Hak görünümlü küfrün dinle cengi (21)

Velînin küçük kerâmetlerinde suya seccâde salmak da vardır, yedi kapıdan aynı anda çıkmak da. Bunlar avam gözüyle büyük görülürler. Velînin ikinci kerâmeti, irşat gücüne sahip sözleridir. Bu sözler Kelîm olan Hakk’ın ölümsüz söz hazînesinden armağan oldukları için gönülleri kesintisiz bir tesirle Hakk’a yönelten büyük kerâmetlerdir. Bu izahtan da anlaşılır ki, âlemdeki en büyük kerâmet “söz”dür. Ama hangi söz? Allah’tan gelip Allah’a götüren söz...

HİLEKÂR vezir, aslında nefsini zevkten sarhoş eden bu mürit yakarılarını dinledikten sonra, sanki onların kendilerini övmesinden ve çileden çıkması için yalvarmalarından hiç hoşnut değilmiş gibi davranarak onları azarlamaya başlar: “Dedi: ‘Ey lâf düşkünü maskaralar!/ Her sözü dinlersiniz, bu nasıl kâr?’”

Hilekâr vezirin müritleri azarlarken söylediği şeyler, dinleyen hiç kimsenin itiraz edemeyeceği yakıcı hikmetlerdir. Mevlâna’nın, tasavvuf yolunun temel aldığı asimetrik düşünce tarzını vezire söyletmesinin iki nedeni vardır. İlk neden, din ve inanca sızan mânâ nasipsizlerinin din ve tasavvufun en derin hikmetlerini kendi sözleriymiş gibi çok ateşli bir hitap ve teatral bir edâ ile kendi bağlılarına aktarmalarıdır. Müritler, şeyhin kendisine ait olmayan bu sözleri, kendilerine aktarırken takındığı cerbezeli konuşma ve sahte coşku hâllerine kapılarak, bu sözlerin ona ait olduğu hususunda en küçük bir şüpheye bile kapılmazlar.

İkinci neden ise, bu tür sahtekârların kendi mallarıymış gibi aktardıkları bu hikmetlerin gerçekte Hakk dostlarına ait olmasıdır. Bu açıdan bakılınca o sahtekâr şeyhe kapılan mürit ve halk kitlesinin, görünüşte o yalancıya inansalar bile hakikatte o söz incilerinin asıl sahipleri olan velîlere inandıklarını söylemek yanıltıcı olmaz. Bu durumda Hakk dostlarının sözü, sahtekâr şeyhin müritlerine kurduğu bir tuzak gibi görünmektedir. Ancak meseleye daha yakından bakıldığında, yalancı şeyhin müritlerine ve halka tuzak için kullandığı bu hikmetler, hedef kitleyi doğru yola getirirken, şeyhi yoldan çıkarmaktadır. Zira o şeyhin muhataplarına tuzak kurmak için kullandığı bu sözler, bir sahtekâr şeyhin ağzından dökülüp yorumlansalar bile onları irşat ederken sahteci şeyh için tuzak hükmüne geçmektedir.

İnceliğe bakınız; sahtekâr şeyh, mürit ve bağlılarını mânâ semâsına çıkarırken, kendi cehennem çukuruna yuvarlanmaktadır. Aynı söz, müritlere âb-ı hayat olurken, bu âb-ı hayatı onlara sunan sahtekâr şeyhe ise kan olmaktadır. Müritler şeyhin kendilerine söylediklerini onun temiz ve bereketli gönlünden taşan hikmetler sandıkları için, mânen mesafe alıp ilerlemeye ve hattâ sahtekâr şeyhi bile geçmeye başlarlar. Sahte şeyh ise diliyle söylediklerini kalbe indiremediği için her gün biraz daha kararıp katılaşarak, sonuçta cehennem yakıtı olan bir taşa dönüşür.

Mevlâna işte tam bu noktada, sahte şeyhin ağzından dökülen kendi gibi velîlerin sözlerine dikkat çekerek, irşat edenin sahteciler değil, gerçek velîler olduğuna işaret eder. Buradan anlaşılır ki söz, kâmil ve yetkin bir sîneden inerek lîsana bürünmüşse anlam ve irşat bakımından “daima diri” kaldığı için, alınıp/çalınıp kötü amaçlı bir şeyh ve münâfık dilinden dökülse dahi irşat gücünü yitirmez. Bu durumda da sahtekârların etrafına yığdığı on binlerce bağlıyı, sahtekâr değil, hakikî mürşit irşat etmiş olur.

Unutmamak lâzımdır; sâdık rüya ve irşat ehli olan söz, hileci, münâfık ve kararmış sînelere inmez. Onlar, hakikî velîlerin rüya ve sözlerini çalarak ve yetmiyorsa taklit edip üreterek işlerini yürütürler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, işin sonunda rezil ve kepaze olurlar. Zira aslında Cenâb-ı Allah’ın ilham ve telkini olan o sözler, hakikî velîlere kerem hazînesinden geldiği için kerâmetli sözlerdir. Bu da demektir ki, velîler, Cenâb-ı Hakk’ın Kerîm Esmâsının tecellisiyle iki tür kerâmete sahip olurlar. Bu kerâmetlerden ilki, herkesin büyük kerâmet sanıp hayran olduğu küçük kerâmetlerdir.

Velînin küçük kerâmetlerinde suya seccâde salmak da vardır, yedi kapıdan aynı anda çıkmak da. Bunlar avam gözüyle büyük görülürler. Velînin ikinci kerâmeti, irşat gücüne sahip sözleridir. Bu sözler Kelîm olan Hakk’ın ölümsüz söz hazînesinden armağan oldukları için gönülleri kesintisiz bir tesirle Hakk’a yönelten büyük kerâmetlerdir. Bu izahtan da anlaşılır ki, âlemdeki en büyük kerâmet “söz”dür. Ama hangi söz? Allah’tan gelip Allah’a götüren söz...

İrşat için…

Mevlâna, bu gerçeği kavrattıktan sonra sahtekâr vezirin ağzından dökülen sözlerin gönül ehline ait oluşlarından hareketle veziri kenara bırakır ve kendisi konuşmaya başlar. Dinleyelim: “Tıkayın pamukla his kulağını,/ Çıkarın gözünüzden his bağını/ Sır kulağına pamuk bu kulaktır/ Bu duydukça bâtın kulağı sağır.”

Büyük velîlerin Kur’ân ve hadîslerden süzerek elde ettiği sırları ve Hakk vergisi özge sözleri bir araya gelince, ortaya insanı doğru yola düşürüp Cenâb-ı Allah’a götüren bir müfredat çıkar. Onların bu bağlamdaki her dersi mânâya açılan bir pencere, her tembihi çalınan bir kapı, her zikri bir niyaz olur. Aslında bu ders, tembih ve zikirler bir inşâ çalışmasıdır. İnşâ edilen kimdir? Hakk yoluna düşen gönül erleri...

“İrşat” deyince, bu büyük ve kesintisiz eğitim ve öğretim sürecini “Şunu yap, şunu yapma” biçiminde bir öğütler bütünü sanmamak gerekir. Evet, bu süreçte “şeriat tabakası” denilen ve hayatı tanzim eden o süreç de vardır ama asıl hedef, tarikat tabakası vâsıtasıyla marifet ve hakikat tabakalarına geçmektir. Buradan anlaşılır ki, irşat talipleri, sadece emir ve yasaklarla yetinmeyen marifet talipleridir.

Emir ve yasaklar dünya içindir ve dünyayı tanzim eder. Tanzim edilen bir dünya da dünyalığımızı tanzim eder. Bu kurallara riayet bile mümini cennet ehli yapacak bir irşat yetkinliği taşır. Hangi mümin haramlardan kaçıp helâlleri işlerse Cennet nimetinden mahrum bırakılır ki?

Ancak bir de içlerindeki pusulanın Cennet yönünü değil, bizzat Cenâb-ı Hakk yönünü gösterdiği müminler vardır ki, bunlar şeriat tabakasına herkesten çok riayet eden ve dini tam anlamıyla tamamlayarak muhabbet burcundan doğanlardır. Söz buraya gelmişken, bu hakikati en veciz biçimde, “Din tamam olacak, doğar muhabbet” mısraıyla dile getiren Yûnus Emre Hazretlerini yâd etmemek uygun düşmez.

İşte irşattan murat, bu sevgi erlerini inşâ etmektir. Mevlana Hazretleri yukarıdaki beyitlerde bu inşâ sürecinin nasıl işlediğini gösteriyor. Bu eğitimin ilk ve en çetin ayağı, algıları değiştirme eğitimidir. Algıları yani duyuş ve hissediş aygıtlarını…

Bizim algılarımızın kaynağı olan mevcût hisler ve bu hislerin kaynağı olan duyu organlarımız, bu eğitim-öğretim sürecinin ilk hedefi olarak göze çarpar. İrfan sahipleri, bu eğitimden geçmemiş bir göz ve kulakla algıladığımız şeylerin körlük ve sağırlık ile kuşatılmış olduğunu söylerler. Sözün özü, hislerimiz hakikî algıya ulaşma yeteneği taşımakla birlikte perdeli oluşlarından dolayı çoğunlukla yarı yolda kalırlar ve genellikle de yoldan çıkarlar.

Bu sürece girildikten sonra anlaşılır ki, bizim her şeyi duyduğunu sandığımız kulağımız ağır bir sağırlık ve her şeyi gördüğünü sandığımız gözümüz de ağır bir körlük ile hastadır. Bu durumda ne yapmak gerekiyor? Elbette herkesin yaptığını yapmak...

Nasıl ki kulağımızda bir duyma kaybı olduğunda kulak tabibine ve gözümüzde katarakt oluştuğunda göz tabibine gidersek, mânâ kulağımızın sağırlığı ve mânâ gözümüzün körlüğünde de bir hekim ihtiyacı, hem de uz (hazık) bir hekim ihtiyacı ortaya çıkar. O hazık hekimlerden biri olan Mevlâna Hazretleri ne diyor? “Ey oğul, kulağını pamukla tıkamış, gözünü de bağlamışsın. Bu yüzden duymuyor ve görmüyorsun.”


Hazret, hastanın derdini teşhis ettikten sonra tedavi yolunu gösteriyor. Kulaktaki pamuk ve gözdeki bağ nedir? Mevcût his ve algılarımız… Mevcût kulağımızla algıladığımız sesler ve mevcût gözümüzle gördüğümüz görüntüler ses ve görüntüye benzemekle birlikte ses ve görüntüyü perdeleyen şeylerdir. O ses ve görüntüler öyle bir asıldan akıp gelir ki o ses ve görüntü membaının yüzü suyu hürmetine en sağır ve en kör konumda olan bizler bile sesler duyar, tecelliler görürüz. Lâkin bu duyuşlar o sesin mâhiyetini ve görüşler o görüntünün hüviyetini tayin etmekten uzaktır.

İşte bize, tam bu noktada kulağımızdaki pamuğu çıkaracak ve gözümüzdeki bağı çözecek bir tabib-i İlâhî gerekir ki o da mürşittir. Mevlâna, göz ve kulak örneğinden hareketle bize bir hakikati kavratmaya çalışıyor ki o, duyularımızın duymamıza engel olduğu hikmetidir. Evet, bu tuhaf bir paradokstur aslında. İşitme organımız olan kulak işitmeye, görme organımız olan göz de duymaya engeldir. Mevlâna, bu kulağın bâtın kulağına yani can kulağına tıkanmış bir pamuk, bu gözün de can gözünü bağlayan bir gözbağı olduğunu söyler.

O hâlde bu kulak o kulağın, bu göz de o gözün tıkacıdır. Peki, bunlar bize neyi duyurmuyor ve neyi göstermiyor? Bunlar ile nelerden mahrum oluyoruz? Baş kulağımızın can kulağımızı tıkamasıyla İlâhî söz ve sırları işitmiyor, baş gözümüzün can kulağımızı perdelemesiyle de gayb âleminin uçsuz bucaksız tecellilerini görmüyoruz. Bunları duymamak ve bunları görmemek, sıradan insanlar için farkında olmadıkları için bir kayıp ve eksiklik değildir. Ancak bu muhteşem göz ve bu harika kulaktan uzak kaldıklarını idrak edenler için onulmaz bir derttir.

Nasıl onulmaz bir dert olmasın ki? Duymadığımız Hakk sesi, görmediğimizse gayb âleminin gözleri kamaştıran Hakk görüntüsüdür. Sözün kısası, duymadığımız o sesler ve görmediğimiz o görüntüler, Elest meclisinden beri hasretini çektiğimiz Hakk sesi ve Hakk görüntüleridir. Yani duymadığımız da O’dur, görmediğimiz de O. Böyle bir kayba can dayanır mı? Dayanmaz!

O hâlde ne yapacağız? Basit: Hekimin tedavi ve tavsiyesine uyacağız. Yani can gözümüzün önünden baş gözü perdesini sıyıracak ve can kulağı üstünden de baş kulağı tıkacını çıkaracağız. Elbette bunlar bir günde olacak iş değil, ancak hazık hekim elinde sabır ve gayretle yol alarak süreç içinde bu engellerden kurtulacağız.

Uyanmak için rızâ

Mevlâna derviş eğitiminin tamamlandığı bu sürecin sonunda Hakk erinin Hakk seslerini duymaya ve hakikî tecellileri görmeye başlayacağını söyler. Bu duyuş ve görüş, aynı şeyleri duyuş ve görüş olduğu hâlde, her Hakk eri için ayrı ayrı tecelli eden bir mâhiyet gösterir. Bunun nedeni ise, can kulağımızla duysak ve can gözümüzle görsek bile Cenâb-ı Allah’ın mahlûkun en imtiyazlıları tarafından bile asla kuşatılamayacağı gerçeğidir.

Ancak Hakk sesini duymak ve gaybî görüntüleri görmek, beşerî plânda olağanüstü bir idrak ve algı değişikliğine yol açar. Bu algı değişikliği, anadan kör birinin gözünün açılması ve doğuştan sağır birinin işitmesi gibidir. Mevlâna Hazretleri, böyle İlâhî bir ortama açılan kulak ve göz sahibinin idrak biçimini önemli bir merhale olarak görür ve Hakk erinin geldiği bu merhalenin adını zikreder: “Nefs-i mutmainne” merhalesi…

Bu merhalede kulak, “Irci’î” (Geri dön, bana gel!) İlâhî hitabını ölmeden önce duyar: “‘Geri dön’ hitabın işitmek için/ Duygu, kulak ve fikirlerden geçin!”

Beyitteki “Geri dön” atfı, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyetten ileri gelir: “Allah’tan râzı olarak ve Allah’ın rızâsını kazanmış olarak Rabbine geri dön.” (Fecr, 28)

Mevlâna bu merhalede, kişinin, beden duyuları olan beş duyunun getirdiği algılardan kurtulduğunu söyler. Zaten bu kurtuluşun ilânı, “Irci’î” (Geri dön, bana gel!) hitabının duyulmasıdır. İşte bu menzile ulaşan yolcu, artık baş kulağından kurtulmuş ve baş gözünün bağını çözmüştür. Artık onun idrak ve algısı, bu cihazlardan gelen sahte ve yanıltıcı algı değil, Rabbanî dünyadan ilham ve telkin edilen, belki kulağına fısıldanıp gözüne gösterilen hakikî idrak ve algılardır.

Hakk eri, mutmain nefs menziline ulaşıp İlâhî sesleri duymaya ve Rabbanî tecellileri görmeye başladığında baş gözü ve baş kulağının getirdiği sahte ses ve görüntülerin oluşturdukları temelsiz fikirlerden kurtulur yahut o fikirlere iltifat etmez. Nasıl ki baş kulağı bizi İlâhî hitaptan, baş gözü de Rahmânî tecellilerden mahrum ederse, bu arızalı göz ve kulağın getirdiği algılarla elde ettiğimiz fikir ve kanaatler de bizi tam bu fikir ve kanaatlerin zıt kutbundan duran İlâhî fikir ve düşüncelerden mahrum eder.

Mevlâna, mutmain nefs menziline ulaşan erlerin baş kulağı ve baş gözü vâsıtasıyla ulaştıkları idrakin ürünü olan fikir kuşatmasından çıktıklarında, bu erlerin dimağlarına -bir nevi “İlâhî fikir ve düşünceler” demek olan- bir yeni fikir ve düşünce silsilesi dolmaya başladığına işaret eder. Bu yeni fikir silsilesi, onun algı ve dimağının varlığından daha önce asla haberdar olmadığı ve mâhiyetini mutlak şekilde bilmediği bir silsiledir.

O hâlde mevcût algılarla kurduğumuz bu fikir ve kanaatlerimizin örttüğü hakikî fikir ve kanaatin adı nedir? “Keşif”...

Hakk erleri bu menzile ulaştıklarında, “can yakıtı” demek olan rızâyı yüklenirler. 

Evet, kişi mevcût hisleriyle ördüğü fikir perdesiyle derunî keşiflerin ve rûhânî fetihlerin üstünü örter. Bu melekelerinin üstünü örttüğü müddetçe -ömür boyu- tâze bir fikir ve iç açıcı bir kanaate ulaşamaz. Ne tuhaf, üstünü örttüğü dünyada fikir ve düşünceler tâzelikten ölürken, kişi beri tarafta taze bir mânâ bulabilmek için başlar kesip canlar verir: “Uyanık kalıp da konuştukça sen/ Koku gelir mi uyku sohbetinden?/ İş ve sözümüz zâhirde gezmektir/ Gökler üstündedir bâtınî seyir.”

Mevlâna, bizim konuşmalarımızı “günlük hayatın dedikodusu” olarak ifade ediyor. Bu konuşmalara da “uyanıklık konuşması” diyor. Tâbire ilk bakan, uyanık birinin konuşmasını olumlu bir durum olarak görebilir. Fakat Hazret, uyanıkların konuşmasının uyku sohbetinin zevk ve faydalarını perdelediğini ihtar ediyor. Bu durumda Hazreti Pîr’in uyanıklık ve uykuyu lügât anlamlarında değil, tasavvufî anlamda kullandığını bilmek gerekir. Ona göre uyanıklık, zâhirdeki beş duyunun algı düzeyinde kalarak can hislerinin algılarına uyumak, uyku ise can hislerine dayanarak baş duyularının getirdiği algı dünyasından uyanmaktır.

Böylelikle hakikî anlamdaki uyanıklık, bu âleme uyuyup o âleme uyanmak ve hakikî anlamdaki uyku da bu âleme uyanıp o âleme uyumak ayrımı kazanır. Bu ayrımın farkına varılıp bu âleme gafil olunursa ne olur? O takdirde bu evren içinde kalarak sönen eylem ve sözler, kanat takarak bu evrenin dışına çıkar. Bu çıkışla beraber toprak ve çamurunu bu evrene bırakarak sâfî nûr hâline gelip o evrene yükselir. “Bu yükselişin yakıtı ne ola?” diye sorulacak olursa deriz ki, “Rızâdır”... Zira nefs-i mutmainne sahipleri, yukarıdaki âyette Allah’tan râzı ve Allah’ın rızâsını da kazanmış olarak dönme şartına bağlı şekilde ona dönenledir. İşte Hakk erleri bu menzile ulaştıklarında, “can yakıtı” demek olan rızâyı yüklenirler.

Rızâ nedir? Cenâb-ı Hakk’ın söz ve eylemlerimizin yetkinliğine vize vermesi ve bizi Kendi katına uçuracak olan alana çağırmasıdır. Bu seyir, kalp ve rûhun seyridir. Rûhun seyri yedi felek ötesinde icra edilen bir seyirdir ki buna ârifler, “seyr-i maallah” derler. Yani Hakk ile beraber yapılan seyir yahut Hakk’ta olan seyir… Ki bundan murat, “hakikat âleminde seyretmek” demektir. (Devam edecek…)