Hak görünümlü küfrün dinle cengi (20)

Sahte şeyh ve dinin aziz iklimine sızan bu alçak, görünüşte halkı ve bağlılarını hikmet sütüyle beslemekte, ancak hakikatte ise kendi nefsinin binbir başlı yılanı ile halkın ve bağlılarının kanını emmektedir. Ne var ki, perde ardından gafil olan zavallı müritler, bağımlısı hâline geldikleri bu sahtekârın ve dahi herif-i naşerîfin bir anlık yüzünü görme ve huzurunda bulunmayı saâdetlerin en büyüğü sanmakta ve bu uğurda baş ve canı verecek bir hâle gelmektedirler.

MEVLÂNA, bu noktadan itibaren hilekâr vezirin yeni bir hile biçimini ele alır. Her işte olduğu gibi, din ve inanç işinde de din ve inanç tacirlerinin kendi bağlılarını ve halkı aldatmak için türlü türlü hile ve tuzakları vardır. Mevlâna, buraya kadar ele aldığımız hile biçimleriyle vezirin, Hıristiyanların genelini aldatmak için başvurduğu hile yöntemlerine dikkat çekmişti. Bu noktadan sonra ise o din taciri vezirin, Hıristiyanlar arasında kendine bağlanan samîmi müritlerine kurduğu tuzaktan bahsetmektedir.

Bu bahisten de anlaşılacağı üzere, din ve inanç tacirleri en yakın çevrelerine dahi tuzak kurmaktan çekinmezler. Ancak genele tuzak kurmak ile özel çevreye tuzak kurmak arasında amaç farkı vardır. Hıristiyan inancına sızarak onu kendi amacına uygun bir kaosa sürükleyen ve dinin kavramlarının içini boşaltıp inanırları birbirine düşman eden vezir, özel çevresine kurduğu tuzakta ise riyakârlığını, samîmiyet ve ihlâs görüntüsüyle pazarlayarak bağlıları arasındaki itibarına tavan yaptırmak istemektedir.

Hilekâr vezirin bu hile ile amaçladığı şey ise, mürit ve bağlılarını, kendi sinsi amaçlarının azat kabul etmez köleleri hâline getirmektir.

Vezir bu gâyesine ulaşmak için bu kez en yakın bağlıları da dâhil, hiç kimseye görünmeme yöntemine başvurur. Bu yeni hile biçimini Mevlâna şöyle aktarır: “Vezir, başka bir hileye başvurdu;/ Öğütten geçip halvete oturdu./ Kırk elli gün hiç çıkmadı halvetten,/ Yanıp yakıldı müritler hasretten.”

İkiyüzlü ve sahtekârların üzerinde en çok hassas oldukları hususlardan birinin, “yüzlerini eskitmeme” hilesi olduğu görülür. İzzet ve itibara doymak bilmez bir düşkünlük gösteren bu hilekârlar, halkı kendilerine tapındırma raddesine getirinceye kadar sahtecilikte dur durak bilmezler. Bu sebepten, kendi bağlılarına karşı izzet ve itibar arttıracak hamleler yaparlar. Din ve inanç söz konusu olduğunda bu tacirlerin elindeki en iyi silah, halvet ve çileye girmektir. Bu hileye başvurmadan önce cerbezeli sohbet ve hâlleriyle müritleri mânâ açlığı krizine sokan riyakâr şeyh, onları o açlığın kriz hâline geldiği bir anda bırakarak çileye girer. Şeyh ile müritleri arasında yolun en şedit geçidinde ortaya çıkan bu ayrılık, müritler tarafında tam bir kaos ortamı oluşturur ki sahtekârın amacı da zaten budur!

Bu kurgu eseri ayrılık, sütten başka bir şey yiyemeyen yavruların anneleri tarafından terk edilişlerine benzer. Annelerinin terk ettiği yavruların açlık içinde kıvrana kıvrana can verdikleri gibi, taklidî hikmet sütü içmeye alışmış mürit ve bağlılar da ortada ne yapacaklarını bilmez bir biçimde kalıverirler. Müritler, şeyhin öğüt ve mânâ ziyafetinden mahrum kalınca, “mânâ açlığı” denen bir krize girerler.

Mevlâna’nın rubaileri arasında, “Ya Rab, mânâ açlığı çekenlere acı!” şeklinde bir mısra vardır. Buradan anlaşılır ki, Hazret, açlığı “ekmek açlığı” ile “mânâ açlığı” olarak ikiye ayırmaktadır. Bizler ekmek acı olduğumuz için, birinci açlığın ne demek olduğunu gayet iyi biliriz. Ancak Mevlâna Hazretleri, mânâ açlığı çekenlerin durumunun daha feci bir şey olduğuna işaret ederek bu açlığa düşenler için Cenâb-ı Hakk’tan merhamet istemektedir.

Mânâ açlığının mâhiyeti iki türlüdür: İlki, sofilerin “fetret” adını verdikleri tecelli kesilmesidir. Tasavvufta “kabz hâli” olarak da bilinen bu hâlde, Hakk yolcusu, mânâ âlemiyle temas kurma vâsıtası olan tecelliden uzak düşer. Tecelli, muhtelif biçimlere bürünerek salik ile temasa geçen ve ona muhtelif biçimlerde görünen mânâ âlemidir. İşte derviş, bu âlem kendisine tecelli etmeye başlayınca dolmaya ve koca bir mânâ âlemi olmaya başlar ki dünyayı bir kap, kendini de uçsuz bucaksız bir okyanus gibi algılar. Tıpkı bütün varlığı basarak her şeyi suyla dolduran bir büyük tufan gibi…

Açlıkla kopan tufan

Nitekim tufanın da mânevîsi vardır, maddîsi vardır. Meselâ Nuh Tufanı… Bu tufan, dıştan bilenler için bir felâkettir, lâkin içten bilenler için mânâ âleminin madde âlemindeki sûret ve biçimleri yutarak onları kesret boyasından arıtıp vahdet boyası ile boyamasından başka bir şey değildir.

Nuh Tufanı, mânevî cihetten insanı azgınlaştıran kesret âleminin mağrur ve renkli görüntüsünün su ile silinmesinden ibarettir. O tufan, boyacı küplerine girerek tavus gibi rengârenk olan kurnaz tilkinin yağmurla foyasının meydana çıkması işlevini üstlenir. Şu hâlde tecelli, mânevî bir tufan olarak dervişin mizacında yer alan muhtelif huyları yutarak onu bir huyla örter: İlâhî ahlâk... Bütün huyların tek huy olduğu bu tecelli, tıpkı selin bastığı yerden çekilmesi gibi dervişin gönlünden çekilince, zavallı derviş, bunun çoğunlukla “fetret” adlı çetin bir sınama olduğunu anlamayarak başa döndüğünü sanır. Sanmakla kalmaz, Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden yüz çevirdiği vehmine kapılarak sınavı bile kaybeder.

Med döneminde bir mânâ okyanusuna dönüşen derviş, her kelâmında yüzlerce mânâ incisi saçarken, şimdi kırıntı kâbilinden bile bir şey söylemeye muktedir değildir. Bu hâl, dipsiz bir uçuruma düşmek, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz olmak, yaşama sevincini kaybederek ümitsizlik girdabına düşmek, gözsüz bile görürken gözlerini dört açtığı hâlde burnunun ucunu görememek gibi binbir kılıkta beliren bir hâldir. İşte mânâ açlığı bu binbir kılıkta görünen kaosun adıdır.

Bir dem, mânâ ve hikmet sütünü mânâ annesinden emen derviş, şimdi dişsiz ağzında gevelediği sert ve haşin varlık kemiğinden bir şeyler koparmaya çalışmaktadır. Ama ne mümkün, bir kırıntı bile koparamamaktadır!

Bu çetin sınav, mânâ âlemiyle temas eden her yolcu için varittir ve ne yazık ki yolun bu en zor geçidini geçen pek az yolcu vardır. Mevlâna Hazretleri bu çetin durumun adına “mânâ açlığı çekmek” demektedir. İşte sahtekâr vezir, yolun en çetin sınavı olan mânâ açlığını taklit ederek, kendisini mânâ, dervişleri de mânâ talipleri olarak konumlandırmaktadır. Bu inanç simsarının yöntemi, dervişi sahte mânâ ile kuşatmaktır.

Hilekâr vezir önce, tıpkı selin bir araziyi basarak o araziyi istilâ etmesi gibi, sahte mânâ seli ile müritlerini basarak kendi mânâsında boğmakta, ardından da bu coşkuyu birdenbire keserek sahte mânâ afyonuna alıştırdığı müritleri yokluğu ile çılgına çevirmektedir: “Deliye döndü halk görme şevkinden;/ Ayrı düşünce hâl, söz ve zevkinden./ Yalvar yakar oldular ona candan,/ Halvette iki büklümdü açlıktan.”

Sahte şeyhlerin ve din tacirlerinin amacı, gerçek şeyhlerin sözlerini çalarak kendi bağlılarını “Hak” adıyla aldatmak olduğu için, halk onların yokluğunda deliye dönmekte ve tam kıvamına getirilmiş bu kurgusal ortam da bu yol azgınlarının şeytanî egolarının tatminine hizmet etmektir. Aslolan şey, bu onaylanma ve itibar görme ezikliği yaşayan sahtekârların nefislerinin emzirilmesidir.

Sahte şeyh ve dinin aziz iklimine sızan bu alçak, görünüşte halkı ve bağlılarını hikmet sütüyle beslemekte, ancak hakikatte ise kendi nefsinin binbir başlı yılanı ile halkın ve bağlılarının kanını emmektedir. Ne var ki, perde ardından gafil olan zavallı müritler, bağımlısı hâline geldikleri bu sahtekârın ve dahi herif-i naşerîfin bir anlık yüzünü görme ve huzurunda bulunmayı saâdetlerin en büyüğü sanmakta ve bu uğurda baş ve canı verecek bir hâle gelmektedirler. İşte bu vuslat sahnesini çok iyi kullanan din ve inanç taciri, bu görünme ve görüşmeyi o kadar dar tutmaktadır ki âdeta huzurunda birkaç dakika bulunan kişi, algı bombardımanından dolayı -hâşâ huzur- kendini miraca çıkmış sanmaktadır!

Sahtekâr şeyh ise bu durumu çok iyi kullandığından, yüzünü eskitmemek ve ünsiyeti en alt düzeyde tutmayı amaçlamaktadır. Bu sahte naz ve cilve ile insanların kalp ve gönüllerine işlemekte ve onlardan gönüllü bir köle ordusu kurmaktadır. Öyle ki müritler, o sahteci şeyh olmadan, kendilerini kesif karanlıkta yol almaya çalışanlar gibi hissetmektedirler: “Dediler: ‘Ziyâ yoktur bize sensiz,/ Körün hâli n’olur değnek yedensiz?/ Allah aşkına, kerem eyle gayri!/ Fazla tutma bizi kendinden ayrı!/ Bizler çocuk gibiyiz, sen de dadı;/ Sal o gölgeyi başımıza haydi!”

Ne var ki, bu sahtekâr vezirin bağlıları, o hileci olmadan yola çıkmamaktadırlar. Çünkü bu riyakâr, onları algılar ile esir alarak kendi uydusu hâline getirmiştir. Müritler bu habisten uzak düşmeyi körlükle eşdeğer görmektedirler. Kendileri kör, gerçek sandıkları sahte şeyhleri de onları uzattığı algı değneğiyle sözde menzile götüren değnek yedicidir.

Eskiden körleri menzile götürmek için “değnek yedici” denen bir kılavuz olurmuş. Bu kılavuz, körlerin önüne düşer, elinde tuttuğu değneği de arkaya uzatırmış. Bu değneğin diğer ucundan bir kör tutar, diğer körler de ona ulanarak istenen yere o değnek yedici marifetiyle giderlermiş. Değnek yedici olmadığı takdirde körler nasıl doğru dürüst adım atamazlarsa, vezir olmadan da müritler bir adım bile atamamaktadırlar. Vezir, algı değneğini, mankurtlaştırdığı müritlere uzatmakta ve onlar da o değneğin peşine düşerek yol almaktadırlar.

Gerçekte zalim bir dünya saltanatı kurmak için kene gibi yıllarca bekledikleri hâlde, dışta o taraklarda hiç bezleri yokmuş gibi halvet ve uzlete çekilmek ve dünya işlerinden el etek çekmek algısı inşâ ederler.

Yükselen ego

Vezirin algı yönetimiyle irade ve ihtiyarlarını ona teslim eden müritlerin ondan uzak düşmemek için yalvarmalarından başka çâre yoktur ki zaten o din sızıcısının ve inanç tacirinin maksadı da budur. Onları yalvartmak, istetmek ve ağlatıp çılgına çevirmek hilesinin gerisinde yatan tek şey vardır: Kendi nefs ve egosunu şişirmek!

Şeytan uşağı olan bu tip şeyhler, hastalıklı bir ruh taşıdıkları için bitip tükenmez bir egoya sahiptirler. Bu egonun doyması ve bu gururun beslenmesi için mürit ve bağlılarının, onların açgözlü ve obur nefislerini doyurmaları gerekir. Bu durum bir müddet sonra karşılıklı bir bağımlılık hâline gelerek kontrolden çıkar. Müritler ne yaparlarsa yapsınlar, bu itibar ve şeref eziklerini doyuramazlar. Ama onlar mahviyet ve tevazu görüntüsü altında örümcek ağlarını kurmaya devam ederler. Samîmiyet görüntüsü altındaki sahtekârlığın bini bir paradır: “Dedi: ‘Uzak değil canım dostlardan,/ Lâkin çıkmaya izin yoktur şu an’.”

Aslında bu riyakâr, güya çok sevdiği dost halkasından uzak düşmeyi asla istememektedir, ancak bu keşif ve kerametler denizi olan sözde şeyh, halvete kendiliğinden girmemiş, bu halvete çok husûsî bir işaretle (!) girmiştir. Dost ve bağlılarının kendisini özlemeleri gibi o da onları özlemekte, ancak İlâhî irade, onun halvetten çıkmasına izin vermemektedir; çünkü bu keşif ve kerametler denizi olan sahtekâr, güya Cenâb-ı Hakk’ın tecelliler denizinde kulaç atmaktadır. Bu inanç sahtekârı, böyle davranarak bir taşla iki kuş birden vurmaktadır. Müritlerin en çok bağlandıkları yönü olan keşif ve keramet boyutunu böyle yapay bir tezgâhla pazarlayarak, hem onlar üzerindeki mânevî etkisini arttırmakta, hem de kendisinin onlardan bir an bile ayrılmaya gönlünün râzı olmadığını söyleyerek müritleri yapmacık bir sevgi tuzağıyla muhabbet köleleri hâline getirmekte ve her birini bir serdengeçti fedâiye dönüştürmektedir.

“Geldi tüm beyler şefaat dermeye,/ Başladı müritler nefis yermeye:/ ‘Ne kötü bahtımız varmış, ey kerim!/ Olduk sensiz din ve gönülden yetim./ Seninki bahane, bu dert ile biz/ Yanan dilden soğuk ahlar çekeriz./ Huy edinmişiz güzel sohbetini,/ İçmişiz senin hikmetli sütünü./ Yapma bu cefâyı Allah aşkına!/ Lütfeyle, koyma bugünü yarına!/ Bu âşıklar ki sana gönül verir,/ Sensiz bir şey elde etmezler âhir./ Çırpınırlar balık gibi karada,/ Suyu sal, ırmağın bendini yık da!/ Ey eşi bulunmayan zamanede,/ Allah için koş halktaki feryâda!”

Bu durumda müritler kolayca şeyh kılıklı vezirin tuzağına düşmekte ve onun insanlardan uzaklaşarak halvete girme mecburiyetinde kalışını kendilerinden bilmektedirler. Bu tuzağa düşer düşmez, suçu kendilerinde bularak, kendi nefislerini aşağılamaya başlayıp şeyhi yüceltme aşamasına geçmektedirler.

Zaten o iblisin murâdı da budur! Zira müritler kendi nefislerini yererken, nefsini yenmiş şeyhlerinden başka kimi yücelteceklerdir? Böylelikle her bir hücresi riyakâr bir baş hâline gelen bu iblis, onların bu tip yüceltmeleriyle nefsinde yeni başlar peyda edecektir.

Dışı kabuk, içi çürük

Müritler, onun gibi bir Hakk dostundan (!) uzak düşmekle hem din, hem gönül yetimi olmuşlardır; çünkü şeyhleri onlara hem din hükümlerini yerli yerince öğretmekte, hem de gönüllerini mânâ ziyafetiyle beslemektedir. Bu mahrumiyet, işte onları bu iki yönden de yetim bırakmıştır! Şeyhlerinin yokluğu, onlar için soğuk ahlar çektikleri özge bir derttir. Bu derde nispetle şeyhlerinin söyledikleri, bahaneden ibaret kalır. Çünkü onun öğüt ve cerbezeli sohbetleri onların huyu olmuştur. Çünkü o sohbetlerdeki hüküm ve ölçüler, müritler için davranışa dönüştürülecek birer İlâhî hikmettir. Süreç içinde hikmet sütü içerek gittikleri bu yolda nice güç geçitler ve nice sarp yollar aşmışlardır. Hep önlerinde ve yanlarında gördükleri hak rehberi, bugün kendisini onlardan mahrum bırakmak için bahaneler aramakta ve yol âşıklarına cefâ etmektedir. Çünkü şeyhlerinin yokluğu onlar için yakıcı bir hasretten başka bir şey değildir!

Bu zavallılar ondan ayrı düşünce marifet denizinden koparılarak karaya düşmüş balıklara dönmüşler, gıdaları marifet olduğu için karada yemsizlik ve havasızlıktan helâk olmak üzeredirler. Şeyhleri, mânâ açlığı çeken bu bîçârelerin durumunu görerek hemen mânâ ırmağının seddini yıkmalı ve yüce hikmetlerin mânâ suyunu onların çırpındıkları karaya doğru salıvermelidir. O su vaktinde ulaşamazsa, mânâ açlığı çeken bu güruh, külliyen helâk olup gidecektir. Zamanede eşi benzeri bulunmayan o kutup(!), müritlerin bu hâllerine acıyarak yardıma koşmalıdır.

Mevlâna, tam bu noktada sahtekâr şeyhlerin bir kompleks ve ezikliğine daha işaret eder: Hemen hemen hepsi, kendisini zamânenin kutbu ve gavsı ilân eder. Bunlar güya halkın feryâdına ânında koşan büyük kutuplardır. Kendilerini yüz binlerce müride kol kanat gerecek bir mânevî güç ve konum sahibi olarak pazarlatan bu sahtekârlar, aslında Hakk dostlarının sözlerini çalarak onların içlere işleyen mânâlarını, kendi bağlılarını avlamak için tuzak olarak kullanmaktadırlar.

Tuzağa düşürmek, hile ile mânâ algıları tertip etmek ve keşif ve keramet ehli olarak sunulmak, bu habislerin asıl yöntemleridir. Sanki kendileri bunlara hiç değer vermiyor ve önemsemiyor görünerek, sonsuz bir hırs ve iştahla, hiç aralıksız bu yönlerinin propagandasının yapılmasını isterler bağlılarından. Ancak bunlar danışıklı bir biçimde yapılırken, kendileri ise yüzlerini topraklara sürerek, iki büklüm yürüyerek ibretlik bir tiyatro icra ederler.

Dışları kabuk ve içleri de çürük olan bu şeyhler, halkın kulağına çürüklüklerinin çıkardığı ses ulaşmasın diye güya içleri dolu ve ağaçları da meyve yüklüymüş gibi eğildikçe eğilme ve sustukça susma oyunu oynarlar. Gerçekte zalim bir dünya saltanatı kurmak için kene gibi yıllarca bekledikleri hâlde, dışta o taraklarda hiç bezleri yokmuş gibi, halvet ve uzlete çekilmek ve dünya işlerinden el etek çekmek algısı inşâ ederler. (Devam edecek…)