Hak görünümlü küfrün dinle cengi (22)

“Âb-ı hayat” denen hayat kaynağı, o denizin dalgalarının ardında durmaktadır. Karayla uğraşarak kalbini karartan insan, içinde âb-ı hayat gizleyen ulu denizin dalgalarını gözünü karartıp aşacak cesaretten mahrum kalır. Zira cesaretin hakikîsi, aradığı şeyin hakikatinden şüphe duymayan insanda tecellî eder. Ufkunu karayla sınırlayanın denizdeki gizemlerden ne haberi olur?

MEVLÂNA, “kara” ve “deniz” kelimelerini, murâdını en iyi anlatan zıt kavram ikilisinden biri olarak kullanır. Onun hususi lügatinde kara, bu madde evrenini, su yani deniz de mânâ evrenini ifade eder. Bu itibarla kara, bedenî hislerimizin toplamı olan beş duyuyu; deniz de bu beş duyuya taban tabana zıt olan rûhânî hislerimizin toplamı olan beş duyuyu işaret eder: “Karada doğan his, karayı görür;/ Can Îsâ’sı deniz üstünde yürür.”

Karada doğan hislerden maksat, kişinin dünya algısının dünya ile sınırlı olması ve madde ile şekilden bağımsız bir idrakten uzak olmasıdır. Mevlâna, sûret ve şekilde kalan his ve algıların bizi sonunda sûret ve şekil düzeyine mahkûm edeceğini söyler. Çünkü sûret ve şekle bağlı algı, bu cihanın idrak düzeylerinin en ilkel biçimlerinden biridir. Kendimizi bu algıya mahkûm ettiğimizde, sûret ve şekilleri aşılmaz görerek maddenin ağırlığı altında ezilip kalırız. Bu algı körlüğü nedeniyle denizi üstünde yürünmez, semâyı üstünde gezilmez ve ateşi içinde durulmaz sanırız. Oysa bu engeller karaya mensup hislerimizin sınırlarıdır. Can Îsâ’sı hükmünde olan suya yani mânâya mensup hislerimiz ise ten hislerinin engel gördüklerini can hissine merdiven olarak görürler.

Bu demektir ki, ten atının ancak ayağını sokabildiği deniz, can atının seyran yeri ve ulu yoludur. Zira aslı toprak olduğu için karaya mensup olan ten için su bir hudut ve engeldir. Oysa aslı mânâya mensup olan can içinse su, can balığının can bulduğu bir hayatiyet yurdudur.

Mevlâna bizim sadece karadan ibâret olmadığımız hususuna vurgu yaparak yarısı karadan ve yarısı sudan oluşan bir bütün olduğumuza dikkat çekiyor. Nitekim balçıktan yaratılan bizim toprağımızın balçık kıvamını alması için suyla karışması gerekir. İşte biz, fıtratımızdaki bu bütünlüğe dikkat etmeyerek dünyayı sadece topraktan doğan beş hisle algılayıp suyla gelen diğer beş his ile algılamayı ihmâl edersek daima yarım kalır ve çifte kanada sahip olduğumuz hâlde menzile yaya olarak gitmeye çalışırız!    

“Dağda, sahrada, ovada dembedem;/ Ömür kara yolunda geçti madem,/ Deniz dalgasını nasıl yaracaksın?/ Bengi suya nereden ereceksin?”

İnsanın dünya ile münasebeti dünyalık bir münasebet olduğu için, bütün ömrünü bu uğurda geçirir. Ticâret peşinde şehirden şehre, ülkeden ülkeye koşar. Tarımla uğraşıp o ovaya pamuk eker, bu ovaya buğday eker. Madencilik aşkıyla şu dağı altın için eler, bu dağı gümüş için... Sonunda “ömür” denen nimet, şu dünya dışına doğru bir kanat bile açamadan karada başlayıp karada biter. Evet, bu faaliyetler de olmalı ve mutlaka yapılmalıdır, ancak bu faaliyetler maişet ve geçim içindir. Maişet ve geçim endişesiyse insanın sadece yarısı olan ten doyumluğu içindir. Peki, diğer yarısı olan can doyumluğu nerede?

“Can” denen balık, bizim karaya mahkûm olmamızdan dolayı can çekişmede. Tenin doyup semizlemesine mukabil, onun havasızlıktan ciğerleri yırtılmakta...

Karaya mahkûm olup kalınca deniz bizim için ulaşılmaz ve geçilmez bir engel teşkil eder. Yani aslı itibarıyla mânâya mensup olan insan, mânâdan uzak düşer. Mânâ denizi onun için boğucu dalgalarıyla uzak ve korkunç bir muhit olacağından, kendini o denizin dalgalarını aşmakta yetersiz görür. Oysa “âb-ı hayat” denen hayat kaynağı, o denizin dalgalarının ardında durmaktadır. Karayla uğraşarak kalbini karartan insan, içinde âb-ı hayat gizleyen ulu denizin dalgalarını gözünü karartıp aşacak cesaretten mahrum kalır. Zira cesaretin hakikîsi, aradığı şeyin hakikatinden şüphe duymayan insanda tecellî eder. Ufkunu karayla sınırlayanın denizdeki gizemlerden ne haberi olur?    

Mânânın tabiatındaki tuzak

“Bizde toprak dalgası: Vehm, fehm, fikir./ Su dalgasıdır: Mahv, fena ve sekir./ Bu mestlikle uzaksın o mestlikten,/ Bu mestlikle körsün o kadehe sen./ Tıpkı toz gibi zâhirdeki lâflar,/ Birazcık sus da kendine gel ey yar!”

Oysa” der Mevlâna, “Bizim varlık denizimizde iki dalga vardır”. Bu dalgalardan biriyle ten denizindeki inciler peyda olup ortaya çıkar, diğeriyle can denizindeki inciler peyda olur. Ten denizi dalgalanınca ten hisleri ile algılayacağımız bir dünya ve bu dünyayı anlamlandırmak için de o dünyaya ilişkin olan akıl işleticileri meydana çıkar. Nedir bu akıl işletici yahut çalıştırıcıları? Vehim, fehim ve fikir…

Vehim, ten aklına ilk vuran dalgayla gelen his dalgasıdır. Bu dalga korkuyu da barındırır, şüpheyi de; zannı da besler, hayâli de. Bu itibarla arı bir dalga olmayıp, bulanık bir dalgadır. Fehim, bu dalganın ayıklanması, vehmin kopardığı hayâlî sûretlerin ayrıştırılarak kavranmasıdır. Tam da bu noktada Hallac-ı Mansur, “Vehim olmadan fehim olmaz” der. Gerçi o, ten dalgasından yükselen bir vehim ve fehimden bahsetmez ama o tespit, bu dalga boyutunda da geçerlidir. Vehmin hayâlî sûretlere büründürdüğü dalgayı aklî sûretlere dönüştüren fehim, o dalgadan gelen çamur ve tortuyu eleyerek içindeki inciye yani kavrama odaklanır.

Kavradığımız şeylerin bir zihin dalgasıyla lîsandan dökülme hâli ise fikirdir. Bu itibarla fikir, vehmin evcilleşmiş sûretleridir. Vahşi vehmin terbiyecisi ise fehimdir.

Ancak vehim, fehim ve fikir silsilesi ile ortaya çıkan anlamlar, bize göre netîce olsa bile Mevlâna’ya göre netîcenin gölgesidir. Çünkü sadece ten dalgasından ortaya çıkan incilerin peşine düşenler mânânın hakikî incileri ile değil, kalp ve sahte incileriyle karşılaşırlar. Bu durum, mânânın kurduğu tuzak ile alakalıdır. Zira mânânın tabiatında tuzak vardır. Ancak bu tuzak, nitelikli olanlar ile niteliksiz olanlar arasında ayrım yapmak için harekete geçen âdil bir tuzaktır. Tâ ki insanların çoğu vehimden kopan sahte incilerin peşine düşsün de halis inciler can dalgasına mensup olanlara kalsın.

Hoş, bu incilerle o kalabalığın bir münasebeti de yoktur zaten. Avam idraki, çocuk idraki mesâbesindedir. Çocuğa inci de birdir, çakıl da. Çakıl ile inciyi ayrım yeteneği ne gezer o akılda?

Hâriçten bakıldığında gök yüksek görünür, mânâ cihetinden bakıldığında ise temiz rûhun kendisi olan insan-ı kâmilin mertebesi, göğün mertebesinden daha yüksektir.

Can dalgasına gelince… O dalgadan da mahv, sekr ve fena incileri peyda olur. Bu dalganın incileri o dalganın incilerinden değerli olduğu için, bu dalganın fikirleri de o dalganın fikirlerinin zıddına işler. Şöyle ki; mahv, vehmin kopardığı bulanık hayâllerin tasavvurdan silinmesi ve kişinin vehimden emin kılınması işlevlerini üstlenir.

Sekre gelince… Bu da fehmin zıddına yürür. Fehim, vehmin ürettiği hayâlî dalga ve sûretleri aklîleştirme melekesidir. Fehim bu işi yaparken, vehim dalgalarını, ten duyuları olan beş hisse göre bir süzgeçten geçirir. Sekir ise fehmin tendeki beş duyuya göre dizdiği düşünce silsilesini candaki beş duyu namına bozan sarhoş bir idraktir. “Sarhoş” deyişimiz, sekrin, fehmin dayandığı aklî temel ile herhangi bir bağlantıya sahip olmamasından dolayıdır. Fehim vehmi beş duyuya bağlama, sekir ise mahvın sildiği izlerin tasavvurda ortaya çıkmaması için ikinci kez silme işlemidir. Mahv vehmin, sekir de fehmin dalgalarını silerken, silinen ortama kendi dalgalarını ikâme eder ve asla boşluk bırakmazlar. Fena ise vehmin fikir sûretine bürünerek varlık alanına çıkmasını imha eden bir sistemdir. Fena da fikri siler.

Mevlâna böylelikle ten dalgasının ürettiği arızalı ve virüslü fikir dalgasının, can dalgasının ürettiği sağlam ve virüs temizleyici fikir dalgasıyla giderildiğini söyler. Ancak yine önemine binaen vurgulamakta yarar vardır: Bu silme işi, salt silme işi olmayıp, silerken kendi hükmünü yazma işidir. Zira bir şeyin fâni olması, öbür şeyin bâki olmasından dolayıdır. Hakk Bâkî olmasaydı, varlık fâni olmazdı. Mademki Bâkî O’dur, varlığın payına düşen de fâni olmaktır.

Mevlâna fikrin, ten dalgasından da yükselse, can dalgasından da yükselse kişideki tesirinin bir tür sarhoşluk hâli olduğuna değinir. Zira fikre ulaşmak çetin bir süreçtir ve sürecin sonunda bir zafer lîsanı gibi cümlelere dökülen fikirler, her idrak için bir övünç nedenidir. Ancak sarhoşluğun da dereceleri vardır. Biz, ten dalgasından kopan fikirlerle ilmin kemâline erdik zannıyla mest olursak, can dalgasından kopan fikirlerle mest olanların dalgası gelip bizi yutar. Can dalgası ikliminin kıyısız denizlerinde ölçüsüz hortumlar yükselirken, ten dalgasının avuç içi kadar denizinde kopan girdaplardan kim korkar? 

Vehim rüzgârının etkisiyle kopan fehim ve fikir tozlarının mahv dalgasıyla kopup karalar yutan sekir ve fena hortumları yanında sözü mü olur? O zaman gevezeliğe ne lüzum var, hamuş olup başka bir lîsana kulak kesilmelidir!

Dişsize ölüm olan lokma

Sahtekâr vezirin, müritleri gevezelik yönünden sigaya çektiği bu kısımda söylenen şeylerin tamamının içi dolu ve sahtelikten uzaktır. Ancak vezir, bunları hakikatine inandığı için değil, bu hakikatler ile müritleri avlamak için zikretmektedir. Bu itiraz götürmez öğütleri, bir elinde tuttuğu şerbet dolusuyla müritlere sunarken, diğer elinde tuttuğu zehirli şırıngayı uygun zamanda saplamak için sabırla beklemektedir. Mevlâna, sahtekâr şeyhlerin zehri mürit ve bağlılarına bir anda sunmadıklarını, sabırla ve alıştıra alıştıra sunduklarını ima etmektedir.

Zehir nedir? O din ve inancın özünü bozacak fikir ve hükümler… Bunlar bünyeye bir anda zerk edilirse fark edileceği için, sahtekârlar o bünyeyi alıştıra alıştıra tahrip ederler ki tahripleri gizli kalsın!

Vezirin her türlü takdim hilesiyle kendine bağımlı kıldığı zavallı müritler, onun bu azar kılıklı öğüdü karşısında bakalım nasıl bir tavır sergiliyorlar:

“Dediler: ‘Ey kaçmaya gedik açan,/ Vazgeç bize bu hile ve cefadan!/ Hayvana gücü miktarınca yük vur,/ Zayıflara kuvvetince iş buyur./ Her kuşun yemi kendine göredir,/ Her kuşcağızın yemi midir incir?/ Süt yerine ekmek versen tıfıla,/ Yavrucağı ekmekten ölmüş belle!/ Dişleri çıkardıktan sonra bebek,/ İster artık kendi gönlünce ekmek./ Kanadı çıkmamış kuşun uçması/ Mümkün müdür? Olur kedi lokması…/ Kanadı çıkınca onları açar;/ Rahat, ıslıksız, iyi kötü uçar.”

Müritler, sahte şeyhlerinin öğüt kılıklı azarlarına iki aşamalı bir yaklaşımla cevap veriyorlar. Bu cevabın ilk aşaması, şeyhlerinin konumu ile kendi konumlarının kıyasıdır. Bu kıyasta müritler, şeyhlerinin kendilerine bu tür davranmakla eziyet ve cefa ettiğini söyleyerek onu bu cefadan vazgeçmeye çağırırlar. Çünkü onun halvette kalmasını kendilerinden kaçış olarak görmektedirler.

Müritler sahte şeyhlerinin kendilerinden maksatlı kaçışını, tahammül edilmez bir durum olarak görüyorlar. Bu durum, bir hayvana taşıyamayacağı kadar yük yüklemek ve zayıfları, altından kalkamayacakları yükün altına sokmakla aynıdır. Her kuşun yemi aynı olmadığı gibi, müritlerle şeyhin zorluk ve sınamaya tahammülleri de aynı değildir. Kuş vardır, bir tam inciri bir lokmada yutar; kuş vardır, o incirin yarısını bile yutsa helak olur. Süt çocuğunun gıdası süttür; ona süt yerine ekmek verilirse, o ekmek ona gıda değil, ölüm olur. Çocuk ekmeği ne zaman yer? Onu çiğneyecek dişleri çıkardıktan sonra... Çocuk diş çıkardıktan sonra, artık onun için ekmek de süt yerine geçer. Dişsizken helak sebebi olan ekmeği, diş çıkardıktan sonra bizzat kendisi talep eyleyerek can gıdası yapar. 

Kanatları henüz uçma kıvamına gelmemiş kuş yavrusunun uçması mümkün müdür? Hayır, daha ilk uçma teşebbüsünde yuvadan aşağı düşerek kedi lokması olur!


İsimler ve cisimler

Görüldüğü üzere müritler, kendilerini kanadı henüz çıkmamış bir kuş yavrusuna, onları bekleyen tehlikeleri de kediye benzetmektedirler. Müritler, şeyhlerinin kendilerini terk etme durumunu, yuvada hâmisiz kalan kuş yavrusu gibi görmektedirler. O kuş yavrusu himâyesiz kaldığından dolayı her türlü tehlikeye nasıl açık ise, müritler de henüz Hakk yolunda kemâle ermedikleri için nefislerine mağlûp olarak yoldan çıkarıcıların hilelerine kapılabilirler.

Nasıl ki kuş yavrusu kanat çıkardığında artık kendi başına uçarak vahşi hayvanların tehditlerinden kurtulursa, müritler de ancak kemâle erdiklerinde yolun tuzaklarına kapılarak istikametlerini şaşmazlar.

Müritleri dinleyelim: “Nutkundan nutku tutulur iblisin,/ Sözün akıl eyler kulağı kesin!/ Kulaklar akıldır konuştuğun an,/       Karamız denizdir sen isen umman./ Bize senle gökten daha yeğdir yer,/ Yerden göğe dek senle aydın her yer./ Sensiz karanlıktır gök bize bütün;/ Ey ay, felek kim ki senle ölçülsün!/ Görünüşte gökler yüksekte durur,/ Mânâda yükseklik, temiz ruhundur./ Sûretâ yüksek olan cisimlerdir,/ Mânâdaysa cisimler, isimlerdir.”

Müritlerin şeyhlerine verdiği cevabın ikinci aşaması, müritlerin gözünden şeyhin konumunu tespit etmemize yarayan bilgiler içerir. Şeyh konuştuğu zaman, onun hak ve hakikate dair sohbeti şeytanın hilelerini hükümsüz kılan sırlarla dolu olduğu için, şeytanın nutku tutulur. Yani şeytanın hile ve tuzakları müritlere işlemez. Zira şeyh, sohbetiyle zaaf ve yoldan çıkış nedenlerini o kadar güzel izah eder ki onun konuşması lâlettayin bir konuşma olmayıp, âdeta kulakları akıl mertebesine çıkaran bir konuşmadır. Müritler, şeyhin sohbetiyle kulaklarından beslenerek, kulağı akıl hâline getirirler. Yani şeyhin sohbeti, hepsinin göz ve kulaklarındaki perdeleri açarak onları birer yol eri hâline getirir.

Müritlerin kulakları şeyhin aşk ve akıl lîsanından saçılan hikmetleri göz ve gönle taşıyarak âdeta şeyhin aklını ses ve mânâ olarak kendilerine taşırlar. Şeyh sohbetine eren kulak, sanki kulak değil de şeyhin lîsan ve aklıdır. Yani öyle bütünleşir o sohbetin feyiz ve bereketiyle. Şeyhin kıyısız bir umman gibi coşan gönülden saçtığı mânâ dalgaları, müritlerin henüz kara parçası gibi olan gönüllerini istilâ ederek, onları kendi ummanından gelenlerle birleştirir. Artık müritler, karadan yani ten hislerinden geçerek denize yani can hislerine mensup olur ve o iklimin lezzetlerini tadarlar.

Şeyhlerinin mânâ denizinden gelen dalgaların istilâsına uğrayan müritler, tenin zülmanî ve karanlık perdelerinde yaşadıkları hüsrandan kurtularak canın Rahmânî ve aydınlık olan menziline erişirler. Erişirler erişmesine de, canın nûrânî menzili de nihâyetinde bir menzil yani duraktır. Oysa dervişin bu durakta bir müddet bekledikten sonra hakikate doğru yol alması gerekir. Nitekim pek çok Hakk yolcusu için bu durak da bir tuzaktır. Zira ten karanlığından can ve rûhun nûrânî dünyasına geçen dervişler, ibadet ve taat zevki içinde kalarak hakikat menziline yol almaları gerektiğinin farkına varmazlar.

Nitekim evliyanın önderlerinden Seriyy-i Sakatî, bu bağlamda müritlerini, “İbâdet ve itaatin lezzetleri, sizin için öldürücü bir zehirden farksızdır” diye uyarmıştır. Bu uyarıdan maksat, ibâdetten kaçınmak değil, ibâdet ile alınan yola dikkat çekmektir. İbâdet yol almak için değil de lezzetine dalıp kalmak için yapılırsa, mânâ gözünde yol engeli hâline gelir. Zira mâhiyeti ne olursa olsun, bütün lezzetlerin nefis ve arzuyla gizli veya açık bir ilişkisi vardır.

Müritler, şeyhleri yanlarındaysa yerde olmayı göklerde olmaya tercih ederler. Çünkü insan-ı kâmil olan mürşitlerinin nûru, feleğin nûrundan üstündür. Bu yüzden onsuz, gökte olsalar bile karanlık içindedirler. Aysız bir gök nasıl karanlık ve zulmetle doluysa, mânâ feleğini aydınlatan dolunay mesâbesindeki şeyhleri olmadan da mânâ semâsı karanlık ve yol almaya mânidir.

Hâriçten bakıldığında gök yüksek görünür, mânâ cihetinden bakıldığında ise temiz rûhun kendisi olan insan-ı kâmilin mertebesi, göğün mertebesinden daha yüksektir.

Görünüşte yüksek olan cisimlerdir. Yani sûretlerin yükseklik ve alçaklıkları, cisimler için bir değer ve mertebe ifade eder. Mânâ gözüyle bakıldığında ise cisimlerin kuru birer isim olduğu görülür. Zira mânânın yüksekliğine oranla sûret ve cisimlerin hiçbir önemi yoktur. Mânâ ikliminde sûret ve cisim bir kap ve isimdir, o kadar! (Devam edecek…)