Hak görünümlü küfrün dinle cengi (25)

Başarılı işi yapan kişi, onu, elindeki cüz’î iradeye dayanarak özgür bir şekilde yapmaktadır. Yaptığımız işi sonuca götüren cüz’î irade, aslında bize yaşadığımız süreye bağlı olarak verilmiş bir lütuf olsa bile onu iyi yahut kötüye kullanmak, tamamen bizim sorumluluğumuzdadır. Ancak onu kullanırken çabamızın gayesine göre Allah’tan birtakım yardım ve lütuflar gelmesi olağandır.

MEVLÂNA, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine nispetle insanın ve genel anlamda cümle varlığın kuvvet ve kudretini acz içinde bir kudret olarak niteler. Bu durumda Hazreti Pîr’in, mevcudattaki sınırlı kudreti mutlak kudretten bir nişane saydığı görülür. Ağaçları kökünden söken fırtınanın gücü, pençesiyle ceylanları zebun eden aslanın kuvveti, dalgalandığında gemiler yutan denizin kudreti, çifte su verilmiş kılıcıyla müşrik başlarını koparan mücahidin kolundaki kavilik, Mevlâna’ya göre mutlak kudretin kendisini sınırlı kudret olarak gösterdiği durumlardır.

Sınırlı kudret mutlak kudretten bir cüz olduğu için bu güce malik olanın o gücün kaynağıyla cenge girmesi abestir. Mevlâna bu konuda ne demek istediğini daha geniş bir biçimde anlatmak için aşağıdaki beyitte iktibas ettiği Enfâl Sûresi’nin 17’nci âyetini hükmüne tanık getirir: “Oku bu beyte yorumu Kur’ân’dan,/ Hakk der: ‘Sen atmadın attığın zaman.’”

Enfâl Sûresi’nin söz konusu âyetinin nüzûl sebebine ilişkin kaynaklarda zikredilen malûmat şu şekildedir: Bedir Savaşı’nın öncesinde müşrik Kureyş ordusu savaş meydanına göre Mekke istikametindeki Akankal tepelerinde görününce, Peygamber Efendimiz, “Ya Rabbi! Kureyş gurur ve kibir ile Seninle savaşmaya, Resulünü yalanlamaya kalkışmıştır. Ya Rabbi! Bana vaat ettiğin yardımı gönder ve onları bu sabah vakti helâk et” diye duâ etmiştir. Bu duânın akabinde Cebrail (as) gelerek Peygamberimize, “Bir avuç toprak alıp onlara doğru at” der.

Nitekim savaş başlayınca Peygamber Efendimiz, Cebrail’in (as) telkini üzere yerden bir avuç çakıllı toprak alıp “Yüzleri kurusun” buyurarak düşman saflarına doğru atar. Peygamberimizin düşman saflarına attığı bir avuç çakıllı toprak, bir toz fırtınası hâline gelerek müşriklerin gözlerini toz ve kumla doldurur. Öyle ki, müşrikler gözleriyle meşgul olmaktan dolayı kendilerini savaşa tam anlamıyla veremezler. Gözlerini açtıklarındaysa mücahitlerin kendi saflarını yararak kelleler uçurduklarını görünce dirençlerini kaybederek bozguna uğrayıp kaçmaya başlarlar. Onlarda bozulma alâmeti görülünce mücahitler de kimini öldürüp kimini esir alarak sayıca üstün müşrik ordusuna karşı açık bir zafer kazanırlar.

Söz konusu âyet, bu savaş sonrası zaferle Medîne’ye dönen mücahitlerden bir kısmının, bu savaştaki yararlılıklarını abartıp, “Düşmanı şöyle mağlûp ettik, böyle öldürdük, şu şekilde esir aldık” diye övünmeleri üzerine inmiştir. 

Enfâl Sûresi’nin bu âyeti, mümin mücahitlere gerçek güç ve kudretin kimde olduğuna dair apaçık bir ikazdır. Söz konusu âyetteki hitap şekline bakınca, hitabın özelde Peygamber Efendimize, genelde ise O’nun üzerinden müminlere yönelik olduğu görülür. Hitap özelde Peygamberimize, “Ey Muhammed, Bedir gününde avucuna alıp düşman üzerine attığın bir avuç çakıllı toprağı atan, Sen değil, Bizdik! Zâhirde o bir avuç toprağı atan Sendin ama Sana onu atma emrini veren de, onu attıktan sonra müşriklerin gözünü o toprakla doldurup onların savaşma azmini kıran da Bizdik” der. 

Genelde ise müminlere, “Ey yaptıklarını kendilerine mâl ederek övünenler! Şu hakikati iyi bilin ki, savaş gününde düşmanları sadece kendi gücünüzle yenmediniz, onları o gün yenen de, öldüren de Bizdik” uyarısını yapar.

Mevlâna’nın mutlak kudret ile cüz’î kudretin, mutlak irade ile cüz’î iradenin iç içe geçtiği bir âyet olan bu âyeti söz konusu etmedeki maksadı, irade bahsinde Cebriyecilerin getirdikleri yorumların Müslümanları atâlete sürükleyeceğine ve hayatın akışıyla örtüşmediğine dair endişesidir. Mevlâna bu âyeti, şu beyitten itibaren şerh etmeye başlar: “Atış bizden değildir, ok atarsak,/ Biz yayız, oku fırlatan Hakk’tır Hakk!”

Hazreti Pîr, bir okçu üzerinden mutlak kudret ve irade ile sınırlı kudret ve irade arasındaki farkı kavratmaya çalışır. Ok atma eyleminde, görünüşte bir okçu ile elindeki yay ve oklar vardır. Okçu sadağından oku çeker, yaya yerleştirir, yayı gerip hedefe nişan alarak oku fırlatır, ok da verilen hedef doğrultusunda yaydan fırlayarak gidip hedefi vurur. Ok atma eylemiyle eylemin neticesi olan hedefi vurma amacı birleşince eylem sona erer. Lâkin düz algıya göre bu şekilde cereyan eden eylemlerin ardında, âyetten anlaşıldığına göre başka bir kudret ve irade vardır: Mutlak kudret ve irade…

Cebriye

Mevlâna burada cüz’î irade sahibi olan insanı yay, o yaydan oku fırlatan gücü de mutlak irade olarak niteliyor. Ok nasıl ki bir okçunun elindeki yaydan fırlamadıkça menzil almazsa, insan da mutlak iradenin izin ve dilemesi olmadan o yayı gerip oku fırlatamaz. İşte işin tam bu noktasında da insanın eylemdeki yeri ve rolü konusunda tartışmalar başlar. Bu noktadan yükselen tartışmalar; eylem, eylemin irade ile ilişkisi ve bu ilişkinin kader boyutundaki yeri gibi bir silsile izleyerek İslâm düşünce tarihinden bildiğimiz ana ihtilafları doğurur. Mevlâna bu bahis üzerinde dururken, yukarıda da vurguladığımız gibi, en çok Cebriye anlayışının telkin ettiği hususları sakıncalı görür.

Hazreti Pîr’in Mesnevî’de döne döne işleyip eleştirdiği temel konulardan biri, Cebriye anlayışının İslâm’ın hayatı tanzim etmekteki dinamik yönünü etkisiz saymasıdır. Hazret, İslâm’ı ve mümini bir meskenet içine soktuğuna inandığı bu anlayışa şiddetle karşıdır. Cebriye, kulun yaptığı eylemlerde hiçbir etkisinin bulunmadığı tezini ileri süren aşırı yorumlardan, kulun yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu kabul eden mutedil yorumlara kadar genişleyen bir yelpazede hareket eder. Bu anlayışların niteliğine göre de mezmûm, memdûh (halis) ve evsât gibi isimler alır.

Mezmûm Cebriyeciler, Cebriyenin aşırılığa kaçan koludur. Bunlar, insanı cansız madde gibi telâkki ederek ondan sadır olan her türlü hayır ve şerrin bizzat Cenâb-ı Allah’a ait olduğunu ileri sürerler. Memdûh Cebriyeciler ise insanı cansız gibi telâkki etmeyi doğru bulmayarak Cebbârlığın mânâsını -Allah’ın yarattığı varlıkların hâlini ıslah edip yetkinleştirmesi hususu- kavrayıp kaza ve kaderin sırlarından haber verirler; Bunlara bir de “Halis Cebriyeciler” denen bir bölük eklenir ki genel kabulde bunlar tevhidi, Allah’ın irade ve kudreti karşısında kulun bütün benliğiyle kendisini yok sayması olarak gören sofilerdir. Ancak bir mutasavvıf olan Kelâbâzî, bu görüşe karşı çıkarak mutasavvıfların insanları gerçek anlamıyla eylem içinde gördüklerini, cebir ve zorlamaya tâbi saymadıkları görüşünde birleştiklerini ileri sürer. Bütün mutasavvıflar Kelâbâzî’nin ileri sürdüğü görüşte midirler bilemeyiz, ancak bu satırlarda görüşlerini dile getirdiğimiz Mevlâna’nın tam da onun belirttiği çizgide bir mutasavvıf olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten onun Cebriyeyi esas tenkit noktası, kulun yaptığı iyi yahut kötü eylemlerin kula isnat edilmemesi hususunun abesliğidir.

Mesnevî şârihi Ankaravî, bütün nebî ve velîlerin en mutedil yol olan cebr-i evsât ile vasıflandıklarını söyler. “Mutedil ve Mutasavvıt Cebriye” de denilen bu anlayışta, insanlara ait iradî eylemlerin Allah tarafından yaratıldığı ve insanların fiillerini, Allah’tan bağımsız olarak yapamadığı hususu esastır; ancak bu eylemlerde insanların da dahlinin olduğu kabul edilir. Süreç içerisinde bütün Ehl-i Sünnet’i Evsat Cebriye içinde sayanlar çıksa da Sünnî çizgi, kendisini Cebriyenin dışına taşıyarak insanların sorumluluğa dair fiillerini kendi iradeleriyle yaptıklarını kabul edip Allah’ın kullarını inkâr veya isyan etmeye zorladığı fikrini ise şiddetle reddetmiştir.

“Cebbarlık mânâsı değildir cebir,/ Cebbarlığın zikri niyaz içindir.”

Mevlâna, Cebriyecilerin aşırı kollarının, cebri Hakk’ın Esmâsından biri olan El-Cebbar’ın mânâsından ayırdıklarını söyler. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâsı olarak Cebbar, kulların hâllerindeki kırılma ve bozuklukların iyileştirilip ıslah edilmesi mânâsındadır. Cenâb-ı Hakk, Azâmetinin sonsuz oluşu ve Azâmetine sınır bulunmayışı ile de Cebbar’dır. Bu Azâmetin kullara ve mevcudata ilişkin tecellisi ise her türlü kırılma ve bozulmayı ıslah edip onarmasıdır. Cebbar insana ilişkin bir sıfat olduğundaysa, onaran yerine kıran, ıslah eden yerine bozan, hâli düzelten yerine zulmeden şeklinde tam zıddı bir anlam silsilesine bürünür. Bu anlam Cebriyecilerin anladıkları biçimdeki cebr için uygundur. Zira onlar insanın yapıp ettiği her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın bir zorlama ve cebri olduğuna inanırlar. Bu itibarla yapan ve eden her ne kadar insan ise de asıl yapıp edenin Hakk olduğunu söylerler.

Böyle bir anlayışın Hakk’ı eylemlerimize ortak koşmak tehlikesini içerdiği ve bu içerme dolayısıyla da söyleyenleri şirke düşürdüğü açıktır. Mevlâna, Cebriyecilerin söz konusu ettiği cebrin, Hakk’ın Cebbar Esmâsı ile bir münasebeti bulunmadığını ifade ederek, gerçek mânâdaki cebrin Cebbar Esmâsı ile kavranacağını ve bu kavrayışın da bir niyaz ve yakarı bilincinden başka bir şey olmadığını beyan eder.


Cebriye ve Kaderiye gibi Mevlâna’nın tenkit ettiği anlayışlardan tekrar, “Attığın zaman sen atmadın” âyetine dönecek olursak, orada eylemin kendisiyle Hakk’ın müdahalesinin aynı şey olmadığını anlatmak içindir. Bedir gününde Müslüman mücahitler, müşrik ordusuna karşı silahlanıp cenge tutuşmak kastıyla meydana gelmişlerdir. Bu eylem Müslümanların Hakk rızâsını kazanmak için yaptıkları iradî bir eylemdir. Şayet bu eylem iradî olarak Müslümanlar tarafından değil de Cenâb-ı Hakk tarafından yapılsaydı, o takdirde müşriklerin de müminlerle savaşmak için Cenâb-ı Hakk tarafından zorlandığını kabul etmemiz gerekirdi. Ki bu durum, İlâhî maksada uygun düşmezdi.

Buradaki incelik, Cenâb-ı Hakk’ın müminlere zafer için yardımcı olmasıyla ilgilidir. Nitekim nebîlerin mucizeleri ve evliyanın kerametleri de bu kabildendir. Ancak aralarında küçük ayrımlar vardır. Bedir’deki mucizede Peygamberimizin avucundaki toprağı atması hâdisesinde Allah’ın müdahalesi yardım şeklinde gelirken, Hazreti Mûsâ’nın elindeki asayı taşa vurup yerden su çıkarması mucizesinde ise lütuf olarak gelmektedir.

Neticede Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla savaşı kazanan müminler, bu yardımın farkında bile olmayarak ölümüne cenk edip gayretlerinin semeresini de zafer olarak kendilerine nispet ettiler. Şayet bu olayda Cenâb-ı Allah Kendi yardımını bildirmeseydi, müminler arkalarındaki İlâhî yardımdan haberdar bile olmayacaklardı. Cenâb-ı Hakk’ın o yardımı bildirmesindeki gaye, insanların başarıyla sonuçlanan işleri tümüyle kendilerine nispet etmeyerek o başarıdaki İlâhî paya şükretmeleri içindir.

Buradaki özeli genele teşmil ettiğimizde, her başarılı iş ve eylemin ardında mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın gizli bir yardımının bulunduğu anlaşılır. Ancak bu husus, o başarılı iş ve eylemin o kişiye Allah’ın zoru ve cebriyle yaptırılması anlamına gelmez. O başarılı işi yapan kişi, onu, elindeki cüz’î iradeye dayanarak özgür bir şekilde yapmaktadır. Yaptığımız işi sonuca götüren cüz’î irade, aslında bize yaşadığımız süreye bağlı olarak verilmiş bir lütuf olsa bile onu iyi yahut kötüye kullanmak, tamamen bizim sorumluluğumuzdadır. Ancak onu kullanırken çabamızın gayesine göre Allah’tan birtakım yardım ve lütuflar gelmesi olağandır.

Nusret, takdir, lûtuf

Diyelim ki bir fizik bilgini, ömür boyu bir konuda çalışıyor ve çalıştığı konuyu bir formüle bağlamak istiyor. Kırk yıl uğraştığı, gecesini gündüze kattığı hâlde o formülü bir türlü bulamıyor. Günün birinde bir rüya görüyor ve rüyadaki delâletleri önündeki formüle uygulayınca formüldeki eksikliği tamamlıyor ve keşfinin sevinciyle mest oluyor. O bilgin, formülündeki eksiği tamamlama işini rüyaya bağlasa ve Hakk yardımını fark etmese bile biz biliyoruz ki, o rüyada beliren eksik kısım, Allah’ın, o zâtın gayretine ilişkin bir takdiridir. Ancak o bilgin, kırk yıl azimle o formülün peşinde koşmasaydı, Hakk yardımını da asla alamazdı. Burada Cenâb-ı Hakk, o bilgine, “Kalk da kırk yıl şu formülü ara” demedi elbet. O bilgin, kırk yıllık çabayı kendi irade ve ihtiyarıyla yürüttü ama o konudaki gayret ve sebatıyla Allah’ın takdirini kazandığı için yardıma mazhar oldu.

Mevlâna’nın,  “Biz yayız, oku fırlatan Hakk’tır Hakk” demesindeki hikmet budur!

Elbette bütün varlıktan ve özelde de insandan sadır olan her fiil, Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dâhilindedir. O mümine tuzak kuran müşriki de bilir, tuzağa doğru yol alan mümini de. Ancak tuzak kuran müşriki, o menhus işe zorlayıp icbar eden İlâhî irade değil, müşrikteki muvakkat cüz’î iradedir. Şayet burada bir cebir söz konusu olsaydı, Mevlâna’nın dediği gibi, Cebbarlık mânâsının söz konusu olması gerekirdi. Mümine tuzak kuran müşrikin tuzağı, Hakk’ın Cebbar İsminin tecellisi açısından Hakk’a nispet edilseydi, Cenâb-ı Hakk, “onarıp ıslah eden” anlamındaki cebriyle harekete geçerek o tuzağı bozardı.

Nitekim onun tuzaklar bozucu (“Keydehüm fitadlîl”) olmasının ardındaki hikmet de bu İsmin tecellisidir. Oysa tuzak kurduğu anda müşrik de cebbar sıfatını alır; ama ondaki cebir, tuzak kurup mazluma zulmetme biçiminde gerçekleştiği için, İlâhî cebir, kuldaki cebri bozmak, tasfiye etmek ve akim bırakmak üzere harekete geçer. Hakk’ın cebrinde, bırakınız icbar etme ve zorlamayı, aksine cebbar ve zalimlere mânî olarak mazlumları onların cebrinden esirgeme nüktesi gizlidir.

“Yakarı delildir bizdeki acze,/ Arımız delildir irademize.”

Mevlâna, yaptığımız bir işten pişmanlık duyarak o işten dolayı feryat ve figan etmemizi o işin zorunlu bir sonucu olarak görür ve yaptığımız işten utanmamızı, o işi kendi irademizle yaptığımıza ilişkin bir delil sayar. Zira yaptığımız bir işten gelen pişmanlık ve utanma duygusu, o işteki irademizin neticesine bağlı olarak gelir.

“İrade yoksa bu utanç nedir ya?/ Nedir bu esef, bu ut ve bu hayâ?”

“Şayet” diyor Hazret, “Yaptığımız bir işte kendi irademiz olmasaydı, meşru olmayan ve kınanıp ayıplanan bir işi yaptığımızda Hakk’tan ve insanlardan utanmamıza da gerek kalmazdı”. Oysa o işe bağlı olarak gelen utanç ve hayıflanma, o işi iradî olarak yaptığımızın göstergesidir. Yaptığı işi gayr-ı iradî olarak yapan hayvanlarda, bize gelen utanç ve hayıftan bir eser var mıdır? Hayır! O hâlde iradî bir işe bağlı olarak gelen hayıflanma ve utanç, o işin iradî olarak yapıldığına delildir. Bunun tam aksine, meşru bir işten duyulan keyif ve haz da yine o işin iradî olarak yapıldığına tanıktır.

Tutalım ki, dereye düşen bir çocuğu insiyakî olarak sudan kurtaran bir köpek, insanda iyi iş yapmadan gelen gönül rahatlığını bilmediği gibi, aynı köpek, kurtardığı çocuk bu kez sahibinin bahçesine izinsiz girdiği için yaraladığında da pişmanlık ve utanç duymaz. Zira o hayvan, yaptığı işi gayr-ı iradî olarak yaptığı için mesuliyet taşımaz.

“Hocanın talebeye zoru niçin?/ Neden tedbir tedbiredir zihin?”     

Mevlâna, “Yaptığımız işi kendi irademizle yapmadığımız için sorumluluğumuz yoktur” diyen Cebriye mensuplarına, yaptığımız işte irade ve ihtiyarımız bulunduğu konusunda deliller getirmeye devam eder. “Ey Cebrî” diyor Hazret, “Şayet yaptığımız işte irademiz olmasaydı, hocalar talebelerini kötü ve kusurlu işler için sorumlu tutup, iyi işler için takdir etmeye gerek duyarlar mıydı?”.

Madem hiçbir işte irade ve mesuliyetimiz yoktur, o hâlde neden karşılaştığımız ve karşılaşacak olduğumuz zorluk ve müşkül durumlar için tedbir almak peşinde koşarak o iş ve zorluğun etkisini asgarî hâle getirmeye çalışıyoruz? Zira biliyoruz ki, o tedbiri alma iradesi göstermezsek, o sel gelecek ve bu bedeni kapacaktır.

(Devam edecek…)