihtiyarından bahsedilemez. Tıpkı
yağmurun yağmasının bizim irade ve ihtiyarımızla bir alâkasının bulunmadığı
gibi…
Hakikî cebirde yağmur
altında kalan birinin durumuna benzer bir hâl olduğu için, o cebri Cebriyecilerin
anladığı mânâdaki cebirden ziyade bir lûtuf ve ihsan olarak anlamak lâzımdır.
Zira gerçek cebir, El-Cebbar İsminden kopup gelen bir ihsan olduğu için, mutlak
sûrette özel bir akıl ve kavrayış olan gafletten uyanış hâlidir.
Mevlâna, bu cebre mazhar olanlarda irade bulunmadığına kanidir. Zaten bu cebir biçiminde kulda görülen irade yitimi, günaha batmak değil, kendini günahtan arınmak olarak gösterir.
İşareti nerede?
“Cebrini bilirsen ağlaman neden/ Nerde Cebbarlık zincirini görmen?/ Zincire vurulan nasıl sevinir?/ Nasıl hür olur zindandaki esir?/ Görürsün, ayağını bağlamışlar;/ Dikilmiş başına bir de çavuşlar./ Âcizlere çavuşluk taslama, gel!/ Âcizlerin huyu değildir bu hâl./ Susmalısın cebrini görmüyorsan,/ Görüyorsan, hani görüşten nişan?”
Mevlâna, bu durumu işaret
ederek Cebriyeciye, “Hastalık esnasında
cebrini bildiğine göre neden ağlıyorsun?” diyor. Oysa Cebriyecinin o esnada
kavraması gereken şey, ağlayıp sızlamak değil, Cebbarlık zinciridir. Mevlâna hastalık
esnasında kişinin, Hakk’ın özel bir lûtfu olan Cebbarlık zincirine bağlandığını
söyler. Bu zincir, kişinin cüz’î iradesini Küllî İradeye bağlayan bir
zincirdir. O zincir ile kişinin hata ve günah meyli, sevap ve iyi amel meyline
dönüşür. Böylelikle kişinin hataları sevap istikametine yol alacağı için,
Cebbarlık zinciri, onu içine düştüğü bataklıktan kurtarır.
Mevlâna Cebriyeciye gerçek
cebri hastalık üzerinden kavratmaya çalışır. Mevlâna, hastalıkların Cebbarlık
zinciriyle bizi Hakk lûtfuna eriştirmek amacıyla geldiklerini söyler. Oysa zahirde
esir düşüp zincire bağlanan biri sevinmez, aksine hürriyetini kaybettiği için
üzülür. Çünkü onun elini ayağını bağlamışlar, bu yetmezmiş gibi bir de başına
muhafız dikmişlerdir. Mevlâna, Cebriye tayfasını, esirlerin başına dikilmiş bir
çavuşa benzetir. Eli ayağı bağlı âcizlere çavuşluk taslayan Cebriyeci, kendi
ayak ve elinin Cebbarlık zincirine bağlı olduğundan gafil bir maskara gibi
gülünçtür.
Cebbarlık zincirinin âcize
ayrı, çavuşluk taslayana ayrı tecelli ettiğini söyleyen Mevlâna, bu yüzden âcizlere
çavuşluk taslayanın kendi el ve ayağındaki zincirlerden habersiz olduğunu
belirtir.
Mevlâna, meselenin tam bu
noktada aldığı özel bir inceliğe dikkatimizi çeker. Ona göre Cebriyeci, âcizlere
çavuşluk taslayan bir zalimden başka birisi değildir. Mevlâna, âcizlere
çavuşluk taslamanın onları kendinde tutarak Hakk’a giden yoldan mahrum etmek
anlamına geldiğini ihsas eder.
Şu hâlde Hazret, dini indî
yorumlarla istismar ederek Hakk’ın kullarını kendine bağlayan tipleri “Cebriyeci”
olarak gösterir. Bu durumda Cebriyeci, insanları kendi sakat yorumlarının
çerçevesine hapsederek Hakk’a yönelmelerine engel olan sahtekâr şeyhlerden
başkası değildir. Bu sahtekârlar, bir anlamda masumları Hakk ile buluşmaktan
alıkoyarak harâmî gibi yollarını vururlar. Mevlâna, şeyhin sahtesiyle gerçeğini
ayırt edici bir ölçüt olarak şöyle der: “Müridi
Hakk’a değil de kendine bağlayan şeyh, sahtekârdır!”
Bu durumda Cenâb-ı Hakk’ın
kullarını, sanki ona götürüyormuş algısına oynayarak, sonuçta onları Hakk’tan
uzaklaştırmak sûretiyle kendi bâtıl amaçlarının kul ve kölesi yapanlar, küfre
düşmüş Cebriyeci ve şirke batmış şeyhten başka bir şey değillerdir. Bunlar, saf
ve masum insanları, maksatlı din yorumlarının halkalı kölesi hâline getirerek
onlara ömür boyu zulmeden cebbar ve zalimlerdir.
Mevlâna, harâmî gibi masum müminlerin yollarını keserek onları kendi bâtıl amaçları için devşiren bu çavuş müsveddelerine diyor ki, “Ey bâtıl ve küfrün susuzu, insanları saf inançlarından yakalayıp onları kendine kul olmaya zorluyor ve idraklerine zencir takıp bir ömür köleleştiriyorsun! İyi bil ki, sen o masumları, süslü ve içi boş dinî yorumlarla kendi karanlık idrak zindanına atarken, Cenâb-ı Hakk’ın Cebbar ve Kahhar Esması da senin ayağını bağlayıp bulunduğun mezbelede kahretmek için harekete geçer. Başlarında çavuşluk tasladığın o âcizlerden başını kaldırıp da kendi başına dikilen İlâhî çavuşları görseydin iki cihanını birden yaktığını çok iyi anlardın”.
Her kuş kendi cinsiyle uçar
“Bil ki, bir işe meylin varsa, ey can!/ Görürsün
kudretini ayan beyan./ Bir işte olursan meyilden yoksun,/ Hakk’tan deyip Cebriyeci
olursun./ Peygamberler dünya işinde cebrî,/ Kâfirler de ukbâ işinde cebrî./ Nebîler
ukbâ işinde iradî,/ Cahiller dünya işinde iradî./ Her kuş kendi cinsine doğru
uçar,/ Kendi geride canın öne atar./ Siccîn cinsi olduğundan kâfirler,/ Dünya zindanına hoşça gelirler./ İllîyin
soyundan gelir Resuller,/ Can ve gönül, illîyini yol eyler./ Bu sözün sonu yok
dönelim yine,/ Bakalım hikâyenin bitimine…”
Mevlâna insanın bir işe
duyduğu meyli, Cebriyecilerin tezlerinin zıddına işleyen bir durum olarak
görür. Kişinin bir işe meyli varsa o işi gerçekleştirmeye muktedir olduğunu da
söyleyen Mevlâna, kişinin talep ettiği işi, hem de haz duyarak yapacağını
söyler. Ama bu uygunsuz işi yapan kişinin, kendindeki iğreti kudret vehminden
dolayı Hakk’ı hatırına bile getirmediğine dikkat çeker. Kişinin böyle yaparak,
aslında “Bizim eylemlerimizde irade
yoktur” tezini kendi eliyle çürüttüğünü söyleyen Mevlâna, bir işe karşı
duyulan meylin iradî olduğunu belirtir. Mevlâna, bizde uygunsuz işe meyil
olmasa buna “Hakk’tan” deyip Cebriyeci
olmanın bir mahzuru olmadığını söyler; ancak insanın kendi yaptığı bâtıl işi
Hakk’a isnat etmesindeki tehlikeye karşı da uyarır. Mevlâna, Cenâb-ı Hakk’ın El-Cebbar
İsminin kişiyi meşru olmayan işe meyilden alıkoyan bir tecelliyle dolduracağını
ifade ederek, yaptığı iradî işi, “Bu Cenâb-ı
Hakk’ın murâdıdır” diye kendi üstünden atmaya kalkmanın yanlışlığına vurgu
yapar.
Mevlâna, Cenâb-ı Hakk’ın
kişiyi Cebbarlık zinciriyle bağlayarak kötü işe karşı meyilden yoksun hâle
getirmesini gerçek cebriye olarak niteler. O, nefsin arzu ve isteğine uyularak
yapılan eylemi, kişinin kendi irade ve kudretinin eseri sayarak kendi suçuna
Cenâb-ı Allah’ı ortak etmenin küfür olduğunu belirtir. Mevlâna’ya göre gerçek
cebriyenin ölçütü, uygunsuz işe meyilden yoksunluktur.
Yûsuf Peygamber,
Züleyha’nın kendine kurduğu tuzak esnasında, ona duyduğu meyil sonucu iradî
olarak Züleyha’ya yönelir. Ancak Hazreti Yûsuf, o anda Cebbarlık zincirine
bağlanarak meyilden yoksun hâle getirilir. Böylelikle onda beliren iradî eylem,
hakikî cebir olan İlâhî müdahaleyle cebrî bir eyleme dönüşerek atılan okun geri
dönüşü gibi sahibine iade edilir. İşte Mevlâna, gerçek cebriye diye bu durumu
kasteder ve Cebriyecilerin ileri sürdüğü bâtıl cebriyeyi ise hakikî küfür olarak görür. Zira Cebriyeciler, meyle
ve arzuya bağlı olarak irade eseri yaptıkları uygunsuz fiilleri de Allah’a
isnat ederler.
Mevlâna, peygamberlerin
dünya işinde, kâfirlerin de ukbâ işinde cebrî olduklarını söyler. Zira
peygamberlerde dünya işine dair bir meyil ve arzu barınmaz. Hazreti Yûsuf’un
bir an içinde nasıl meyilden yoksun hâle getirildiğine Yûsuf Kıssası şahittir.
Zaten peygamberlerin sıfatlarına bakıldığında bu durum gayet rahatlıkla
görülür. Onlar şu beş sıfatla sıfatlanırlar: Emanet, ismet, fetanet, sıdk ve tebliğ. Mevlâna, bu
sıfatların hiçbirinde dünyaya ilişkin bir meyil görülmediği için peygamberleri
dünya işlerinde cebrî olarak niteler.
Cenâb-ı Allah peygamberleri dünya meyline karşı koruduğu için onlarda
dünya talebi görülmez. Bu bapta Peygamber Efendimizin “Dünya bir leştir, talibi de köpekler” hadîsi, tüm peygamberleri kapsayan bir hadîstir.
Bu hadiste peygamberlerin dünyaya nasıl bir istiğna ile baktıkları çok açıktır.
Mevlâna’nın olumlu bulduğu cebir, kişide gınayı ahlâk hâline getiren cebirdir.
Bu ahlâk ile ahlâklanmış kişiler, dünyaya ve dünya vaatlerine tenezzül
etmezler. Bu bapta, Hazreti Süleyman’ın,
“Ya Rabbi, mülkü benden başkasına verme” duâsı, dünya mülküne tamahtan
dolayı değil, dünya tamahıyla saltanatı ele geçirenlerin adil davranamayarak
zulme düşeceklerine dair endişesinden kaynaklanır. Zira mülkün hakkını vermek,
istiğna âbidesi olan Süleymanlık gerektirmektedir.
Peygamberler nasıl dünya işlerine meyilden yoksunlarsa, kâfirler de ahiret işlerine meyilden yoksundurlar. Mevlâna kâfirlerin ahirete meyilden yoksun olmalarını cebrî olarak niteler. Yani onların ahirete meyilden yoksun olmalarını, bizzat Cenâb-ı Allah’ın dilemesine bağlar. Tam bu noktada karşımıza, Mevlâna’ya has bir dikkat olan tecelli zıtlığı ortaya çıkar. Bu ne demektir, açıklayalım…
Tecelli zıtlığı
Nil nehrinin Mûsâ kavmine su, Firavun mensuplarına kan olması gibi,
hakikî cebir de peygamberlere tecelli edince onları dünya meylinden yoksun, kâfirlere
yansıyınca onları da ahiret meylinden yoksun hâle getirir. Başka bir ifadeyle bu
cebir, peygamberleri ahiret âşığı hâline getirirken kâfirleri de dünya âşığı hâline
getirir.
Mevlâna, bu durumun tersine
olarak peygamberleri ahiret işinde, cahilleri de dünya işinde iradî olarak
niteler. Çünkü peygamberlerdeki meyil ahirete, cahillerdeki meyilse dünyayadır.
Mevlâna’nın bu kıyasta peygamberlerin karşısına kâfirleri değil de cahilleri
koyması manidardır. Cahil, Mevlâna’nın lügatinde “bildiğiyle Hakk’a ulaşamayan
kimse” anlamında olduğu için, o, Cenâb-ı Hakk’a ulaşamayan her idraki bir küfür
ve zulmet perdesi altında görür. Bu küfür ve zulmet perdesi, cahilin idrakini
kaplayıp gönlünü Hakk ışığından mahrum bıraktığı için o da kâfirdir. Nitekim
müstesna bir zekâya malik olan “Ebû Hakem”, o zekânın küfür ve o gönlün zulmet
perdesi altında kalması nedeniyle “Ebû Cehil” olarak damgalandı. Ebu Cehil yani
“küfür ve inkârın babası”... Bu isim bize, işin aslını bilenlerin lügatinde
cahilin kâfirle eş anlam ifade ettiğini gösterir.
Her kuşun kendi cinsine
doğru uçtuğunu söyleyen Mevlâna, kâfirlerin Siccîn cinsinden oldukları için
dünya zindanına güle oynaya geldiklerini beyan eder. Müminler için ahireti
kazanmanın dışında bir zindan ve ateş yeri olan bu dünya, dünya lezzetleri ve
nefsin isteklerine teşne olarak gelen kâfir ve cahiller için adeta bir yalancı
cennettir. Bu yüzden kâfirler, kendilerini dünya lezzetleri ve nefsin
isteklerine kaptırarak Cehennem yakıtına dönüşürler. Böylelikle kâfirler, küfür
ve inkâr ateşini yuta yuta birer Cehennem odunu hâline gelip yaprak ve
dallarını kaybederler. Bunların amel defterleri “Siccîn” adlı cehennem defteri
olduğu için, burada kazanacakları şey de Cehennem’den başka bir şey değildir.
Mevlâna, peygamberlerin
cinsini ise “illiyin” olarak niteler. Onlar illiyine yani yücelik ve ululuk âlemine
mensup oldukları için geçici bir süre düştükleri bu dünya zindanından
kurtularak mensup oldukları âleme kanat açarlar. Siccîn ehli, leşe konan akbabalar
gibi dünyaya rağbet ederken, illiyin ehli ise âleme ayak basmayan Hüma gibi
arşa doğru kanat çırparlar. Çünkü peygamberlerin illiyin adlı amel defterleri,
bu cihan zindanında değil, yücelik cennetlerindedir.
Gerçek cebrin akbaba
yaptığı kâfir ve cahiller dünya leşine konup bu zindanda kendilerini siccîn
ehli yapacak nâr ile beslenirlerken, Hüma gibi dünyaya tenezzül etmeyen
peygamberler ise bu zindandan kurtularak kendilerini illiyin ehli yapacak olan
nurla gıdalanarak ahiret yurduna doğru uçarlar. (Devam edecek…)