Hak görünümlü küfrün dinle cengi (24)

Her kemâlin bir zevâli ve her yükselişin bir inişi olduğu gibi, o hilebaz münafık da halkı kandırmak için topladığı mânâ incilerinin mizacını bozmasının sonucu olarak dil altına gizlediği habis emellerini önce mânâyla karışık, ardından da mânâdan ayrışık olarak dile getirmeye başlar. Böylelikle sapla tane ayrışır, hile samanı, harman yerinden uçar gider ve mânâ taneleri meydanda kalır. Hile bozulur, nifak çözülür ve Yüce Mânâ, ifşa etiği münafığın habis lîsanından sıyrılarak kendi semasında parlamaya ve yol göstermeye devam eder.

MÜFSİT vezirin derunî hâllerle meşgul olma algısı müritler arasında o kadar kabul görmüştür ki onlar için bu algı, tartışma kabul etmez bir gerçektir.

“Dediler: ‘İnkâr etmeyiz ey vezir,/ Sözümüz, el sözü gibi değildir!’”

Onların endişesi, pîr bildikleri hilebaz vezirin yokluğunda düşecekleri nahoş durumdur. Zira zanlarınca mânâ ve hikmet yolunda kendilerini besleyen pîrleri ile irtibat kopunca, bu durum hikmet sütünden mahrum kalan kendilerinin felâketi olacaktır.

“Akar senden ayrıyken gözden yaşlar,/ Ta can evinde ah ile vah başlar./ Çocuk, dadısıyla uğraşmaz ey yâr!/ İyi kötü bilmez, sürekli ağlar.”

Müritler kendilerini hikmet sütüyle besleyip her türlü mânevî sıkıntı ve açmazlarında bir dadı gibi imdatlarına yetişen şeyhlerinin yokluğunu kolay telâfi edecek durumda değillerdir. Kendilerini bütünüyle onun eline bırakmışlardır. Şimdi o dadı gidince bu mânâ sabilerinin hâli nice olacaktır?

Mevlâna tam bu noktada, müritlerin her şeyleriyle şeyhlerine teslim oluş ânı üzerinden usta işi bir geçki yaparak bizi mürit-mürşit ilişkisinden koparıp kul ile Hakk arasındaki aslî ilişkiye bağlar. Zira bu öyle özel bir ilişki biçimidir ki bu noktadan sonra artık Hakk ile kulu arasına hiçbir vasıta giremez. Bu durum, her amel ve eylemin gerisindeki asıl failin Mutlak Fail olduğunu görüp ifade eden bir durumdur. Bu ifade her varlık, hareket ve eylemin zahirde ayrı ve farklıymış gibi görünseler bile temelde bir büyük birlik olan vahdetten koptuğunu işaret eder.   

“Biz çenk gibiyiz, mızrap vuransa sen,/ Figan bizden değil, sensin inleyen!/ Ney gibiyiz, senden bizdeki neva,/ Dağ gibiyiz, sendendir aksisedâ./     Satranç gibiyiz; gâh galebe, gâh mat,/ Galebe ve mat senden, ey hoş sıfat!”  

Mevlâna bu konuda ne demek istediğini açık ve anlaşılır bir şekilde kavratmak için, konuyu somut misâller üzerinden açar. “Çenk” denen sazdan nağme yükselmesi için, mızrap vuran biri yani fail konumunda bir çenk sanatkârı gerekir. Mızrabı eline alan bu sanatkâr, mızraba vurur vurmaz, sükût timsali çenk birdenbire cana gelen bir meyyit gibi inlemeye başlar. Buraya kadar tamam, ancak bu noktadan sonra Mevlâna’ya özgü ayrıksı idrak ile temas etmeye başlarız. Nedir o ayrıksı idrak? Mevlâna, örnekteki çengin insan ve geniş mânâda da insanlık olduğunu söyler. Bizler çenk gibi sükûtun kucağına düşmüş beklerken, Cenâb-ı Hakk, olayların elini mızrap hâline getirir ve bu çengi o mızrap ile feryat ettirir. Mevlâna’nın “Biz” diyerek sadece insana özgülediği bu durum, aslında bütün varlığı içine alacak biçimde genişleyen bir durumdur.

Bayrağın rüzgârı

Nasıl ki neyden yükselen canhıraş nağme neyden değil, neyzenden gelirse, bir ney gibi olan insandaki feryat ve figân da o neye üfleyen gerçek neffastan gelir. Bir dağ, ses veren olmadıkça herhangi bir ses yansıtmaz. Hakikî sese nispetle bir dağ gibi olan insan da sadece perde ardından seslenen o ulu sesi yansıtır. Bu cihan bir satranç tahtası gibidir. Satranç tahtası üstündeki taşlarla oynayan oyunculardan kimisi galip gelir, kimisi mağlûp olur. Mevlâna’ya göre şah çeken de, mat olan da mağlûbiyet ve galibiyet gibi sıfatları halk ederek onlarla satranç tahtasına hayat veren “hoş sıfatlı”dan başkası değildir. 

“Biz kim oluyoruz, can sensin cana!/ Senle olalım da çıkalım meydana./ Yokuz, varlığımız da yok, çok açık;/ Sense fânî görünen mutlak varlık!”

Mevlâna’ya göre eğer Cenâb-ı Hakk, canımıza kendi “Hayy” İsminden can vermeseydi, bizim varlık meydanına çıkmamız mümkün olmazdı. Bizim yanılgımız, şu iğreti varlığımızı gerçekmiş gibi algılayıp yokluğumuzdan gafil oluşumuzdur. Oysa bizim varlık vehmimizin gerisindeki fail, fânî sandığımız mutlak varlıktan başkası değildir. 

“Aslanız ancak bayraktaki aslan,/ Saldırışımız rüzgârladır her an./ Saldırı görünür, görünmez rüzgâr,/ Hiç eksik olmasın, o görünmez var!/ Senden vergi, bizdeki varlık ve yel,/ Varlığımızda hep sensin mucit el.”

Bayrak üstündeki bir aslan resmi, sûreta bir aslandır ve bayrak üzerinde öylece cansız ve hareketsiz durur; tâ ki bir rüzgâr çıkana kadar… Rüzgâr çıkar çıkmaz, o bayrak üstündeki cansız aslan, birden hareketlenip saldırmaya başlar. Peki, nereye kadar saldırır? Rüzgâr kesilinceye kadar. O bayraktaki sahte aslanı saldırtan rüzgâr dinince anlaşılır ki, o sahte aslanın kendisi gibi saldırısı da sahtedir. Görünüşte aslan saldırmaktadır ama o saldırı, gizlenen bir rüzgâr sayesindedir. O rüzgâr neye işaret etmektedir? Ezelî ve kadim olan bir görünmez vara işaret etmektedir.

Bizdeki varlık vehmi ve bayrağı dalgalandıran rüzgârlık hissi, o görünmez varın ihsanıdır. Onun ihsan ve hibesi olmasaydı şu cihan bayrağında insan sûretine bürünmüş geçici varlığımız nasıl dalgalanırdı? O Musavvir olmasaydı, bizde her şeyi tasarlayıp gerçekleştiren el, rüzgârı nereden alacaktı? 

“Yoka, varlık tadı gösterdin açık,/ Ettin onu bir de kendine âşık!/ İhsanının tadını alma geri;/ Kadehi, badeyi ve mezeleri.../ Bakma bize sen, etme bize nazar,/ Kendi ikram ve sehana bak, ey yâr!/ Biz de yoktuk, talep de... Kereminden/ Söylemesek bile işitirdin sen!”

O Halık, hiçbir şey olmayan bizi, yokluk ilinden alıp bir sûret ihsanıyla var kıldı. İhsanı sadece bu var kılmayla da bitmedi, bir de tutup varlık tadını tattırdığı bu fânî sûreti Kendine âşık etti. Ey Ganî, ne olur, aşk nimetini tadan bu fânî varlıktan kadehi, badeyi ve mezeleri alıp da aşk ihsanının tadını yarım bırakma! Sen Settar’sın, bizim kusurumuza, hatâmıza bakma! Ne olur, Sen bize nimetleri tattırmaya devam et Ey Kerîm Yâr! Bir zaman ne biz vardık, ne de dünyayı dolduran isteklerimizden kopan velveleler. Ama Sen, kereminin sonsuzluğu ve işitip bilmenin azâmetiyle bilir ve işitirdin. Söylemesek işitir, talep etmesek soframıza getirir, hiçbir karşılık istemeden bağışlardın Ey Vehhâb!


“Kalem ve ressam yanında bir resim,/ Rahimde çocuktur; bağlı ve teslim!/ Kudrete nispetle âlem halkı biz,/ İğne altında gergef gibi âciz./ Gâh insan nakşı işler, gâhi şeytan,/ Gâh mutluluk resmeder, gâhi hüsran./ Kovmak için kıpratmaya eli yok,/ Kâr ve zarar konuşmaya dili yok.”

Mevlâna, mutlak kudrete nispeten insanın kalem ve ressama nispetle resim gibi olduğunu söyler. Resim bir eylem değil, bir eylemin sonucudur. Ressam, “kalem” denen bir vasıtayla o resmi çizer. Böylelikle resim bir neden değil, bir sonuç ve ürün olur. Anne rahmindeki çocuk da o daracık dünyada anneye bağlı ve akıbetine râzı olarak bekler. Ama onun o teslim ve bağlılığı, büyük bir cihana gelmek ile ödüllendirilir.

Nazım Hikmet’in hikmet ile gıllet arasındaki kulaçları

Mutlak kudret karşısında bu cihan halkı olarak biz, iğne altında bir gergef kadar aciziz. Gergefin iğneyi ret ve kabul gibi bir seçeneği yoktur. Netîcede iğne, istediği desen ve resmi işlemekte serbesttir. İsterse insan resmi işler gergef üstüne, isterse şeytan. İster mutluluk çizer, ister hüsran. Demek ki kudret iğnesi, bir gaflet gergefi olan bizlerin üzerine eylemlerimizin netîcesine bağlı olarak kazâ ve kader eliyle tecellî eden insanî vasıflarımızı da teyeller, şeytanî vasıflarımızı da. Hüzünleri de dokur, mutlulukları da. Gamları da işler, ferahları da.

Bahis bu beyte gelince… Nazım Hikmet’in uzun bir gevezelikten başka edebî bir değeri olmayan “Saman Sarısı” adlı şiirinde yegâne şiir dizesi olan ve içinde yer aldığı şiirden daha tanınmış olan “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesinin nereden mülhem olduğunu kaydetmekte de yarar var. Bu alıntı ilhamın kökenine gidelim…

Nazım Hikmet’in dedesi Nazım Paşa’nın Mevlevî ve şair olduğunu biliyoruz. Bir müddet dedesinin himâyesinde kalan Nazım Hikmet’in,  dedesinin Konya Valiliği esnasında ilk delikanlılık izlenimleri içinde Mesnevî’nin feyizli sohbetlerinden beslendiği de bilgimiz dâhilindedir. Hattâ bu sıralarda onun hece vezniyle Mevlâna’ya bağlılık bildiren samîmi bir şiir yazdığını da biliyoruz: “Sararken alnımı yokluğun tâcı/ Gönülden silindi neşeyle acı./ Kalbe muhabbette buldum ilâcı,/ Ben de müridinim işte, Mevlânâ./ Ebede set çeken zulmeti deldim./ Aşkı içten duydum, arşa yükseldim./ Kalbden temizlendim, huzura geldim;/ Ben de müridinim işte, Mevlânâ.” 

Görüldüğü üzere Nazım Hikmet’in en meşhur dizelerinden birinin atıf yeri ve ilham mekânı Mesnevî’dir. Hikâye buraya kadar güzel, lâkin Mevlâna Hazretleri’nin Mesnevî’nin önsözünde şöyle bir tespiti var: “Mesnevî, Mısır’daki Nil ırmağına benzer; sabredenler için şerbet, firavun soyu ve inkârcılar içinse hüsrandır.”

Mevlâna, önsözdeki bu tespitini, “Hakk onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir (Bakara, 26) âyetine dayandırır. Nitekim bu İlâhî kural, Nazım Hikmet için de işler ve bir müddet sonra “Müridinim” diye şiirler yazdığı şeyhi için Vâlâ Nureddin’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Görüyorsunuz ya, polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürdüm. Hazretin ‘Sûret hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayâlden, gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rubaisi var, benimkisi yüzlerce yıl sonra Hazrete cevap…”

Nazım Hikmet’in bu mektupta bahsini ettiği rubai şudur: “Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil./ Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil./ Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi:/ ‘Suret hemi zıllest’ filân diye başlayan değil…”

Nazım Hikmet’in karşı rubai yazdığını söylediği Mevlâna rubaisinin çeviri metni şöyledir: “Bil ki, bütün sûretlere bürünür heyûlâ./ Bil ki, ona sûret veren de illet-i ûlâ./ Lâhût âlemi nâsûta inmez; ancak bil ki,/ Nâsût âlemi lâhûttan beliren bir cilâ.”

Mevlâna’nın bahsi geçen rubaisine bakılınca, tamamen imanî nazarla kaleme alınmış bir rubai olduğu görülür. Hazret, bu âleme yansıyan varlık sûretlerinin “illet-i ulâ” dediği ezel Musavviri olan Cenâb-ı Hakk tarafından çizildiğini söyler. O yüce âlemin varlık âlemine inmeyeceğini, zira varlık âleminin o denize nispetle bir damla mesabesinde olduğu için o denize yataklık etme kabiliyetinden yoksun olduğunu söyler. Ancak bu âlemde varlık namına beliren her şeyin de o İlâhî âlemden yansıyan bir ışıltıcıktan başka bir şey olmadığı hikmetini de ekler. Hazret, bu âlemin bize gerçekliğin ta kendisiymiş gibi görünmesinin bizim dar ve sınırlı duyularımızın bir oyunu olduğunu beyan eder. Oysa kudret nazarıyla bakan bir göze mâlik olsaydık, bütün inkârlarımızın bir hububat tanesi içinde cereyan ettiğini görerek hayrete düşerdik.

Elimizde Nazım Hikmet’in ilerleyen yaş aralığında tekrar Mevlâna’ya yakınlaştığına dair tanıklar da vardır. Meselâ “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanında roman kahramanı, Mevlâna’yı, “Hattâ bir büyük şair var, mistik, ama çok büyük” şeklinde takdim eder. Nazım Hikmet’in son nefesinde nasıl bir hâlet ile can verdiğini elbet bilmiyoruz ama onun bu gelgitlerini, Mevlâna ile yola çıkan birisinin ondan tam anlamıyla kopma küstahlığı yaşamadığı anlamında değerlendiriyoruz. Bir zaman edepsizlik edip dergâhı küstahlar kapısından çıkarak terk etse de zamanla pişmanlık duyup, “Ne olursan ol, gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik kapısı değildir” diyen şeyhinin sesinin kulaklarından silinmediği anlaşılıyor. Dergâha gelmese de tekrar ulaşma düşüncesinin, içinde en azından vicdanî bir lîsan hâlinde diri kaldığı anlaşılıyor.

Yüce Mânâ’nın “bir darbeyle” yaptığı ifşaat

Mevlâna Mesnevî’nin muhtelif yerlerinde “Yüce Mânâ” dediği Kur’ân-ı Kerîm’in yukarıda mealini verdiğimiz âyetinin tefsirini yapar. Ona göre insanla temas eden Yüce Mânâ, onda iki türlü etki yapar: Ya onu “külistan” dediği bu dünya küllüğünden alıp illiyin gülistanına doğru götürür ya da onu bu küllük ve cifelik içinde bırakır.  Zira Yüce Mânâ’nın, insanla temasında, onun gizlediği gerçek mizacını ortaya çıkarmak gibi bir işlevi vardır. Zaten Hazret’in “Kudret iğnesi gergefe gâh insan çizer, gâhi şeytan” demesinin ardındaki fikir de budur.

Bu bağlamda kudret iğnesinin insan olarak dokuduğu suretler, Yüce Mânâ ile kanatlanıp mutluluk gülistanına uçan bülbüller iken, şeytan olarak dokuduğu sûretler ise hüsran bataklığına saplanarak doğru yoldan çıkan nasipsizlerdir.

Mevlâna, bu meyanda bu tesirin istisnası olmadığını da ihsas eder. Gerçekte şeytan müridi olan ama giydiği kisve itibarıyla mümin sûretinde görünen nice hilebaz, Yüce Mânâ’nın mizaçlarını doldurmasından dolayı infilâk ederek içlerinde gizledikleri küfrü boca ederler. Çünkü Yüce Mânâ, temas ettiği insandaki küfrü, dilinin altından iterek dilinin dışına çıkarır. Yüce Mânâ’nın tazyikiyle küfrü saklamasının mümkün olmadığını gören münafık, nefessizlikten boğulan biri gibi içindeki bütün ufuneti dışına saçarak ifşa olur. Yüce Mânâ, ulu bir lîsan gibi her şeyi ifşa eder. O ulu lîsan, sevdiğini gizleyerek tekebbürden korunmaya çalışan Hakk âşıklarını da ifşa eder, çirkin emelini gizleyerek ümmeti ifsat etmeyi amaçlayan küfür “fedailerini” de.

Görünüşte ikisi de ifşadır ama o ifşadan bu ifşaya arada ne büyük fark vardır! Hakk âşığının ifşası onu yüceltip itibar kazandırırken, hilebaz münafığın ifşası ise onu iki cihanda da rezil eder. Yûnus Emre bu ifşa hakikatini, “Sevdiğimi söylemez isem/ Sevmek derdi beni boğar” dizelerinde ne kadar veciz bir şekilde ifade eder. Onun beyanına göre, aşkı uzun müddet gizlemek mümkün değildir. Neden? Çünkü aşkın tabiatında kendini ifşa etmek ve ortaya koymak vardır. Zira aşk, Yüce Mânâ’dan gelen bir elçidir ve o elçi, o diyardan getirdiği iletiyi dile getirmekle yükümlüdür. Aşk nasıl gizli kalamaz ise, gizlenmeye çalışılan küfür ve inkâr da gizli kalamaz.

Gizli küfrü taşıyan münafık, onu iman kisvesi altında gizlemeye çalışarak müminlere ve ümmete tuzak kurduğunu sanır. Oysa küfrü iman kisvesi altında gizlemeye çalışarak asıl tuzağa kendisi düşer. Bu tuzağın işleyişi de akıllara durgunluk vericidir. Önce iman burcundan göz kamaştıran bir güneş gibi doğmaya başlayan münafık, bir müddet âlemi aydınlatan güneş gibi müjde ve ümitler saçarken görünür. Öyle ki, o ışıklar hem kendini güzel ve cazip gösterir, hem de müminlerin gözlerini kamaştırır.

Bu sahte müjde taşıyan güneş, zevâl yayı olan gün ortasına kadar ışımaya ve ışıtmaya devam eder. O münafık, gün ortasına kadar üzerindeki mümin kisvesine uygun olarak kendisine ait olmayan ve aslı Hakk dostlarına ait çalıntı eseri nice mânâ incileri hâlinde saçarak kabul alanını genişletip itibarda zirveye yükselir. Tıpkı güneşin gün ortasında zirveye yükseldiği gibi…

Her kemâlin bir zevâli ve her yükselişin bir inişi olduğu gibi, o hilebaz münafık da halkı kandırmak için topladığı mânâ incilerinin mizacını bozmasının sonucu olarak dil altına gizlediği habis emellerini önce mânâyla karışık, ardından da mânâdan ayrışık olarak dile getirmeye başlar. Böylelikle sapla tane ayrışır, hile samanı, harman yerinden uçar gider ve mânâ taneleri meydanda kalır. Hile bozulur, nifak çözülür ve Yüce Mânâ, ifşa etiği münafığın habis lîsanından sıyrılarak kendi semasında parlamaya ve yol göstermeye devam eder.

Onunla inananları aldatmaya çalışan sahtekâr münafığa gelince… Lîsanından bu kez, içinde dalgalanan ufunet ve çirkef denizinin dalgaları peyda olur ve bu dalgalar hem kendini boğar, hem de yoldan çıkardıklarını. (Devam edecek…)