HİLEKÂR
vezir, aslında nefsini zevkten sarhoş eden bu mürit yakarılarını dinledikten
sonra, sanki onların kendilerini övmesinden ve çileden çıkması için
yalvarmalarından hiç hoşnut değilmiş gibi davranarak onları azarlamaya başlar: “Dedi: ‘Ey lâf düşkünü maskaralar!/ Her sözü dinlersiniz, bu nasıl kâr?’”
Hilekâr vezirin müritleri
azarlarken söylediği şeyler, dinleyen hiç kimsenin itiraz edemeyeceği yakıcı
hikmetlerdir. Mevlâna’nın, tasavvuf yolunun temel aldığı asimetrik düşünce
tarzını vezire söyletmesinin iki nedeni vardır. İlk neden, din ve inanca sızan
mânâ nasipsizlerinin din ve tasavvufun en derin hikmetlerini kendi sözleriymiş
gibi çok ateşli bir hitap ve teatral bir edâ ile kendi bağlılarına
aktarmalarıdır. Müritler, şeyhin kendisine ait olmayan bu sözleri, kendilerine
aktarırken takındığı cerbezeli konuşma ve sahte coşku hâllerine kapılarak, bu
sözlerin ona ait olduğu hususunda en küçük bir şüpheye bile kapılmazlar.
İkinci neden ise, bu tür sahtekârların
kendi mallarıymış gibi aktardıkları bu hikmetlerin gerçekte Hakk dostlarına ait
olmasıdır. Bu açıdan bakılınca o sahtekâr şeyhe kapılan mürit ve halk kitlesinin,
görünüşte o yalancıya inansalar bile hakikatte o söz incilerinin asıl sahipleri
olan velîlere inandıklarını söylemek yanıltıcı olmaz. Bu durumda Hakk
dostlarının sözü, sahtekâr şeyhin müritlerine kurduğu bir tuzak gibi görünmektedir.
Ancak meseleye daha yakından bakıldığında, yalancı şeyhin müritlerine ve halka
tuzak için kullandığı bu hikmetler, hedef kitleyi doğru yola getirirken, şeyhi
yoldan çıkarmaktadır. Zira o şeyhin muhataplarına tuzak kurmak için kullandığı
bu sözler, bir sahtekâr şeyhin ağzından dökülüp yorumlansalar bile onları irşat
ederken sahteci şeyh için tuzak hükmüne geçmektedir.
İnceliğe bakınız; sahtekâr
şeyh, mürit ve bağlılarını mânâ semâsına çıkarırken, kendi cehennem çukuruna
yuvarlanmaktadır. Aynı söz, müritlere âb-ı hayat olurken, bu âb-ı hayatı onlara
sunan sahtekâr şeyhe ise kan olmaktadır. Müritler şeyhin kendilerine
söylediklerini onun temiz ve bereketli gönlünden taşan hikmetler sandıkları
için, mânen mesafe alıp ilerlemeye ve hattâ sahtekâr şeyhi bile geçmeye
başlarlar. Sahte şeyh ise diliyle söylediklerini kalbe indiremediği için her
gün biraz daha kararıp katılaşarak, sonuçta cehennem yakıtı olan bir taşa
dönüşür.
Mevlâna işte tam bu
noktada, sahte şeyhin ağzından dökülen kendi gibi velîlerin sözlerine dikkat
çekerek, irşat edenin sahteciler değil, gerçek velîler olduğuna işaret eder. Buradan
anlaşılır ki söz, kâmil ve yetkin bir sîneden inerek lîsana bürünmüşse anlam ve
irşat bakımından “daima diri” kaldığı için, alınıp/çalınıp kötü amaçlı bir şeyh
ve münâfık dilinden dökülse dahi irşat gücünü yitirmez. Bu durumda da sahtekârların
etrafına yığdığı on binlerce bağlıyı, sahtekâr değil, hakikî mürşit irşat etmiş
olur.
Unutmamak lâzımdır; sâdık
rüya ve irşat ehli olan söz, hileci, münâfık ve kararmış sînelere inmez. Onlar,
hakikî velîlerin rüya ve sözlerini çalarak ve yetmiyorsa taklit edip üreterek
işlerini yürütürler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, işin sonunda rezil ve kepaze
olurlar. Zira aslında Cenâb-ı Allah’ın ilham ve telkini olan o sözler, hakikî
velîlere kerem hazînesinden geldiği için kerâmetli sözlerdir. Bu da demektir ki,
velîler, Cenâb-ı Hakk’ın Kerîm Esmâsının tecellisiyle iki tür kerâmete sahip
olurlar. Bu kerâmetlerden ilki, herkesin büyük kerâmet sanıp hayran olduğu
küçük kerâmetlerdir.
Velînin küçük
kerâmetlerinde suya seccâde salmak da vardır, yedi kapıdan aynı anda çıkmak da.
Bunlar avam gözüyle büyük görülürler. Velînin ikinci kerâmeti, irşat gücüne sahip
sözleridir. Bu sözler Kelîm olan Hakk’ın ölümsüz söz hazînesinden armağan
oldukları için gönülleri kesintisiz bir tesirle Hakk’a yönelten büyük kerâmetlerdir.
Bu izahtan da anlaşılır ki, âlemdeki en büyük kerâmet “söz”dür. Ama hangi söz?
Allah’tan gelip Allah’a götüren söz...
İrşat için…
Mevlâna, bu gerçeği
kavrattıktan sonra sahtekâr vezirin ağzından dökülen sözlerin gönül ehline ait
oluşlarından hareketle veziri kenara bırakır ve kendisi konuşmaya başlar. Dinleyelim:
“Tıkayın
pamukla his kulağını,/ Çıkarın gözünüzden his bağını/ Sır kulağına pamuk bu
kulaktır/ Bu duydukça bâtın kulağı sağır.”
Büyük velîlerin Kur’ân ve
hadîslerden süzerek elde ettiği sırları ve Hakk vergisi özge sözleri bir araya
gelince, ortaya insanı doğru yola düşürüp Cenâb-ı Allah’a götüren bir müfredat
çıkar. Onların bu bağlamdaki her dersi mânâya açılan bir pencere, her tembihi
çalınan bir kapı, her zikri bir niyaz olur. Aslında bu ders, tembih ve zikirler
bir inşâ çalışmasıdır. İnşâ edilen kimdir? Hakk yoluna düşen gönül erleri...
“İrşat” deyince, bu büyük
ve kesintisiz eğitim ve öğretim sürecini “Şunu yap, şunu yapma” biçiminde bir
öğütler bütünü sanmamak gerekir. Evet, bu süreçte “şeriat tabakası” denilen ve
hayatı tanzim eden o süreç de vardır ama asıl hedef, tarikat tabakası vâsıtasıyla
marifet ve hakikat tabakalarına geçmektir. Buradan anlaşılır ki, irşat
talipleri, sadece emir ve yasaklarla yetinmeyen marifet talipleridir.
Emir ve yasaklar dünya
içindir ve dünyayı tanzim eder. Tanzim edilen bir dünya da dünyalığımızı tanzim
eder. Bu kurallara riayet bile mümini cennet ehli yapacak bir irşat yetkinliği
taşır. Hangi mümin haramlardan kaçıp helâlleri işlerse Cennet nimetinden mahrum
bırakılır ki?
Ancak bir de içlerindeki
pusulanın Cennet yönünü değil, bizzat Cenâb-ı Hakk yönünü gösterdiği müminler
vardır ki, bunlar şeriat tabakasına herkesten çok riayet eden ve dini tam
anlamıyla tamamlayarak muhabbet burcundan doğanlardır. Söz buraya gelmişken, bu
hakikati en veciz biçimde, “Din tamam olacak,
doğar muhabbet” mısraıyla dile getiren Yûnus Emre Hazretlerini yâd etmemek
uygun düşmez.
İşte irşattan murat, bu
sevgi erlerini inşâ etmektir. Mevlana Hazretleri yukarıdaki beyitlerde bu inşâ
sürecinin nasıl işlediğini gösteriyor. Bu eğitimin ilk ve en çetin ayağı, algıları
değiştirme eğitimidir. Algıları yani duyuş ve hissediş aygıtlarını…
Bizim algılarımızın kaynağı
olan mevcût hisler ve bu hislerin kaynağı olan duyu organlarımız, bu eğitim-öğretim
sürecinin ilk hedefi olarak göze çarpar. İrfan sahipleri, bu eğitimden geçmemiş
bir göz ve kulakla algıladığımız şeylerin körlük ve sağırlık ile kuşatılmış
olduğunu söylerler. Sözün özü, hislerimiz hakikî algıya ulaşma yeteneği
taşımakla birlikte perdeli oluşlarından dolayı çoğunlukla yarı yolda kalırlar
ve genellikle de yoldan çıkarlar.
Bu sürece girildikten
sonra anlaşılır ki, bizim her şeyi duyduğunu sandığımız kulağımız ağır bir
sağırlık ve her şeyi gördüğünü sandığımız gözümüz de ağır bir körlük ile
hastadır. Bu durumda ne yapmak gerekiyor? Elbette herkesin yaptığını yapmak...
Nasıl ki kulağımızda bir duyma kaybı olduğunda kulak tabibine ve gözümüzde katarakt oluştuğunda göz tabibine gidersek, mânâ kulağımızın sağırlığı ve mânâ gözümüzün körlüğünde de bir hekim ihtiyacı, hem de uz (hazık) bir hekim ihtiyacı ortaya çıkar. O hazık hekimlerden biri olan Mevlâna Hazretleri ne diyor? “Ey oğul, kulağını pamukla tıkamış, gözünü de bağlamışsın. Bu yüzden duymuyor ve görmüyorsun.”
Hazret, hastanın derdini
teşhis ettikten sonra tedavi yolunu gösteriyor. Kulaktaki pamuk ve gözdeki bağ
nedir? Mevcût his ve algılarımız… Mevcût kulağımızla algıladığımız sesler ve
mevcût gözümüzle gördüğümüz görüntüler ses ve görüntüye benzemekle birlikte ses
ve görüntüyü perdeleyen şeylerdir. O ses ve görüntüler öyle bir asıldan akıp
gelir ki o ses ve görüntü membaının yüzü suyu hürmetine en sağır ve en kör
konumda olan bizler bile sesler duyar, tecelliler görürüz. Lâkin bu duyuşlar o
sesin mâhiyetini ve görüşler o görüntünün hüviyetini tayin etmekten uzaktır.
İşte bize, tam bu noktada
kulağımızdaki pamuğu çıkaracak ve gözümüzdeki bağı çözecek bir tabib-i İlâhî gerekir
ki o da mürşittir. Mevlâna, göz ve kulak örneğinden hareketle bize bir hakikati
kavratmaya çalışıyor ki o, duyularımızın duymamıza engel olduğu hikmetidir.
Evet, bu tuhaf bir paradokstur aslında. İşitme organımız olan kulak işitmeye,
görme organımız olan göz de duymaya engeldir. Mevlâna, bu kulağın bâtın
kulağına yani can kulağına tıkanmış bir pamuk, bu gözün de can gözünü bağlayan
bir gözbağı olduğunu söyler.
O hâlde bu kulak o kulağın,
bu göz de o gözün tıkacıdır. Peki, bunlar bize neyi duyurmuyor ve neyi göstermiyor?
Bunlar ile nelerden mahrum oluyoruz? Baş kulağımızın can kulağımızı tıkamasıyla
İlâhî söz ve sırları işitmiyor, baş gözümüzün can kulağımızı perdelemesiyle de
gayb âleminin uçsuz bucaksız tecellilerini görmüyoruz. Bunları duymamak ve
bunları görmemek, sıradan insanlar için farkında olmadıkları için bir kayıp ve
eksiklik değildir. Ancak bu muhteşem göz ve bu harika kulaktan uzak
kaldıklarını idrak edenler için onulmaz bir derttir.
Nasıl onulmaz bir dert
olmasın ki? Duymadığımız Hakk sesi, görmediğimizse gayb âleminin gözleri
kamaştıran Hakk görüntüsüdür. Sözün kısası, duymadığımız o sesler ve
görmediğimiz o görüntüler, Elest meclisinden beri hasretini çektiğimiz Hakk
sesi ve Hakk görüntüleridir. Yani duymadığımız da O’dur, görmediğimiz de O.
Böyle bir kayba can dayanır mı? Dayanmaz!
O hâlde ne yapacağız?
Basit: Hekimin tedavi ve tavsiyesine uyacağız. Yani can gözümüzün önünden baş
gözü perdesini sıyıracak ve can kulağı üstünden de baş kulağı tıkacını
çıkaracağız. Elbette bunlar bir günde olacak iş değil, ancak hazık hekim elinde
sabır ve gayretle yol alarak süreç içinde bu engellerden kurtulacağız.
Uyanmak için rızâ
Mevlâna derviş eğitiminin
tamamlandığı bu sürecin sonunda Hakk erinin Hakk seslerini duymaya ve hakikî
tecellileri görmeye başlayacağını söyler. Bu duyuş ve görüş, aynı şeyleri duyuş
ve görüş olduğu hâlde, her Hakk eri için ayrı ayrı tecelli eden bir mâhiyet
gösterir. Bunun nedeni ise, can kulağımızla duysak ve can gözümüzle görsek bile
Cenâb-ı Allah’ın mahlûkun en imtiyazlıları tarafından bile asla
kuşatılamayacağı gerçeğidir.
Ancak Hakk sesini duymak
ve gaybî görüntüleri görmek, beşerî plânda olağanüstü bir idrak ve algı
değişikliğine yol açar. Bu algı değişikliği, anadan kör birinin gözünün
açılması ve doğuştan sağır birinin işitmesi gibidir. Mevlâna Hazretleri, böyle
İlâhî bir ortama açılan kulak ve göz sahibinin idrak biçimini önemli bir
merhale olarak görür ve Hakk erinin geldiği bu merhalenin adını zikreder: “Nefs-i
mutmainne” merhalesi…
Bu merhalede kulak,
“Irci’î” (Geri dön, bana gel!) İlâhî hitabını ölmeden önce duyar: “‘Geri dön’ hitabın işitmek için/ Duygu, kulak ve fikirlerden geçin!”
Beyitteki “Geri dön” atfı,
Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetten ileri gelir: “Allah’tan
râzı olarak ve Allah’ın rızâsını kazanmış olarak Rabbine geri dön.” (Fecr,
28)
Mevlâna bu merhalede,
kişinin, beden duyuları olan beş duyunun getirdiği algılardan kurtulduğunu
söyler. Zaten bu kurtuluşun ilânı, “Irci’î” (Geri dön, bana gel!) hitabının
duyulmasıdır. İşte bu menzile ulaşan yolcu, artık baş kulağından kurtulmuş ve
baş gözünün bağını çözmüştür. Artık onun idrak ve algısı, bu cihazlardan gelen
sahte ve yanıltıcı algı değil, Rabbanî dünyadan ilham ve telkin edilen, belki
kulağına fısıldanıp gözüne gösterilen hakikî idrak ve algılardır.
Hakk eri, mutmain nefs
menziline ulaşıp İlâhî sesleri duymaya ve Rabbanî tecellileri görmeye
başladığında baş gözü ve baş kulağının getirdiği sahte ses ve görüntülerin
oluşturdukları temelsiz fikirlerden kurtulur yahut o fikirlere iltifat etmez.
Nasıl ki baş kulağı bizi İlâhî hitaptan, baş gözü de Rahmânî tecellilerden
mahrum ederse, bu arızalı göz ve kulağın getirdiği algılarla elde ettiğimiz
fikir ve kanaatler de bizi tam bu fikir ve kanaatlerin zıt kutbundan duran İlâhî
fikir ve düşüncelerden mahrum eder.
Mevlâna, mutmain nefs
menziline ulaşan erlerin baş kulağı ve baş gözü vâsıtasıyla ulaştıkları idrakin
ürünü olan fikir kuşatmasından çıktıklarında, bu erlerin dimağlarına -bir nevi
“İlâhî fikir ve düşünceler” demek olan- bir yeni fikir ve düşünce silsilesi dolmaya
başladığına işaret eder. Bu yeni fikir silsilesi, onun algı ve dimağının
varlığından daha önce asla haberdar olmadığı ve mâhiyetini mutlak şekilde
bilmediği bir silsiledir.
O hâlde mevcût algılarla kurduğumuz bu fikir ve kanaatlerimizin örttüğü hakikî fikir ve kanaatin adı nedir? “Keşif”...
Hakk erleri bu menzile ulaştıklarında, “can yakıtı” demek olan rızâyı yüklenirler.
Evet, kişi mevcût
hisleriyle ördüğü fikir perdesiyle derunî keşiflerin ve rûhânî fetihlerin
üstünü örter. Bu melekelerinin üstünü örttüğü müddetçe -ömür boyu- tâze bir
fikir ve iç açıcı bir kanaate ulaşamaz. Ne tuhaf, üstünü örttüğü dünyada fikir
ve düşünceler tâzelikten ölürken, kişi beri tarafta taze bir mânâ bulabilmek
için başlar kesip canlar verir: “Uyanık
kalıp da konuştukça sen/ Koku gelir mi uyku sohbetinden?/ İş ve sözümüz zâhirde
gezmektir/ Gökler üstündedir bâtınî seyir.”
Mevlâna, bizim
konuşmalarımızı “günlük hayatın dedikodusu” olarak ifade ediyor. Bu konuşmalara
da “uyanıklık konuşması” diyor. Tâbire ilk bakan, uyanık birinin konuşmasını
olumlu bir durum olarak görebilir. Fakat Hazret, uyanıkların konuşmasının uyku
sohbetinin zevk ve faydalarını perdelediğini ihtar ediyor. Bu durumda Hazreti
Pîr’in uyanıklık ve uykuyu lügât anlamlarında değil, tasavvufî anlamda
kullandığını bilmek gerekir. Ona göre uyanıklık, zâhirdeki beş duyunun algı
düzeyinde kalarak can hislerinin algılarına uyumak, uyku ise can hislerine dayanarak
baş duyularının getirdiği algı dünyasından uyanmaktır.
Böylelikle hakikî
anlamdaki uyanıklık, bu âleme uyuyup o âleme uyanmak ve hakikî anlamdaki uyku
da bu âleme uyanıp o âleme uyumak ayrımı kazanır. Bu ayrımın farkına varılıp bu
âleme gafil olunursa ne olur? O takdirde bu evren içinde kalarak sönen eylem ve
sözler, kanat takarak bu evrenin dışına çıkar. Bu çıkışla beraber toprak ve
çamurunu bu evrene bırakarak sâfî nûr hâline gelip o evrene yükselir. “Bu
yükselişin yakıtı ne ola?” diye sorulacak olursa deriz ki, “Rızâdır”... Zira
nefs-i mutmainne sahipleri, yukarıdaki âyette Allah’tan râzı ve Allah’ın rızâsını
da kazanmış olarak dönme şartına bağlı şekilde ona dönenledir. İşte Hakk erleri
bu menzile ulaştıklarında, “can yakıtı” demek olan rızâyı yüklenirler.
Rızâ nedir? Cenâb-ı
Hakk’ın söz ve eylemlerimizin yetkinliğine vize vermesi ve bizi Kendi katına
uçuracak olan alana çağırmasıdır. Bu seyir, kalp ve rûhun seyridir. Rûhun seyri
yedi felek ötesinde icra edilen bir seyirdir ki buna ârifler, “seyr-i maallah”
derler. Yani Hakk ile beraber yapılan seyir yahut Hakk’ta olan seyir… Ki bundan
murat, “hakikat âleminde seyretmek” demektir. (Devam edecek…)