MEVLÂNA, bu
noktadan itibaren hilekâr vezirin yeni bir hile biçimini ele alır. Her işte
olduğu gibi, din ve inanç işinde de din ve inanç tacirlerinin kendi bağlılarını
ve halkı aldatmak için türlü türlü hile ve tuzakları vardır. Mevlâna, buraya kadar
ele aldığımız hile biçimleriyle vezirin, Hıristiyanların genelini aldatmak için
başvurduğu hile yöntemlerine dikkat çekmişti. Bu noktadan sonra ise o din
taciri vezirin, Hıristiyanlar arasında kendine bağlanan samîmi müritlerine
kurduğu tuzaktan bahsetmektedir.
Bu bahisten de
anlaşılacağı üzere, din ve inanç tacirleri en yakın çevrelerine dahi tuzak
kurmaktan çekinmezler. Ancak genele tuzak kurmak ile özel çevreye tuzak kurmak
arasında amaç farkı vardır. Hıristiyan inancına sızarak onu kendi amacına uygun
bir kaosa sürükleyen ve dinin kavramlarının içini boşaltıp inanırları birbirine
düşman eden vezir, özel çevresine kurduğu tuzakta ise riyakârlığını, samîmiyet
ve ihlâs görüntüsüyle pazarlayarak bağlıları arasındaki itibarına tavan
yaptırmak istemektedir.
Hilekâr vezirin bu hile
ile amaçladığı şey ise, mürit ve bağlılarını, kendi sinsi amaçlarının azat
kabul etmez köleleri hâline getirmektir.
Vezir bu gâyesine ulaşmak
için bu kez en yakın bağlıları da dâhil, hiç kimseye görünmeme yöntemine
başvurur. Bu yeni hile biçimini Mevlâna şöyle aktarır: “Vezir, başka bir hileye başvurdu;/ Öğütten
geçip halvete oturdu./ Kırk elli gün hiç çıkmadı halvetten,/ Yanıp yakıldı
müritler hasretten.”
İkiyüzlü ve sahtekârların
üzerinde en çok hassas oldukları hususlardan birinin, “yüzlerini eskitmeme”
hilesi olduğu görülür. İzzet ve itibara doymak bilmez bir düşkünlük gösteren bu
hilekârlar, halkı kendilerine tapındırma raddesine getirinceye kadar
sahtecilikte dur durak bilmezler. Bu sebepten, kendi bağlılarına karşı izzet ve
itibar arttıracak hamleler yaparlar. Din ve inanç söz konusu olduğunda bu
tacirlerin elindeki en iyi silah, halvet ve çileye girmektir. Bu hileye başvurmadan
önce cerbezeli sohbet ve hâlleriyle müritleri mânâ açlığı krizine sokan riyakâr
şeyh, onları o açlığın kriz hâline geldiği bir anda bırakarak çileye girer.
Şeyh ile müritleri arasında yolun en şedit geçidinde ortaya çıkan bu ayrılık,
müritler tarafında tam bir kaos ortamı oluşturur ki sahtekârın amacı da zaten
budur!
Bu kurgu eseri ayrılık,
sütten başka bir şey yiyemeyen yavruların anneleri tarafından terk edilişlerine
benzer. Annelerinin terk ettiği yavruların açlık içinde kıvrana kıvrana can
verdikleri gibi, taklidî hikmet sütü içmeye alışmış mürit ve bağlılar da ortada
ne yapacaklarını bilmez bir biçimde kalıverirler. Müritler, şeyhin öğüt ve mânâ
ziyafetinden mahrum kalınca, “mânâ açlığı” denen bir krize girerler.
Mevlâna’nın rubaileri
arasında, “Ya Rab, mânâ açlığı çekenlere acı!” şeklinde bir mısra vardır.
Buradan anlaşılır ki, Hazret, açlığı “ekmek açlığı” ile “mânâ açlığı” olarak
ikiye ayırmaktadır. Bizler ekmek acı olduğumuz için, birinci açlığın ne demek
olduğunu gayet iyi biliriz. Ancak Mevlâna Hazretleri, mânâ açlığı çekenlerin
durumunun daha feci bir şey olduğuna işaret ederek bu açlığa düşenler için Cenâb-ı
Hakk’tan merhamet istemektedir.
Mânâ açlığının mâhiyeti
iki türlüdür: İlki, sofilerin “fetret” adını verdikleri tecelli kesilmesidir.
Tasavvufta “kabz hâli” olarak da bilinen bu hâlde, Hakk yolcusu, mânâ âlemiyle
temas kurma vâsıtası olan tecelliden uzak düşer. Tecelli, muhtelif biçimlere
bürünerek salik ile temasa geçen ve ona muhtelif biçimlerde görünen mânâ
âlemidir. İşte derviş, bu âlem kendisine tecelli etmeye başlayınca dolmaya ve
koca bir mânâ âlemi olmaya başlar ki dünyayı bir kap, kendini de uçsuz bucaksız
bir okyanus gibi algılar. Tıpkı bütün varlığı basarak her şeyi suyla dolduran
bir büyük tufan gibi…
Açlıkla kopan tufan
Nitekim tufanın da
mânevîsi vardır, maddîsi vardır. Meselâ Nuh Tufanı… Bu tufan, dıştan bilenler
için bir felâkettir, lâkin içten bilenler için mânâ âleminin madde âlemindeki
sûret ve biçimleri yutarak onları kesret boyasından arıtıp vahdet boyası ile
boyamasından başka bir şey değildir.
Nuh Tufanı, mânevî
cihetten insanı azgınlaştıran kesret âleminin mağrur ve renkli görüntüsünün su
ile silinmesinden ibarettir. O tufan, boyacı küplerine girerek tavus gibi
rengârenk olan kurnaz tilkinin yağmurla foyasının meydana çıkması işlevini
üstlenir. Şu hâlde tecelli, mânevî bir tufan olarak dervişin mizacında yer alan
muhtelif huyları yutarak onu bir huyla örter: İlâhî ahlâk... Bütün huyların tek
huy olduğu bu tecelli, tıpkı selin bastığı yerden çekilmesi gibi dervişin
gönlünden çekilince, zavallı derviş, bunun çoğunlukla “fetret” adlı çetin bir
sınama olduğunu anlamayarak başa döndüğünü sanır. Sanmakla kalmaz, Cenâb-ı
Hakk’ın kendisinden yüz çevirdiği vehmine kapılarak sınavı bile kaybeder.
Med döneminde bir mânâ
okyanusuna dönüşen derviş, her kelâmında yüzlerce mânâ incisi saçarken, şimdi
kırıntı kâbilinden bile bir şey söylemeye muktedir değildir. Bu hâl, dipsiz bir
uçuruma düşmek, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz olmak, yaşama sevincini
kaybederek ümitsizlik girdabına düşmek, gözsüz bile görürken gözlerini dört
açtığı hâlde burnunun ucunu görememek gibi binbir kılıkta beliren bir hâldir.
İşte mânâ açlığı bu binbir kılıkta görünen kaosun adıdır.
Bir dem, mânâ ve hikmet
sütünü mânâ annesinden emen derviş, şimdi dişsiz ağzında gevelediği sert ve
haşin varlık kemiğinden bir şeyler koparmaya çalışmaktadır. Ama ne mümkün, bir
kırıntı bile koparamamaktadır!
Bu çetin sınav, mânâ
âlemiyle temas eden her yolcu için varittir ve ne yazık ki yolun bu en zor
geçidini geçen pek az yolcu vardır. Mevlâna Hazretleri bu çetin durumun adına “mânâ
açlığı çekmek” demektedir. İşte sahtekâr vezir, yolun en çetin sınavı olan mânâ
açlığını taklit ederek, kendisini mânâ, dervişleri de mânâ talipleri olarak
konumlandırmaktadır. Bu inanç simsarının yöntemi, dervişi sahte mânâ ile
kuşatmaktır.
Hilekâr vezir önce, tıpkı
selin bir araziyi basarak o araziyi istilâ etmesi gibi, sahte mânâ seli ile
müritlerini basarak kendi mânâsında boğmakta, ardından da bu coşkuyu birdenbire
keserek sahte mânâ afyonuna alıştırdığı müritleri yokluğu ile çılgına çevirmektedir:
“Deliye döndü halk görme şevkinden;/ Ayrı
düşünce hâl, söz ve zevkinden./ Yalvar yakar oldular ona candan,/ Halvette iki
büklümdü açlıktan.”
Sahte şeyhlerin ve din
tacirlerinin amacı, gerçek şeyhlerin sözlerini çalarak kendi bağlılarını “Hak”
adıyla aldatmak olduğu için, halk onların yokluğunda deliye dönmekte ve tam
kıvamına getirilmiş bu kurgusal ortam da bu yol azgınlarının şeytanî egolarının
tatminine hizmet etmektir. Aslolan şey, bu onaylanma ve itibar görme ezikliği
yaşayan sahtekârların nefislerinin emzirilmesidir.
Sahte şeyh ve dinin aziz
iklimine sızan bu alçak, görünüşte halkı ve bağlılarını hikmet sütüyle
beslemekte, ancak hakikatte ise kendi nefsinin binbir başlı yılanı ile halkın
ve bağlılarının kanını emmektedir. Ne var ki, perde ardından gafil olan zavallı
müritler, bağımlısı hâline geldikleri bu sahtekârın ve dahi herif-i naşerîfin
bir anlık yüzünü görme ve huzurunda bulunmayı saâdetlerin en büyüğü sanmakta ve
bu uğurda baş ve canı verecek bir hâle gelmektedirler. İşte bu vuslat sahnesini
çok iyi kullanan din ve inanç taciri, bu görünme ve görüşmeyi o kadar dar
tutmaktadır ki âdeta huzurunda birkaç dakika bulunan kişi, algı bombardımanından
dolayı -hâşâ huzur- kendini miraca çıkmış sanmaktadır!
Sahtekâr şeyh ise bu
durumu çok iyi kullandığından, yüzünü eskitmemek ve ünsiyeti en alt düzeyde
tutmayı amaçlamaktadır. Bu sahte naz ve cilve ile insanların kalp ve
gönüllerine işlemekte ve onlardan gönüllü bir köle ordusu kurmaktadır. Öyle ki
müritler, o sahteci şeyh olmadan, kendilerini kesif karanlıkta yol almaya
çalışanlar gibi hissetmektedirler: “Dediler:
‘Ziyâ yoktur bize sensiz,/ Körün hâli
n’olur değnek yedensiz?/ Allah aşkına, kerem eyle gayri!/ Fazla tutma bizi
kendinden ayrı!/ Bizler çocuk gibiyiz, sen de dadı;/ Sal o gölgeyi başımıza
haydi!”
Ne var ki, bu sahtekâr
vezirin bağlıları, o hileci olmadan yola çıkmamaktadırlar. Çünkü bu riyakâr,
onları algılar ile esir alarak kendi uydusu hâline getirmiştir. Müritler bu
habisten uzak düşmeyi körlükle eşdeğer görmektedirler. Kendileri kör, gerçek
sandıkları sahte şeyhleri de onları uzattığı algı değneğiyle sözde menzile
götüren değnek yedicidir.
Eskiden körleri menzile götürmek için “değnek yedici” denen bir kılavuz olurmuş. Bu kılavuz, körlerin önüne düşer, elinde tuttuğu değneği de arkaya uzatırmış. Bu değneğin diğer ucundan bir kör tutar, diğer körler de ona ulanarak istenen yere o değnek yedici marifetiyle giderlermiş. Değnek yedici olmadığı takdirde körler nasıl doğru dürüst adım atamazlarsa, vezir olmadan da müritler bir adım bile atamamaktadırlar. Vezir, algı değneğini, mankurtlaştırdığı müritlere uzatmakta ve onlar da o değneğin peşine düşerek yol almaktadırlar.
Gerçekte zalim bir dünya saltanatı kurmak için kene gibi yıllarca bekledikleri hâlde, dışta o taraklarda hiç bezleri yokmuş gibi halvet ve uzlete çekilmek ve dünya işlerinden el etek çekmek algısı inşâ ederler.
Yükselen ego
Vezirin algı yönetimiyle
irade ve ihtiyarlarını ona teslim eden müritlerin ondan uzak düşmemek için
yalvarmalarından başka çâre yoktur ki zaten o din sızıcısının ve inanç
tacirinin maksadı da budur. Onları yalvartmak, istetmek ve ağlatıp çılgına
çevirmek hilesinin gerisinde yatan tek şey vardır: Kendi nefs ve egosunu şişirmek!
Şeytan uşağı olan bu tip
şeyhler, hastalıklı bir ruh taşıdıkları için bitip tükenmez bir egoya
sahiptirler. Bu egonun doyması ve bu gururun beslenmesi için mürit ve
bağlılarının, onların açgözlü ve obur nefislerini doyurmaları gerekir. Bu durum
bir müddet sonra karşılıklı bir bağımlılık hâline gelerek kontrolden çıkar.
Müritler ne yaparlarsa yapsınlar, bu itibar ve şeref eziklerini doyuramazlar.
Ama onlar mahviyet ve tevazu görüntüsü altında örümcek ağlarını kurmaya devam
ederler. Samîmiyet görüntüsü altındaki sahtekârlığın bini bir paradır: “Dedi: ‘Uzak değil canım dostlardan,/ Lâkin çıkmaya izin yoktur şu an’.”
Aslında bu riyakâr, güya
çok sevdiği dost halkasından uzak düşmeyi asla istememektedir, ancak bu keşif
ve kerametler denizi olan sözde şeyh, halvete kendiliğinden girmemiş, bu
halvete çok husûsî bir işaretle (!) girmiştir. Dost ve bağlılarının kendisini
özlemeleri gibi o da onları özlemekte, ancak İlâhî irade, onun halvetten çıkmasına
izin vermemektedir; çünkü bu keşif ve kerametler denizi olan sahtekâr, güya
Cenâb-ı Hakk’ın tecelliler denizinde kulaç atmaktadır. Bu inanç sahtekârı,
böyle davranarak bir taşla iki kuş birden vurmaktadır. Müritlerin en çok
bağlandıkları yönü olan keşif ve keramet boyutunu böyle yapay bir tezgâhla pazarlayarak,
hem onlar üzerindeki mânevî etkisini arttırmakta, hem de kendisinin onlardan bir
an bile ayrılmaya gönlünün râzı olmadığını söyleyerek müritleri yapmacık bir
sevgi tuzağıyla muhabbet köleleri hâline getirmekte ve her birini bir
serdengeçti fedâiye dönüştürmektedir.
“Geldi tüm beyler şefaat dermeye,/ Başladı müritler
nefis yermeye:/ ‘Ne kötü bahtımız
varmış, ey kerim!/ Olduk sensiz din ve gönülden yetim./ Seninki bahane, bu dert
ile biz/ Yanan dilden soğuk ahlar çekeriz./ Huy edinmişiz güzel sohbetini,/ İçmişiz
senin hikmetli sütünü./ Yapma bu cefâyı Allah aşkına!/ Lütfeyle, koyma bugünü
yarına!/ Bu âşıklar ki sana gönül verir,/ Sensiz bir şey elde etmezler âhir./ Çırpınırlar
balık gibi karada,/ Suyu sal, ırmağın bendini yık da!/ Ey eşi bulunmayan
zamanede,/ Allah için koş halktaki feryâda!”
Bu durumda müritler
kolayca şeyh kılıklı vezirin tuzağına düşmekte ve onun insanlardan uzaklaşarak
halvete girme mecburiyetinde kalışını kendilerinden bilmektedirler. Bu tuzağa
düşer düşmez, suçu kendilerinde bularak, kendi nefislerini aşağılamaya başlayıp
şeyhi yüceltme aşamasına geçmektedirler.
Zaten o iblisin murâdı da
budur! Zira müritler kendi nefislerini yererken, nefsini yenmiş şeyhlerinden
başka kimi yücelteceklerdir? Böylelikle her bir hücresi riyakâr bir baş hâline
gelen bu iblis, onların bu tip yüceltmeleriyle nefsinde yeni başlar peyda
edecektir.
Dışı kabuk, içi çürük
Müritler, onun gibi bir
Hakk dostundan (!) uzak düşmekle hem din, hem gönül yetimi olmuşlardır; çünkü
şeyhleri onlara hem din hükümlerini yerli yerince öğretmekte, hem de
gönüllerini mânâ ziyafetiyle beslemektedir. Bu mahrumiyet, işte onları bu iki
yönden de yetim bırakmıştır! Şeyhlerinin yokluğu, onlar için soğuk ahlar
çektikleri özge bir derttir. Bu derde nispetle şeyhlerinin söyledikleri,
bahaneden ibaret kalır. Çünkü onun öğüt ve cerbezeli sohbetleri onların huyu
olmuştur. Çünkü o sohbetlerdeki hüküm ve ölçüler, müritler için davranışa dönüştürülecek
birer İlâhî hikmettir. Süreç içinde hikmet sütü içerek gittikleri bu yolda nice
güç geçitler ve nice sarp yollar aşmışlardır. Hep önlerinde ve yanlarında
gördükleri hak rehberi, bugün kendisini onlardan mahrum bırakmak için bahaneler
aramakta ve yol âşıklarına cefâ etmektedir. Çünkü şeyhlerinin yokluğu onlar
için yakıcı bir hasretten başka bir şey değildir!
Bu zavallılar ondan ayrı
düşünce marifet denizinden koparılarak karaya düşmüş balıklara dönmüşler,
gıdaları marifet olduğu için karada yemsizlik ve havasızlıktan helâk olmak
üzeredirler. Şeyhleri, mânâ açlığı çeken bu bîçârelerin durumunu görerek hemen
mânâ ırmağının seddini yıkmalı ve yüce hikmetlerin mânâ suyunu onların
çırpındıkları karaya doğru salıvermelidir. O su vaktinde ulaşamazsa, mânâ
açlığı çeken bu güruh, külliyen helâk olup gidecektir. Zamanede eşi benzeri
bulunmayan o kutup(!), müritlerin bu hâllerine acıyarak yardıma koşmalıdır.
Mevlâna, tam bu noktada
sahtekâr şeyhlerin bir kompleks ve ezikliğine daha işaret eder: Hemen hemen
hepsi, kendisini zamânenin kutbu ve gavsı ilân eder. Bunlar güya halkın
feryâdına ânında koşan büyük kutuplardır. Kendilerini yüz binlerce müride kol
kanat gerecek bir mânevî güç ve konum sahibi olarak pazarlatan bu sahtekârlar,
aslında Hakk dostlarının sözlerini çalarak onların içlere işleyen mânâlarını,
kendi bağlılarını avlamak için tuzak olarak kullanmaktadırlar.
Tuzağa düşürmek, hile ile
mânâ algıları tertip etmek ve keşif ve keramet ehli olarak sunulmak, bu
habislerin asıl yöntemleridir. Sanki kendileri bunlara hiç değer vermiyor ve
önemsemiyor görünerek, sonsuz bir hırs ve iştahla, hiç aralıksız bu yönlerinin
propagandasının yapılmasını isterler bağlılarından. Ancak bunlar danışıklı bir
biçimde yapılırken, kendileri ise yüzlerini topraklara sürerek, iki büklüm
yürüyerek ibretlik bir tiyatro icra ederler.
Dışları kabuk ve içleri de çürük olan bu şeyhler, halkın kulağına çürüklüklerinin çıkardığı ses ulaşmasın diye güya içleri dolu ve ağaçları da meyve yüklüymüş gibi eğildikçe eğilme ve sustukça susma oyunu oynarlar. Gerçekte zalim bir dünya saltanatı kurmak için kene gibi yıllarca bekledikleri hâlde, dışta o taraklarda hiç bezleri yokmuş gibi, halvet ve uzlete çekilmek ve dünya işlerinden el etek çekmek algısı inşâ ederler. (Devam edecek…)