MEVLÂNA,
Cenâb-ı Hakk’ın kudretine nispetle insanın ve genel anlamda cümle varlığın
kuvvet ve kudretini acz içinde bir kudret olarak niteler. Bu durumda Hazreti Pîr’in,
mevcudattaki sınırlı kudreti mutlak kudretten bir nişane saydığı görülür.
Ağaçları kökünden söken fırtınanın gücü, pençesiyle ceylanları zebun eden
aslanın kuvveti, dalgalandığında gemiler yutan denizin kudreti, çifte su
verilmiş kılıcıyla müşrik başlarını koparan mücahidin kolundaki kavilik, Mevlâna’ya
göre mutlak kudretin kendisini sınırlı kudret olarak gösterdiği durumlardır.
Sınırlı kudret mutlak
kudretten bir cüz olduğu için bu güce malik olanın o gücün kaynağıyla cenge
girmesi abestir. Mevlâna bu konuda ne demek istediğini daha geniş bir biçimde
anlatmak için aşağıdaki beyitte iktibas ettiği Enfâl Sûresi’nin 17’nci âyetini
hükmüne tanık getirir: “Oku bu beyte yorumu Kur’ân’dan,/ Hakk der: ‘Sen atmadın
attığın zaman.’”
Enfâl
Sûresi’nin söz konusu âyetinin nüzûl sebebine ilişkin kaynaklarda zikredilen
malûmat şu şekildedir: Bedir Savaşı’nın öncesinde müşrik Kureyş ordusu savaş
meydanına göre Mekke istikametindeki Akankal tepelerinde görününce, Peygamber
Efendimiz, “Ya Rabbi! Kureyş gurur ve kibir ile Seninle savaşmaya, Resulünü
yalanlamaya kalkışmıştır. Ya Rabbi! Bana vaat ettiğin yardımı gönder ve onları
bu sabah vakti helâk et” diye duâ etmiştir. Bu duânın akabinde Cebrail (as)
gelerek Peygamberimize, “Bir avuç toprak alıp onlara doğru at” der.
Nitekim
savaş başlayınca Peygamber Efendimiz, Cebrail’in (as) telkini üzere yerden bir
avuç çakıllı toprak alıp “Yüzleri kurusun” buyurarak düşman saflarına doğru
atar. Peygamberimizin düşman saflarına attığı bir avuç çakıllı toprak, bir toz
fırtınası hâline gelerek müşriklerin gözlerini toz ve kumla doldurur. Öyle ki,
müşrikler gözleriyle meşgul olmaktan dolayı kendilerini savaşa tam anlamıyla
veremezler. Gözlerini açtıklarındaysa mücahitlerin kendi saflarını yararak
kelleler uçurduklarını görünce dirençlerini kaybederek bozguna uğrayıp kaçmaya
başlarlar. Onlarda bozulma alâmeti görülünce mücahitler de kimini öldürüp
kimini esir alarak sayıca üstün müşrik ordusuna karşı açık bir zafer kazanırlar.
Söz
konusu âyet, bu savaş sonrası zaferle Medîne’ye dönen mücahitlerden bir kısmının,
bu savaştaki yararlılıklarını abartıp, “Düşmanı şöyle mağlûp ettik, böyle
öldürdük, şu şekilde esir aldık” diye övünmeleri üzerine inmiştir.
Enfâl
Sûresi’nin bu âyeti, mümin mücahitlere gerçek güç ve kudretin kimde olduğuna
dair apaçık bir ikazdır. Söz konusu âyetteki hitap şekline bakınca, hitabın
özelde Peygamber Efendimize, genelde ise O’nun üzerinden müminlere yönelik
olduğu görülür. Hitap özelde Peygamberimize, “Ey Muhammed, Bedir gününde
avucuna alıp düşman üzerine attığın bir avuç çakıllı toprağı atan, Sen değil,
Bizdik! Zâhirde o bir avuç toprağı atan Sendin ama Sana onu atma emrini veren
de, onu attıktan sonra müşriklerin gözünü o toprakla doldurup onların savaşma
azmini kıran da Bizdik” der.
Genelde
ise müminlere, “Ey yaptıklarını kendilerine mâl ederek övünenler! Şu hakikati
iyi bilin ki, savaş gününde düşmanları sadece kendi gücünüzle yenmediniz,
onları o gün yenen de, öldüren de Bizdik” uyarısını yapar.
Mevlâna’nın mutlak kudret
ile cüz’î kudretin, mutlak irade ile cüz’î iradenin iç içe geçtiği bir âyet
olan bu âyeti söz konusu etmedeki maksadı, irade bahsinde Cebriyecilerin
getirdikleri yorumların Müslümanları atâlete sürükleyeceğine ve hayatın
akışıyla örtüşmediğine dair endişesidir. Mevlâna bu âyeti, şu beyitten itibaren
şerh etmeye başlar: “Atış bizden değildir, ok atarsak,/ Biz yayız, oku fırlatan
Hakk’tır Hakk!”
Hazreti Pîr, bir okçu
üzerinden mutlak kudret ve irade ile sınırlı kudret ve irade arasındaki farkı
kavratmaya çalışır. Ok atma eyleminde, görünüşte bir okçu ile elindeki yay ve
oklar vardır. Okçu sadağından oku çeker, yaya yerleştirir, yayı gerip hedefe
nişan alarak oku fırlatır, ok da verilen hedef doğrultusunda yaydan fırlayarak
gidip hedefi vurur. Ok atma eylemiyle eylemin neticesi olan hedefi vurma amacı
birleşince eylem sona erer. Lâkin düz algıya göre bu şekilde cereyan eden
eylemlerin ardında, âyetten anlaşıldığına göre başka bir kudret ve irade
vardır: Mutlak kudret ve irade…
Cebriye
Mevlâna burada cüz’î irade
sahibi olan insanı yay, o yaydan oku fırlatan gücü de mutlak irade olarak
niteliyor. Ok nasıl ki bir okçunun elindeki yaydan fırlamadıkça menzil almazsa,
insan da mutlak iradenin izin ve dilemesi olmadan o yayı gerip oku fırlatamaz.
İşte işin tam bu noktasında da insanın eylemdeki yeri ve rolü konusunda
tartışmalar başlar. Bu noktadan yükselen tartışmalar; eylem, eylemin irade ile
ilişkisi ve bu ilişkinin kader boyutundaki yeri gibi bir silsile izleyerek İslâm
düşünce tarihinden bildiğimiz ana ihtilafları doğurur. Mevlâna bu bahis
üzerinde dururken, yukarıda da vurguladığımız gibi, en çok Cebriye anlayışının
telkin ettiği hususları sakıncalı görür.
Hazreti Pîr’in Mesnevî’de
döne döne işleyip eleştirdiği temel konulardan biri, Cebriye anlayışının İslâm’ın
hayatı tanzim etmekteki dinamik yönünü etkisiz saymasıdır. Hazret, İslâm’ı ve mümini
bir meskenet içine soktuğuna inandığı bu anlayışa şiddetle karşıdır. Cebriye, kulun
yaptığı eylemlerde hiçbir etkisinin bulunmadığı tezini ileri süren aşırı
yorumlardan, kulun yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu kabul eden mutedil
yorumlara kadar genişleyen bir yelpazede hareket eder. Bu anlayışların
niteliğine göre de mezmûm, memdûh (halis) ve evsât gibi isimler alır.
Mezmûm Cebriyeciler, Cebriyenin
aşırılığa kaçan koludur. Bunlar, insanı cansız madde gibi telâkki ederek ondan
sadır olan her türlü hayır ve şerrin bizzat Cenâb-ı Allah’a ait olduğunu ileri
sürerler. Memdûh Cebriyeciler ise insanı cansız gibi telâkki etmeyi doğru bulmayarak
Cebbârlığın mânâsını -Allah’ın yarattığı varlıkların hâlini ıslah edip
yetkinleştirmesi hususu- kavrayıp kaza ve kaderin sırlarından haber verirler; Bunlara
bir de “Halis Cebriyeciler” denen bir bölük eklenir ki genel kabulde bunlar
tevhidi, Allah’ın irade ve kudreti karşısında kulun bütün benliğiyle kendisini
yok sayması olarak gören sofilerdir. Ancak bir mutasavvıf olan Kelâbâzî, bu
görüşe karşı çıkarak mutasavvıfların insanları gerçek anlamıyla eylem içinde
gördüklerini, cebir ve zorlamaya tâbi saymadıkları görüşünde birleştiklerini
ileri sürer. Bütün mutasavvıflar Kelâbâzî’nin ileri sürdüğü görüşte midirler
bilemeyiz, ancak bu satırlarda görüşlerini dile getirdiğimiz Mevlâna’nın tam da
onun belirttiği çizgide bir mutasavvıf olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Zaten onun Cebriyeyi esas tenkit noktası, kulun yaptığı iyi yahut kötü
eylemlerin kula isnat edilmemesi hususunun abesliğidir.
Mesnevî şârihi Ankaravî,
bütün nebî ve velîlerin en mutedil yol olan cebr-i evsât ile vasıflandıklarını söyler. “Mutedil ve Mutasavvıt
Cebriye” de denilen bu anlayışta, insanlara ait iradî eylemlerin Allah
tarafından yaratıldığı ve insanların fiillerini, Allah’tan bağımsız olarak yapamadığı
hususu esastır; ancak bu eylemlerde insanların da dahlinin olduğu kabul edilir.
Süreç içerisinde bütün Ehl-i Sünnet’i Evsat Cebriye içinde sayanlar çıksa da
Sünnî çizgi, kendisini Cebriyenin dışına taşıyarak insanların sorumluluğa dair
fiillerini kendi iradeleriyle yaptıklarını kabul edip Allah’ın kullarını inkâr
veya isyan etmeye zorladığı fikrini ise şiddetle reddetmiştir.
“Cebbarlık mânâsı değildir
cebir,/ Cebbarlığın zikri niyaz içindir.”
Mevlâna, Cebriyecilerin
aşırı kollarının, cebri Hakk’ın Esmâsından biri olan El-Cebbar’ın mânâsından ayırdıklarını
söyler. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâsı olarak Cebbar, kulların hâllerindeki kırılma ve
bozuklukların iyileştirilip ıslah edilmesi mânâsındadır. Cenâb-ı Hakk,
Azâmetinin sonsuz oluşu ve Azâmetine sınır bulunmayışı ile de Cebbar’dır. Bu Azâmetin
kullara ve mevcudata ilişkin tecellisi ise her türlü kırılma ve bozulmayı ıslah
edip onarmasıdır. Cebbar insana ilişkin bir sıfat olduğundaysa, onaran yerine
kıran, ıslah eden yerine bozan, hâli düzelten yerine zulmeden şeklinde tam
zıddı bir anlam silsilesine bürünür. Bu anlam Cebriyecilerin anladıkları
biçimdeki cebr için uygundur. Zira onlar insanın yapıp ettiği her şeyde Cenâb-ı
Hakk’ın bir zorlama ve cebri olduğuna inanırlar. Bu itibarla yapan ve eden her
ne kadar insan ise de asıl yapıp edenin Hakk olduğunu söylerler.
Böyle bir anlayışın Hakk’ı eylemlerimize ortak koşmak tehlikesini içerdiği ve bu içerme dolayısıyla da söyleyenleri şirke düşürdüğü açıktır. Mevlâna, Cebriyecilerin söz konusu ettiği cebrin, Hakk’ın Cebbar Esmâsı ile bir münasebeti bulunmadığını ifade ederek, gerçek mânâdaki cebrin Cebbar Esmâsı ile kavranacağını ve bu kavrayışın da bir niyaz ve yakarı bilincinden başka bir şey olmadığını beyan eder.
Cebriye ve Kaderiye gibi
Mevlâna’nın tenkit ettiği anlayışlardan tekrar, “Attığın zaman sen atmadın” âyetine
dönecek olursak, orada eylemin kendisiyle Hakk’ın müdahalesinin aynı şey
olmadığını anlatmak içindir. Bedir gününde Müslüman mücahitler, müşrik ordusuna
karşı silahlanıp cenge tutuşmak kastıyla meydana gelmişlerdir. Bu eylem
Müslümanların Hakk rızâsını kazanmak için yaptıkları iradî bir eylemdir. Şayet
bu eylem iradî olarak Müslümanlar tarafından değil de Cenâb-ı Hakk tarafından
yapılsaydı, o takdirde müşriklerin de müminlerle savaşmak için Cenâb-ı Hakk
tarafından zorlandığını kabul etmemiz gerekirdi. Ki bu durum, İlâhî maksada uygun
düşmezdi.
Buradaki incelik, Cenâb-ı
Hakk’ın müminlere zafer için yardımcı olmasıyla ilgilidir. Nitekim nebîlerin
mucizeleri ve evliyanın kerametleri de bu kabildendir. Ancak aralarında küçük
ayrımlar vardır. Bedir’deki mucizede Peygamberimizin avucundaki toprağı atması
hâdisesinde Allah’ın müdahalesi yardım şeklinde gelirken, Hazreti Mûsâ’nın
elindeki asayı taşa vurup yerden su çıkarması mucizesinde ise lütuf olarak
gelmektedir.
Neticede Cenâb-ı Hakk’ın
yardımıyla savaşı kazanan müminler, bu yardımın farkında bile olmayarak ölümüne
cenk edip gayretlerinin semeresini de zafer olarak kendilerine nispet ettiler.
Şayet bu olayda Cenâb-ı Allah Kendi yardımını bildirmeseydi, müminler arkalarındaki
İlâhî yardımdan haberdar bile olmayacaklardı. Cenâb-ı Hakk’ın o yardımı
bildirmesindeki gaye, insanların başarıyla sonuçlanan işleri tümüyle
kendilerine nispet etmeyerek o başarıdaki İlâhî paya şükretmeleri içindir.
Buradaki özeli genele
teşmil ettiğimizde, her başarılı iş ve eylemin ardında mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın
gizli bir yardımının bulunduğu anlaşılır. Ancak bu husus, o başarılı iş ve
eylemin o kişiye Allah’ın zoru ve cebriyle yaptırılması anlamına gelmez. O
başarılı işi yapan kişi, onu, elindeki cüz’î iradeye dayanarak özgür bir
şekilde yapmaktadır. Yaptığımız işi sonuca götüren cüz’î irade, aslında bize
yaşadığımız süreye bağlı olarak verilmiş bir lütuf olsa bile onu iyi yahut
kötüye kullanmak, tamamen bizim sorumluluğumuzdadır. Ancak onu kullanırken
çabamızın gayesine göre Allah’tan birtakım yardım ve lütuflar gelmesi olağandır.
Nusret, takdir, lûtuf
Diyelim ki bir fizik
bilgini, ömür boyu bir konuda çalışıyor ve çalıştığı konuyu bir formüle
bağlamak istiyor. Kırk yıl uğraştığı, gecesini gündüze kattığı hâlde o formülü
bir türlü bulamıyor. Günün birinde bir rüya görüyor ve rüyadaki delâletleri
önündeki formüle uygulayınca formüldeki eksikliği tamamlıyor ve keşfinin
sevinciyle mest oluyor. O bilgin, formülündeki eksiği tamamlama işini rüyaya
bağlasa ve Hakk yardımını fark etmese bile biz biliyoruz ki, o rüyada beliren
eksik kısım, Allah’ın, o zâtın gayretine ilişkin bir takdiridir. Ancak o bilgin,
kırk yıl azimle o formülün peşinde koşmasaydı, Hakk yardımını da asla alamazdı.
Burada Cenâb-ı Hakk, o bilgine, “Kalk da kırk yıl şu formülü ara” demedi elbet.
O bilgin, kırk yıllık çabayı kendi irade ve ihtiyarıyla yürüttü ama o konudaki
gayret ve sebatıyla Allah’ın takdirini kazandığı için yardıma mazhar oldu.
Mevlâna’nın, “Biz yayız, oku fırlatan Hakk’tır Hakk”
demesindeki hikmet budur!
Elbette bütün varlıktan ve
özelde de insandan sadır olan her fiil, Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dâhilindedir.
O mümine tuzak kuran müşriki de bilir, tuzağa doğru yol alan mümini de. Ancak
tuzak kuran müşriki, o menhus işe zorlayıp icbar eden İlâhî irade değil,
müşrikteki muvakkat cüz’î iradedir. Şayet burada bir cebir söz konusu olsaydı,
Mevlâna’nın dediği gibi, Cebbarlık mânâsının söz konusu olması gerekirdi.
Mümine tuzak kuran müşrikin tuzağı, Hakk’ın Cebbar İsminin tecellisi açısından
Hakk’a nispet edilseydi, Cenâb-ı Hakk, “onarıp ıslah eden” anlamındaki cebriyle
harekete geçerek o tuzağı bozardı.
Nitekim onun tuzaklar bozucu
(“Keydehüm fitadlîl”) olmasının ardındaki hikmet de bu İsmin tecellisidir. Oysa
tuzak kurduğu anda müşrik de cebbar sıfatını alır; ama ondaki cebir, tuzak
kurup mazluma zulmetme biçiminde gerçekleştiği için, İlâhî cebir, kuldaki cebri
bozmak, tasfiye etmek ve akim bırakmak üzere harekete geçer. Hakk’ın cebrinde,
bırakınız icbar etme ve zorlamayı, aksine cebbar ve zalimlere mânî olarak
mazlumları onların cebrinden esirgeme nüktesi gizlidir.
“Yakarı delildir bizdeki
acze,/ Arımız delildir irademize.”
Mevlâna, yaptığımız bir
işten pişmanlık duyarak o işten dolayı feryat ve figan etmemizi o işin zorunlu
bir sonucu olarak görür ve yaptığımız işten utanmamızı, o işi kendi irademizle
yaptığımıza ilişkin bir delil sayar. Zira yaptığımız bir işten gelen pişmanlık
ve utanma duygusu, o işteki irademizin neticesine bağlı olarak gelir.
“İrade yoksa bu utanç
nedir ya?/ Nedir bu esef, bu ut ve bu
hayâ?”
“Şayet” diyor Hazret, “Yaptığımız
bir işte kendi irademiz olmasaydı, meşru olmayan ve kınanıp ayıplanan bir işi
yaptığımızda Hakk’tan ve insanlardan utanmamıza da gerek kalmazdı”. Oysa o işe
bağlı olarak gelen utanç ve hayıflanma, o işi iradî olarak yaptığımızın
göstergesidir. Yaptığı işi gayr-ı iradî olarak yapan hayvanlarda, bize gelen
utanç ve hayıftan bir eser var mıdır? Hayır! O hâlde iradî bir işe bağlı olarak
gelen hayıflanma ve utanç, o işin iradî olarak yapıldığına delildir. Bunun tam
aksine, meşru bir işten duyulan keyif ve haz da yine o işin iradî olarak
yapıldığına tanıktır.
Tutalım ki, dereye düşen
bir çocuğu insiyakî olarak sudan kurtaran bir köpek, insanda iyi iş yapmadan gelen
gönül rahatlığını bilmediği gibi, aynı köpek, kurtardığı çocuk bu kez sahibinin
bahçesine izinsiz girdiği için yaraladığında da pişmanlık ve utanç duymaz. Zira
o hayvan, yaptığı işi gayr-ı iradî olarak yaptığı için mesuliyet taşımaz.
“Hocanın talebeye zoru
niçin?/ Neden tedbir tedbiredir zihin?”
Mevlâna, “Yaptığımız işi
kendi irademizle yapmadığımız için sorumluluğumuz yoktur” diyen Cebriye
mensuplarına, yaptığımız işte irade ve ihtiyarımız bulunduğu konusunda deliller
getirmeye devam eder. “Ey Cebrî” diyor Hazret, “Şayet yaptığımız işte irademiz
olmasaydı, hocalar talebelerini kötü ve kusurlu işler için sorumlu tutup, iyi
işler için takdir etmeye gerek duyarlar mıydı?”.
Madem hiçbir işte irade ve
mesuliyetimiz yoktur, o hâlde neden karşılaştığımız ve karşılaşacak olduğumuz
zorluk ve müşkül durumlar için tedbir almak peşinde koşarak o iş ve zorluğun
etkisini asgarî hâle getirmeye çalışıyoruz? Zira biliyoruz ki, o tedbiri alma
iradesi göstermezsek, o sel gelecek ve bu bedeni kapacaktır.
(Devam edecek…)