MÜFSİT
vezirin derunî hâllerle meşgul olma algısı müritler arasında o kadar kabul
görmüştür ki onlar için bu algı, tartışma kabul etmez bir gerçektir.
“Dediler: ‘İnkâr
etmeyiz ey vezir,/ Sözümüz, el sözü gibi değildir!’”
Onların endişesi, pîr
bildikleri hilebaz vezirin yokluğunda düşecekleri nahoş durumdur. Zira
zanlarınca mânâ ve hikmet yolunda kendilerini besleyen pîrleri ile irtibat
kopunca, bu durum hikmet sütünden mahrum kalan kendilerinin felâketi olacaktır.
“Akar senden ayrıyken
gözden yaşlar,/ Ta can evinde ah ile vah başlar./ Çocuk, dadısıyla uğraşmaz ey yâr!/ İyi
kötü bilmez, sürekli ağlar.”
Müritler kendilerini hikmet
sütüyle besleyip her türlü mânevî sıkıntı ve açmazlarında bir dadı gibi
imdatlarına yetişen şeyhlerinin yokluğunu kolay telâfi edecek durumda
değillerdir. Kendilerini bütünüyle onun eline bırakmışlardır. Şimdi o dadı
gidince bu mânâ sabilerinin hâli nice olacaktır?
Mevlâna tam bu noktada,
müritlerin her şeyleriyle şeyhlerine teslim oluş ânı üzerinden usta işi bir geçki
yaparak bizi mürit-mürşit ilişkisinden koparıp kul ile Hakk arasındaki aslî
ilişkiye bağlar. Zira bu öyle özel bir ilişki biçimidir ki bu noktadan sonra
artık Hakk ile kulu arasına hiçbir vasıta giremez. Bu durum, her amel ve
eylemin gerisindeki asıl failin Mutlak Fail olduğunu görüp ifade eden bir
durumdur. Bu ifade her varlık, hareket ve eylemin zahirde ayrı ve farklıymış
gibi görünseler bile temelde bir büyük birlik olan vahdetten koptuğunu işaret
eder.
“Biz çenk gibiyiz, mızrap vuransa sen,/ Figan bizden
değil, sensin inleyen!/ Ney gibiyiz, senden bizdeki neva,/ Dağ gibiyiz,
sendendir aksisedâ./ Satranç gibiyiz;
gâh galebe, gâh mat,/ Galebe ve mat senden, ey hoş sıfat!”
Mevlâna bu konuda ne demek
istediğini açık ve anlaşılır bir şekilde kavratmak için, konuyu somut misâller
üzerinden açar. “Çenk” denen sazdan nağme yükselmesi için, mızrap vuran biri yani
fail konumunda bir çenk sanatkârı gerekir. Mızrabı eline alan bu sanatkâr, mızraba
vurur vurmaz, sükût timsali çenk birdenbire cana gelen bir meyyit gibi inlemeye
başlar. Buraya kadar tamam, ancak bu noktadan sonra Mevlâna’ya özgü ayrıksı
idrak ile temas etmeye başlarız. Nedir o ayrıksı idrak? Mevlâna, örnekteki
çengin insan ve geniş mânâda da insanlık olduğunu söyler. Bizler çenk gibi sükûtun
kucağına düşmüş beklerken, Cenâb-ı Hakk, olayların elini mızrap hâline getirir
ve bu çengi o mızrap ile feryat ettirir. Mevlâna’nın “Biz” diyerek sadece
insana özgülediği bu durum, aslında bütün varlığı içine alacak biçimde
genişleyen bir durumdur.
Bayrağın rüzgârı
Nasıl ki neyden yükselen
canhıraş nağme neyden değil, neyzenden gelirse, bir ney gibi olan insandaki
feryat ve figân da o neye üfleyen gerçek neffastan gelir. Bir dağ, ses veren
olmadıkça herhangi bir ses yansıtmaz. Hakikî sese nispetle bir dağ gibi olan
insan da sadece perde ardından seslenen o ulu sesi yansıtır. Bu cihan bir
satranç tahtası gibidir. Satranç tahtası üstündeki taşlarla oynayan oyunculardan
kimisi galip gelir, kimisi mağlûp olur. Mevlâna’ya göre şah çeken de, mat olan
da mağlûbiyet ve galibiyet gibi sıfatları halk ederek onlarla satranç tahtasına
hayat veren “hoş sıfatlı”dan başkası değildir.
“Biz kim oluyoruz, can sensin cana!/ Senle olalım da
çıkalım meydana./ Yokuz, varlığımız da yok, çok açık;/ Sense fânî görünen
mutlak varlık!”
Mevlâna’ya göre eğer Cenâb-ı
Hakk, canımıza kendi “Hayy” İsminden can vermeseydi, bizim varlık meydanına
çıkmamız mümkün olmazdı. Bizim yanılgımız, şu iğreti varlığımızı gerçekmiş gibi
algılayıp yokluğumuzdan gafil oluşumuzdur. Oysa bizim varlık vehmimizin
gerisindeki fail, fânî sandığımız mutlak varlıktan başkası değildir.
“Aslanız ancak bayraktaki aslan,/ Saldırışımız
rüzgârladır her an./ Saldırı görünür, görünmez rüzgâr,/ Hiç eksik olmasın, o
görünmez var!/ Senden vergi, bizdeki
varlık ve yel,/ Varlığımızda hep sensin mucit el.”
Bayrak üstündeki bir aslan
resmi, sûreta bir aslandır ve bayrak üzerinde öylece cansız ve hareketsiz durur;
tâ ki bir rüzgâr çıkana kadar… Rüzgâr çıkar çıkmaz, o bayrak üstündeki cansız
aslan, birden hareketlenip saldırmaya başlar. Peki, nereye kadar saldırır?
Rüzgâr kesilinceye kadar. O bayraktaki sahte aslanı saldırtan rüzgâr dinince
anlaşılır ki, o sahte aslanın kendisi gibi saldırısı da sahtedir. Görünüşte
aslan saldırmaktadır ama o saldırı, gizlenen bir rüzgâr sayesindedir. O rüzgâr
neye işaret etmektedir? Ezelî ve kadim olan bir görünmez vara işaret
etmektedir.
Bizdeki varlık vehmi ve
bayrağı dalgalandıran rüzgârlık hissi, o görünmez varın ihsanıdır. Onun ihsan
ve hibesi olmasaydı şu cihan bayrağında insan sûretine bürünmüş geçici
varlığımız nasıl dalgalanırdı? O Musavvir olmasaydı, bizde her şeyi tasarlayıp
gerçekleştiren el, rüzgârı nereden alacaktı?
“Yoka, varlık tadı gösterdin açık,/ Ettin onu bir de
kendine âşık!/ İhsanının tadını alma geri;/ Kadehi, badeyi ve mezeleri.../ Bakma
bize sen, etme bize nazar,/ Kendi ikram ve sehana bak, ey yâr!/ Biz de yoktuk,
talep de... Kereminden/ Söylemesek bile işitirdin sen!”
O Halık, hiçbir şey olmayan bizi, yokluk ilinden alıp bir sûret ihsanıyla var kıldı. İhsanı sadece bu var kılmayla da bitmedi, bir de tutup varlık tadını tattırdığı bu fânî sûreti Kendine âşık etti. Ey Ganî, ne olur, aşk nimetini tadan bu fânî varlıktan kadehi, badeyi ve mezeleri alıp da aşk ihsanının tadını yarım bırakma! Sen Settar’sın, bizim kusurumuza, hatâmıza bakma! Ne olur, Sen bize nimetleri tattırmaya devam et Ey Kerîm Yâr! Bir zaman ne biz vardık, ne de dünyayı dolduran isteklerimizden kopan velveleler. Ama Sen, kereminin sonsuzluğu ve işitip bilmenin azâmetiyle bilir ve işitirdin. Söylemesek işitir, talep etmesek soframıza getirir, hiçbir karşılık istemeden bağışlardın Ey Vehhâb!
“Kalem ve ressam yanında bir resim,/ Rahimde çocuktur;
bağlı ve teslim!/ Kudrete nispetle âlem halkı biz,/ İğne altında gergef gibi
âciz./ Gâh insan nakşı işler, gâhi şeytan,/ Gâh mutluluk resmeder, gâhi hüsran./
Kovmak için kıpratmaya eli yok,/ Kâr ve zarar konuşmaya dili yok.”
Mevlâna, mutlak kudrete nispeten
insanın kalem ve ressama nispetle resim gibi olduğunu söyler. Resim bir eylem
değil, bir eylemin sonucudur. Ressam, “kalem” denen bir vasıtayla o resmi
çizer. Böylelikle resim bir neden değil, bir sonuç ve ürün olur. Anne
rahmindeki çocuk da o daracık dünyada anneye bağlı ve akıbetine râzı olarak
bekler. Ama onun o teslim ve bağlılığı, büyük bir cihana gelmek ile
ödüllendirilir.
Nazım Hikmet’in hikmet ile
gıllet arasındaki kulaçları
Mutlak kudret karşısında
bu cihan halkı olarak biz, iğne altında bir gergef kadar aciziz. Gergefin
iğneyi ret ve kabul gibi bir seçeneği yoktur. Netîcede iğne, istediği desen ve
resmi işlemekte serbesttir. İsterse insan resmi işler gergef üstüne, isterse
şeytan. İster mutluluk çizer, ister hüsran. Demek ki kudret iğnesi, bir gaflet
gergefi olan bizlerin üzerine eylemlerimizin netîcesine bağlı olarak kazâ ve
kader eliyle tecellî eden insanî vasıflarımızı da teyeller, şeytanî
vasıflarımızı da. Hüzünleri de dokur, mutlulukları da. Gamları da işler,
ferahları da.
Bahis bu beyte gelince…
Nazım Hikmet’in uzun bir gevezelikten başka edebî bir değeri olmayan “Saman
Sarısı” adlı şiirinde yegâne şiir dizesi olan ve içinde yer aldığı şiirden daha
tanınmış olan “Sen mutluluğun resmini
yapabilir misin Abidin?” dizesinin nereden mülhem olduğunu kaydetmekte de
yarar var. Bu alıntı ilhamın kökenine gidelim…
Nazım Hikmet’in dedesi
Nazım Paşa’nın Mevlevî ve şair olduğunu biliyoruz. Bir müddet dedesinin himâyesinde
kalan Nazım Hikmet’in, dedesinin Konya Valiliği
esnasında ilk delikanlılık izlenimleri içinde Mesnevî’nin feyizli sohbetlerinden
beslendiği de bilgimiz dâhilindedir. Hattâ bu sıralarda onun hece vezniyle
Mevlâna’ya bağlılık bildiren samîmi bir şiir yazdığını da biliyoruz: “Sararken alnımı yokluğun tâcı/ Gönülden
silindi neşeyle acı./ Kalbe muhabbette buldum ilâcı,/ Ben de müridinim işte, Mevlânâ./ Ebede set çeken zulmeti deldim./
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim./ Kalbden
temizlendim, huzura geldim;/ Ben de müridinim işte, Mevlânâ.”
Görüldüğü üzere Nazım
Hikmet’in en meşhur dizelerinden birinin atıf yeri ve ilham mekânı Mesnevî’dir.
Hikâye buraya kadar güzel, lâkin Mevlâna Hazretleri’nin Mesnevî’nin önsözünde
şöyle bir tespiti var: “Mesnevî,
Mısır’daki Nil ırmağına benzer; sabredenler için şerbet, firavun soyu ve
inkârcılar içinse hüsrandır.”
Mevlâna, önsözdeki bu
tespitini, “Hakk onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir” (Bakara,
26) âyetine dayandırır. Nitekim bu İlâhî kural, Nazım Hikmet için de işler ve
bir müddet sonra “Müridinim” diye şiirler yazdığı şeyhi için Vâlâ Nureddin’e
yazdığı bir mektupta şöyle der: “Görüyorsunuz ya, polemiği ve kavgayı Hazreti
Mevlâna’ya kadar götürdüm. Hazretin ‘Sûret hemi zıllest’ diye başlayan ve
dünyanın bir hayâlden, gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rubaisi var,
benimkisi yüzlerce yıl sonra Hazrete cevap…”
Nazım Hikmet’in bu
mektupta bahsini ettiği rubai şudur: “Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin,
heyûlâ filân değil./ Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân
değil./ Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi:/ ‘Suret hemi
zıllest’ filân diye başlayan değil…”
Nazım Hikmet’in karşı rubai
yazdığını söylediği Mevlâna rubaisinin çeviri metni şöyledir: “Bil ki, bütün
sûretlere bürünür heyûlâ./ Bil ki, ona sûret veren de illet-i ûlâ./ Lâhût âlemi
nâsûta inmez; ancak bil ki,/ Nâsût âlemi lâhûttan beliren bir cilâ.”
Mevlâna’nın bahsi geçen rubaisine
bakılınca, tamamen imanî nazarla kaleme alınmış bir rubai olduğu görülür. Hazret,
bu âleme yansıyan varlık sûretlerinin “illet-i ulâ” dediği ezel Musavviri olan
Cenâb-ı Hakk tarafından çizildiğini söyler. O yüce âlemin varlık âlemine
inmeyeceğini, zira varlık âleminin o denize nispetle bir damla mesabesinde
olduğu için o denize yataklık etme kabiliyetinden yoksun olduğunu söyler. Ancak
bu âlemde varlık namına beliren her şeyin de o İlâhî âlemden yansıyan bir
ışıltıcıktan başka bir şey olmadığı hikmetini de ekler. Hazret, bu âlemin bize
gerçekliğin ta kendisiymiş gibi görünmesinin bizim dar ve sınırlı duyularımızın
bir oyunu olduğunu beyan eder. Oysa kudret nazarıyla bakan bir göze mâlik
olsaydık, bütün inkârlarımızın bir hububat tanesi içinde cereyan ettiğini
görerek hayrete düşerdik.
Elimizde Nazım Hikmet’in
ilerleyen yaş aralığında tekrar Mevlâna’ya yakınlaştığına dair tanıklar da
vardır. Meselâ “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanında roman kahramanı, Mevlâna’yı,
“Hattâ bir büyük şair var, mistik, ama çok büyük” şeklinde takdim eder. Nazım
Hikmet’in son nefesinde nasıl bir hâlet ile can verdiğini elbet bilmiyoruz ama
onun bu gelgitlerini, Mevlâna ile yola çıkan birisinin ondan tam anlamıyla
kopma küstahlığı yaşamadığı anlamında değerlendiriyoruz. Bir zaman edepsizlik edip
dergâhı küstahlar kapısından çıkarak terk etse de zamanla pişmanlık duyup, “Ne
olursan ol, gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik kapısı değildir” diyen şeyhinin
sesinin kulaklarından silinmediği anlaşılıyor. Dergâha gelmese de tekrar ulaşma
düşüncesinin, içinde en azından vicdanî bir lîsan hâlinde diri kaldığı
anlaşılıyor.
Yüce Mânâ’nın “bir darbeyle”
yaptığı ifşaat
Mevlâna Mesnevî’nin
muhtelif yerlerinde “Yüce Mânâ” dediği Kur’ân-ı Kerîm’in yukarıda mealini
verdiğimiz âyetinin tefsirini yapar. Ona göre insanla temas eden Yüce Mânâ,
onda iki türlü etki yapar: Ya onu “külistan” dediği bu dünya küllüğünden alıp
illiyin gülistanına doğru götürür ya da onu bu küllük ve cifelik içinde
bırakır. Zira Yüce Mânâ’nın, insanla
temasında, onun gizlediği gerçek mizacını ortaya çıkarmak gibi bir işlevi
vardır. Zaten Hazret’in “Kudret iğnesi gergefe gâh insan çizer, gâhi şeytan”
demesinin ardındaki fikir de budur.
Bu bağlamda kudret iğnesinin
insan olarak dokuduğu suretler, Yüce Mânâ ile kanatlanıp mutluluk gülistanına
uçan bülbüller iken, şeytan olarak dokuduğu sûretler ise hüsran bataklığına
saplanarak doğru yoldan çıkan nasipsizlerdir.
Mevlâna, bu meyanda bu
tesirin istisnası olmadığını da ihsas eder. Gerçekte şeytan müridi olan ama
giydiği kisve itibarıyla mümin sûretinde görünen nice hilebaz, Yüce Mânâ’nın mizaçlarını
doldurmasından dolayı infilâk ederek içlerinde gizledikleri küfrü boca ederler.
Çünkü Yüce Mânâ, temas ettiği insandaki küfrü, dilinin altından iterek dilinin
dışına çıkarır. Yüce Mânâ’nın tazyikiyle küfrü saklamasının mümkün olmadığını
gören münafık, nefessizlikten boğulan biri gibi içindeki bütün ufuneti dışına
saçarak ifşa olur. Yüce Mânâ, ulu bir lîsan gibi her şeyi ifşa eder. O ulu lîsan,
sevdiğini gizleyerek tekebbürden korunmaya çalışan Hakk âşıklarını da ifşa
eder, çirkin emelini gizleyerek ümmeti ifsat etmeyi amaçlayan küfür “fedailerini”
de.
Görünüşte ikisi de ifşadır
ama o ifşadan bu ifşaya arada ne büyük fark vardır! Hakk âşığının ifşası onu
yüceltip itibar kazandırırken, hilebaz münafığın ifşası ise onu iki cihanda da
rezil eder. Yûnus Emre bu ifşa hakikatini, “Sevdiğimi söylemez isem/ Sevmek
derdi beni boğar” dizelerinde ne kadar veciz bir şekilde ifade eder. Onun
beyanına göre, aşkı uzun müddet gizlemek mümkün değildir. Neden? Çünkü aşkın
tabiatında kendini ifşa etmek ve ortaya koymak vardır. Zira aşk, Yüce Mânâ’dan
gelen bir elçidir ve o elçi, o diyardan getirdiği iletiyi dile getirmekle
yükümlüdür. Aşk nasıl gizli kalamaz ise, gizlenmeye çalışılan küfür ve inkâr da
gizli kalamaz.
Gizli küfrü taşıyan
münafık, onu iman kisvesi altında gizlemeye çalışarak müminlere ve ümmete tuzak
kurduğunu sanır. Oysa küfrü iman kisvesi altında gizlemeye çalışarak asıl
tuzağa kendisi düşer. Bu tuzağın işleyişi de akıllara durgunluk vericidir. Önce
iman burcundan göz kamaştıran bir güneş gibi doğmaya başlayan münafık, bir
müddet âlemi aydınlatan güneş gibi müjde ve ümitler saçarken görünür. Öyle ki,
o ışıklar hem kendini güzel ve cazip gösterir, hem de müminlerin gözlerini
kamaştırır.
Bu sahte müjde taşıyan
güneş, zevâl yayı olan gün ortasına kadar ışımaya ve ışıtmaya devam eder. O
münafık, gün ortasına kadar üzerindeki mümin kisvesine uygun olarak kendisine
ait olmayan ve aslı Hakk dostlarına ait çalıntı eseri nice mânâ incileri hâlinde
saçarak kabul alanını genişletip itibarda zirveye yükselir. Tıpkı güneşin gün
ortasında zirveye yükseldiği gibi…
Her kemâlin bir zevâli ve
her yükselişin bir inişi olduğu gibi, o hilebaz münafık da halkı kandırmak için
topladığı mânâ incilerinin mizacını bozmasının sonucu olarak dil altına gizlediği
habis emellerini önce mânâyla karışık, ardından da mânâdan ayrışık olarak dile
getirmeye başlar. Böylelikle sapla tane ayrışır, hile samanı, harman yerinden
uçar gider ve mânâ taneleri meydanda kalır. Hile bozulur, nifak çözülür ve Yüce
Mânâ, ifşa etiği münafığın habis lîsanından sıyrılarak kendi semasında
parlamaya ve yol göstermeye devam eder.
Onunla inananları
aldatmaya çalışan sahtekâr münafığa gelince… Lîsanından bu kez, içinde dalgalanan
ufunet ve çirkef denizinin dalgaları peyda olur ve bu dalgalar hem kendini
boğar, hem de yoldan çıkardıklarını. (Devam
edecek…)