MEVLÂNA, “kara”
ve “deniz” kelimelerini, murâdını en iyi anlatan zıt kavram ikilisinden biri
olarak kullanır. Onun hususi lügatinde kara, bu madde evrenini, su yani deniz
de mânâ evrenini ifade eder. Bu itibarla kara, bedenî hislerimizin toplamı olan
beş duyuyu; deniz de bu beş duyuya taban tabana zıt olan rûhânî hislerimizin
toplamı olan beş duyuyu işaret eder: “Karada
doğan his, karayı görür;/ Can Îsâ’sı deniz üstünde yürür.”
Karada doğan hislerden
maksat, kişinin dünya algısının dünya ile sınırlı olması ve madde ile şekilden
bağımsız bir idrakten uzak olmasıdır. Mevlâna, sûret ve şekilde kalan his ve
algıların bizi sonunda sûret ve şekil düzeyine mahkûm edeceğini söyler. Çünkü
sûret ve şekle bağlı algı, bu cihanın idrak düzeylerinin en ilkel biçimlerinden
biridir. Kendimizi bu algıya mahkûm ettiğimizde, sûret ve şekilleri aşılmaz
görerek maddenin ağırlığı altında ezilip kalırız. Bu algı körlüğü nedeniyle
denizi üstünde yürünmez, semâyı üstünde gezilmez ve ateşi içinde durulmaz
sanırız. Oysa bu engeller karaya mensup hislerimizin sınırlarıdır. Can Îsâ’sı
hükmünde olan suya yani mânâya mensup hislerimiz ise ten hislerinin engel
gördüklerini can hissine merdiven olarak görürler.
Bu demektir ki, ten atının
ancak ayağını sokabildiği deniz, can atının seyran yeri ve ulu yoludur. Zira
aslı toprak olduğu için karaya mensup olan ten için su bir hudut ve engeldir.
Oysa aslı mânâya mensup olan can içinse su, can balığının can bulduğu bir
hayatiyet yurdudur.
Mevlâna bizim sadece
karadan ibâret olmadığımız hususuna vurgu yaparak yarısı karadan ve yarısı
sudan oluşan bir bütün olduğumuza dikkat çekiyor. Nitekim balçıktan yaratılan
bizim toprağımızın balçık kıvamını alması için suyla karışması gerekir. İşte
biz, fıtratımızdaki bu bütünlüğe dikkat etmeyerek dünyayı sadece topraktan
doğan beş hisle algılayıp suyla gelen diğer beş his ile algılamayı ihmâl
edersek daima yarım kalır ve çifte kanada sahip olduğumuz hâlde menzile yaya
olarak gitmeye çalışırız!
“Dağda, sahrada, ovada dembedem;/ Ömür kara yolunda
geçti madem,/ Deniz dalgasını nasıl yaracaksın?/ Bengi suya nereden ereceksin?”
İnsanın dünya ile
münasebeti dünyalık bir münasebet olduğu için, bütün ömrünü bu uğurda geçirir.
Ticâret peşinde şehirden şehre, ülkeden ülkeye koşar. Tarımla uğraşıp o ovaya
pamuk eker, bu ovaya buğday eker. Madencilik aşkıyla şu dağı altın için eler,
bu dağı gümüş için... Sonunda “ömür” denen nimet, şu dünya dışına doğru bir
kanat bile açamadan karada başlayıp karada biter. Evet, bu faaliyetler de olmalı
ve mutlaka yapılmalıdır, ancak bu faaliyetler maişet ve geçim içindir. Maişet
ve geçim endişesiyse insanın sadece yarısı olan ten doyumluğu içindir. Peki,
diğer yarısı olan can doyumluğu nerede?
“Can” denen balık, bizim
karaya mahkûm olmamızdan dolayı can çekişmede. Tenin doyup semizlemesine
mukabil, onun havasızlıktan ciğerleri yırtılmakta...
Karaya mahkûm olup kalınca
deniz bizim için ulaşılmaz ve geçilmez bir engel teşkil eder. Yani aslı
itibarıyla mânâya mensup olan insan, mânâdan uzak düşer. Mânâ denizi onun için
boğucu dalgalarıyla uzak ve korkunç bir muhit olacağından, kendini o denizin
dalgalarını aşmakta yetersiz görür. Oysa “âb-ı hayat” denen hayat kaynağı, o
denizin dalgalarının ardında durmaktadır. Karayla uğraşarak kalbini karartan
insan, içinde âb-ı hayat gizleyen ulu denizin dalgalarını gözünü karartıp
aşacak cesaretten mahrum kalır. Zira cesaretin hakikîsi, aradığı şeyin
hakikatinden şüphe duymayan insanda tecellî eder. Ufkunu karayla sınırlayanın
denizdeki gizemlerden ne haberi olur?
Mânânın tabiatındaki tuzak
“Bizde toprak dalgası: Vehm, fehm, fikir./ Su
dalgasıdır: Mahv, fena ve sekir./ Bu mestlikle uzaksın o mestlikten,/ Bu
mestlikle körsün o kadehe sen./ Tıpkı toz gibi zâhirdeki lâflar,/ Birazcık sus
da kendine gel ey yar!”
“Oysa” der Mevlâna, “Bizim
varlık denizimizde iki dalga vardır”. Bu dalgalardan biriyle ten
denizindeki inciler peyda olup ortaya çıkar, diğeriyle can denizindeki inciler
peyda olur. Ten denizi dalgalanınca ten hisleri ile algılayacağımız bir dünya
ve bu dünyayı anlamlandırmak için de o dünyaya ilişkin olan akıl işleticileri
meydana çıkar. Nedir bu akıl işletici yahut çalıştırıcıları? Vehim, fehim ve
fikir…
Vehim, ten aklına ilk
vuran dalgayla gelen his dalgasıdır. Bu dalga korkuyu da barındırır, şüpheyi de;
zannı da besler, hayâli de. Bu itibarla arı bir dalga olmayıp, bulanık bir
dalgadır. Fehim, bu dalganın ayıklanması, vehmin kopardığı hayâlî sûretlerin
ayrıştırılarak kavranmasıdır. Tam da bu noktada Hallac-ı Mansur, “Vehim olmadan fehim olmaz” der. Gerçi o,
ten dalgasından yükselen bir vehim ve fehimden bahsetmez ama o tespit, bu dalga
boyutunda da geçerlidir. Vehmin hayâlî sûretlere büründürdüğü dalgayı aklî sûretlere
dönüştüren fehim, o dalgadan gelen çamur ve tortuyu eleyerek içindeki inciye yani
kavrama odaklanır.
Kavradığımız şeylerin bir
zihin dalgasıyla lîsandan dökülme hâli ise fikirdir. Bu itibarla fikir, vehmin
evcilleşmiş sûretleridir. Vahşi vehmin terbiyecisi ise fehimdir.
Ancak vehim, fehim ve
fikir silsilesi ile ortaya çıkan anlamlar, bize göre netîce olsa bile Mevlâna’ya
göre netîcenin gölgesidir. Çünkü sadece ten dalgasından ortaya çıkan incilerin
peşine düşenler mânânın hakikî incileri ile değil, kalp ve sahte incileriyle
karşılaşırlar. Bu durum, mânânın kurduğu tuzak ile alakalıdır. Zira mânânın
tabiatında tuzak vardır. Ancak bu tuzak, nitelikli olanlar ile niteliksiz
olanlar arasında ayrım yapmak için harekete geçen âdil bir tuzaktır. Tâ ki
insanların çoğu vehimden kopan sahte incilerin peşine düşsün de halis inciler
can dalgasına mensup olanlara kalsın.
Hoş, bu incilerle o kalabalığın bir münasebeti de yoktur zaten. Avam idraki, çocuk idraki mesâbesindedir. Çocuğa inci de birdir, çakıl da. Çakıl ile inciyi ayrım yeteneği ne gezer o akılda?
Hâriçten bakıldığında gök yüksek görünür, mânâ cihetinden bakıldığında ise temiz rûhun kendisi olan insan-ı kâmilin mertebesi, göğün mertebesinden daha yüksektir.
Can dalgasına gelince… O
dalgadan da mahv, sekr ve fena incileri peyda olur. Bu dalganın incileri o
dalganın incilerinden değerli olduğu için, bu dalganın fikirleri de o dalganın
fikirlerinin zıddına işler. Şöyle ki; mahv, vehmin kopardığı bulanık hayâllerin
tasavvurdan silinmesi ve kişinin vehimden emin kılınması işlevlerini üstlenir.
Sekre gelince… Bu da
fehmin zıddına yürür. Fehim, vehmin ürettiği hayâlî dalga ve sûretleri
aklîleştirme melekesidir. Fehim bu işi yaparken, vehim dalgalarını, ten
duyuları olan beş hisse göre bir süzgeçten geçirir. Sekir ise fehmin tendeki
beş duyuya göre dizdiği düşünce silsilesini candaki beş duyu namına bozan
sarhoş bir idraktir. “Sarhoş” deyişimiz, sekrin, fehmin dayandığı aklî temel
ile herhangi bir bağlantıya sahip olmamasından dolayıdır. Fehim vehmi beş
duyuya bağlama, sekir ise mahvın sildiği izlerin tasavvurda ortaya çıkmaması
için ikinci kez silme işlemidir. Mahv vehmin, sekir de fehmin dalgalarını
silerken, silinen ortama kendi dalgalarını ikâme eder ve asla boşluk bırakmazlar.
Fena ise vehmin fikir sûretine bürünerek varlık alanına çıkmasını imha eden bir
sistemdir. Fena da fikri siler.
Mevlâna böylelikle ten
dalgasının ürettiği arızalı ve virüslü fikir dalgasının, can dalgasının
ürettiği sağlam ve virüs temizleyici fikir dalgasıyla giderildiğini söyler.
Ancak yine önemine binaen vurgulamakta yarar vardır: Bu silme işi, salt silme
işi olmayıp, silerken kendi hükmünü yazma işidir. Zira bir şeyin fâni olması,
öbür şeyin bâki olmasından dolayıdır. Hakk Bâkî olmasaydı, varlık fâni olmazdı.
Mademki Bâkî O’dur, varlığın payına düşen de fâni olmaktır.
Mevlâna fikrin, ten
dalgasından da yükselse, can dalgasından da yükselse kişideki tesirinin bir tür
sarhoşluk hâli olduğuna değinir. Zira fikre ulaşmak çetin bir süreçtir ve sürecin
sonunda bir zafer lîsanı gibi cümlelere dökülen fikirler, her idrak için bir
övünç nedenidir. Ancak sarhoşluğun da dereceleri vardır. Biz, ten dalgasından
kopan fikirlerle ilmin kemâline erdik zannıyla mest olursak, can dalgasından
kopan fikirlerle mest olanların dalgası gelip bizi yutar. Can dalgası ikliminin
kıyısız denizlerinde ölçüsüz hortumlar yükselirken, ten dalgasının avuç içi
kadar denizinde kopan girdaplardan kim korkar?
Vehim rüzgârının etkisiyle
kopan fehim ve fikir tozlarının mahv dalgasıyla kopup karalar yutan sekir ve
fena hortumları yanında sözü mü olur? O zaman gevezeliğe ne lüzum var, hamuş
olup başka bir lîsana kulak kesilmelidir!
Dişsize ölüm olan lokma
Sahtekâr vezirin,
müritleri gevezelik yönünden sigaya çektiği bu kısımda söylenen şeylerin
tamamının içi dolu ve sahtelikten uzaktır. Ancak vezir, bunları hakikatine
inandığı için değil, bu hakikatler ile müritleri avlamak için zikretmektedir.
Bu itiraz götürmez öğütleri, bir elinde tuttuğu şerbet dolusuyla müritlere
sunarken, diğer elinde tuttuğu zehirli şırıngayı uygun zamanda saplamak için
sabırla beklemektedir. Mevlâna, sahtekâr şeyhlerin zehri mürit ve bağlılarına
bir anda sunmadıklarını, sabırla ve alıştıra alıştıra sunduklarını ima
etmektedir.
Zehir nedir? O din ve inancın
özünü bozacak fikir ve hükümler… Bunlar bünyeye bir anda zerk edilirse fark
edileceği için, sahtekârlar o bünyeyi alıştıra alıştıra tahrip ederler ki
tahripleri gizli kalsın!
Vezirin her türlü takdim
hilesiyle kendine bağımlı kıldığı zavallı müritler, onun bu azar kılıklı öğüdü
karşısında bakalım nasıl bir tavır sergiliyorlar:
“Dediler: ‘Ey
kaçmaya gedik açan,/ Vazgeç bize bu hile ve cefadan!/ Hayvana gücü
miktarınca yük vur,/ Zayıflara kuvvetince iş buyur./ Her kuşun yemi kendine göredir,/
Her kuşcağızın yemi midir incir?/ Süt yerine ekmek versen tıfıla,/ Yavrucağı
ekmekten ölmüş belle!/ Dişleri çıkardıktan sonra bebek,/ İster artık kendi
gönlünce ekmek./ Kanadı çıkmamış kuşun uçması/ Mümkün müdür? Olur kedi lokması…/
Kanadı çıkınca onları açar;/ Rahat, ıslıksız, iyi kötü uçar.”
Müritler, sahte
şeyhlerinin öğüt kılıklı azarlarına iki aşamalı bir yaklaşımla cevap
veriyorlar. Bu cevabın ilk aşaması, şeyhlerinin konumu ile kendi konumlarının
kıyasıdır. Bu kıyasta müritler, şeyhlerinin kendilerine bu tür davranmakla
eziyet ve cefa ettiğini söyleyerek onu bu cefadan vazgeçmeye çağırırlar. Çünkü
onun halvette kalmasını kendilerinden kaçış olarak görmektedirler.
Müritler sahte şeyhlerinin
kendilerinden maksatlı kaçışını, tahammül edilmez bir durum olarak görüyorlar.
Bu durum, bir hayvana taşıyamayacağı kadar yük yüklemek ve zayıfları, altından
kalkamayacakları yükün altına sokmakla aynıdır. Her kuşun yemi aynı olmadığı
gibi, müritlerle şeyhin zorluk ve sınamaya tahammülleri de aynı değildir. Kuş
vardır, bir tam inciri bir lokmada yutar; kuş vardır, o incirin yarısını bile
yutsa helak olur. Süt çocuğunun gıdası süttür; ona süt yerine ekmek verilirse,
o ekmek ona gıda değil, ölüm olur. Çocuk ekmeği ne zaman yer? Onu çiğneyecek
dişleri çıkardıktan sonra... Çocuk diş çıkardıktan sonra, artık onun için ekmek
de süt yerine geçer. Dişsizken helak sebebi olan ekmeği, diş çıkardıktan sonra
bizzat kendisi talep eyleyerek can gıdası yapar.
Kanatları henüz uçma kıvamına gelmemiş kuş yavrusunun uçması mümkün müdür? Hayır, daha ilk uçma teşebbüsünde yuvadan aşağı düşerek kedi lokması olur!
İsimler ve cisimler
Görüldüğü üzere müritler,
kendilerini kanadı henüz çıkmamış bir kuş yavrusuna, onları bekleyen tehlikeleri
de kediye benzetmektedirler. Müritler, şeyhlerinin kendilerini terk etme
durumunu, yuvada hâmisiz kalan kuş yavrusu gibi görmektedirler. O kuş yavrusu
himâyesiz kaldığından dolayı her türlü tehlikeye nasıl açık ise, müritler de
henüz Hakk yolunda kemâle ermedikleri için nefislerine mağlûp olarak yoldan
çıkarıcıların hilelerine kapılabilirler.
Nasıl ki kuş yavrusu kanat
çıkardığında artık kendi başına uçarak vahşi hayvanların tehditlerinden
kurtulursa, müritler de ancak kemâle erdiklerinde yolun tuzaklarına kapılarak
istikametlerini şaşmazlar.
Müritleri dinleyelim: “Nutkundan nutku tutulur iblisin,/ Sözün
akıl eyler kulağı kesin!/ Kulaklar akıldır konuştuğun an,/ Karamız denizdir sen isen umman./ Bize
senle gökten daha yeğdir yer,/ Yerden göğe dek senle aydın her yer./ Sensiz
karanlıktır gök bize bütün;/ Ey ay, felek kim ki senle ölçülsün!/ Görünüşte
gökler yüksekte durur,/ Mânâda yükseklik, temiz ruhundur./ Sûretâ yüksek olan
cisimlerdir,/ Mânâdaysa cisimler, isimlerdir.”
Müritlerin şeyhlerine
verdiği cevabın ikinci aşaması, müritlerin gözünden şeyhin konumunu tespit etmemize
yarayan bilgiler içerir. Şeyh konuştuğu zaman, onun hak ve hakikate dair
sohbeti şeytanın hilelerini hükümsüz kılan sırlarla dolu olduğu için, şeytanın
nutku tutulur. Yani şeytanın hile ve tuzakları müritlere işlemez. Zira şeyh,
sohbetiyle zaaf ve yoldan çıkış nedenlerini o kadar güzel izah eder ki onun
konuşması lâlettayin bir konuşma olmayıp, âdeta kulakları akıl mertebesine
çıkaran bir konuşmadır. Müritler, şeyhin sohbetiyle kulaklarından beslenerek,
kulağı akıl hâline getirirler. Yani şeyhin sohbeti, hepsinin göz ve
kulaklarındaki perdeleri açarak onları birer yol eri hâline getirir.
Müritlerin kulakları
şeyhin aşk ve akıl lîsanından saçılan hikmetleri göz ve gönle taşıyarak âdeta
şeyhin aklını ses ve mânâ olarak kendilerine taşırlar. Şeyh sohbetine eren
kulak, sanki kulak değil de şeyhin lîsan ve aklıdır. Yani öyle bütünleşir o
sohbetin feyiz ve bereketiyle. Şeyhin kıyısız bir umman gibi coşan gönülden
saçtığı mânâ dalgaları, müritlerin henüz kara parçası gibi olan gönüllerini
istilâ ederek, onları kendi ummanından gelenlerle birleştirir. Artık müritler,
karadan yani ten hislerinden geçerek denize yani can hislerine mensup olur ve o
iklimin lezzetlerini tadarlar.
Şeyhlerinin mânâ denizinden
gelen dalgaların istilâsına uğrayan müritler, tenin zülmanî ve karanlık
perdelerinde yaşadıkları hüsrandan kurtularak canın Rahmânî ve aydınlık olan
menziline erişirler. Erişirler erişmesine de, canın nûrânî menzili de nihâyetinde
bir menzil yani duraktır. Oysa dervişin bu durakta bir müddet bekledikten sonra
hakikate doğru yol alması gerekir. Nitekim pek çok Hakk yolcusu için bu durak
da bir tuzaktır. Zira ten karanlığından can ve rûhun nûrânî dünyasına geçen
dervişler, ibadet ve taat zevki içinde kalarak hakikat menziline yol almaları
gerektiğinin farkına varmazlar.
Nitekim evliyanın
önderlerinden Seriyy-i Sakatî, bu bağlamda müritlerini, “İbâdet ve itaatin lezzetleri, sizin için öldürücü bir zehirden farksızdır”
diye uyarmıştır. Bu uyarıdan maksat, ibâdetten kaçınmak değil, ibâdet ile
alınan yola dikkat çekmektir. İbâdet yol almak için değil de lezzetine dalıp
kalmak için yapılırsa, mânâ gözünde yol engeli hâline gelir. Zira mâhiyeti ne
olursa olsun, bütün lezzetlerin nefis ve arzuyla gizli veya açık bir ilişkisi
vardır.
Müritler, şeyhleri
yanlarındaysa yerde olmayı göklerde olmaya tercih ederler. Çünkü insan-ı kâmil
olan mürşitlerinin nûru, feleğin nûrundan üstündür. Bu yüzden onsuz, gökte
olsalar bile karanlık içindedirler. Aysız bir gök nasıl karanlık ve zulmetle
doluysa, mânâ feleğini aydınlatan dolunay mesâbesindeki şeyhleri olmadan da
mânâ semâsı karanlık ve yol almaya mânidir.
Hâriçten bakıldığında gök
yüksek görünür, mânâ cihetinden bakıldığında ise temiz rûhun kendisi olan insan-ı
kâmilin mertebesi, göğün mertebesinden daha yüksektir.
Görünüşte yüksek olan cisimlerdir. Yani sûretlerin yükseklik ve alçaklıkları, cisimler için bir değer ve mertebe ifade eder. Mânâ gözüyle bakıldığında ise cisimlerin kuru birer isim olduğu görülür. Zira mânânın yüksekliğine oranla sûret ve cisimlerin hiçbir önemi yoktur. Mânâ ikliminde sûret ve cisim bir kap ve isimdir, o kadar! (Devam edecek…)