MEVLÂNA, kişinin erdemlere mâlik olup yücelmesini de,
erdemsizliklere bulaşıp alçalmasını da aynı kavramla ifade eder: “Tebdil”…
“Kötü işten utanınca bir kadın,/ Zühre’ye tebdil etti
onu Rabbin.”
Bu beyti anlamak için “Zühre”
kelimesinin ardındaki mitolojik ve dinî telmihlere bir göz atmak lâzımdır. Mevlâna’nın
bu beyitte kullandığı Zühre, mitolojik ve dinî yorumlardan süzülerek, artık edebiyat
ve estetiğin malzemesi hâline gelmiş bir telmihtir. Bu telmih dünyasına göre
Zühre, Hârût ve Mârût adlı meleklerle alâkalı bir hikâye içinde görülür. Bu hikâyelerin
varyantlarında az çok farklılıklar olmakla birlikte, edebiyat ve sanatın
kullandığı varyant, ana hatlarıyla şu şekildedir:
Cenâb-ı Allah, yeryüzünde kendi
adını lâyıkıyla tespih edecek insanları yaratmak istediğinde, melekler, “Ya
Rabbi, Sen yeryüzünde fitne çıkarıp kan dökecek ve şehvetlere esir olacak bir
kavim mi yaratmak istiyorsun?” derler. Cenâb-ı Allah da meleklere, “Onlarda
sizde olmayan, ‘nefs’ denen çetin bir illet vardır” der. Bunun üzerine melekler,
“Ya Rabbi, Sen bize insanlarda olan nefsi de vererek yeryüzüne indir de
insanlara gerçek taat ve tesbihin nasıl yapılması gerektiğini öğretelim”
derler. Bu talep üzerine Cenâb-ı Allah, meleklerden Hârût ve Mârût adlı iki
meleğe nefs vererek Bâbil ülkesine iki insan sûretinde indirir.
Hârût ve Mârût, Bâbil’e
indikleri günden itibaren taat ve tesbihte sağlam bir duruş gösterdikleri için
insanların saygı ve sevgisini kazanırlar. Gündüzleri kulluktan şaşmaksızın taat
ve zikre devam eden melekler, araları açılan karı ve kocalara onların arasını
düzeltecek iyi büyüler yaparak, geceleri de İsm-i A’zâm okuyup semâya çekilerek
sulh ve esenlik içinde yaşayıp giderler. Tâ ki “Zühre” adlı Bâbil güzeli bir
kadın, kapılarını çalıncaya kadar…
Zühre’nin emsâlsiz
güzelliğini gören Hârût ve Mârût, nefislerinin ondan murâd almaya meyletmesiyle
kendilerinden geçerler. Kadın onlardan, kocasıyla arasının bozuk olduğunu,
kendisi ve kocası için bir muhabbet büyüsü yaparak aralarını düzeltmelerini
ister. Hârût ve Mârût, bu büyüyü yapma karşılığında Zühre’nin kendilerine râm
olmalarını isterler. Zühre’nin bu isteği reddetmesi üzerine, “Sana ayrıca, bizi
geceleri semâya çıkaran İsm-i A’zâm duâsını da öğretiriz, yeter ki talebimizi
karşıla” derler. Zühre bunun üzerine, “Dediğinizi yaparım ancak kocamı
öldürmeniz şartıyla” der. Melekler bu teklifi kabul etmezler. Bunun üzerine
Zühre, “O hâlde içki içerseniz, teklifinizi karşılarım” der. Hârût ve Mârût,
içki teklifini tereddütsüz kabul ederler. İçip körkütük sarhoş olurlar. Zühre
ile halvet ederler ve sarhoşluk etkisiyle gidip bir de Zühre’nin kocasını
öldürürler.
Melekler, sarhoşluktan
ayıldıklarında şarap içtiklerini, meşru olmayan işi yaptıklarını ve cinayet
işlediklerini öğrenince büyük bir pişmanlık duyarlar fakat nâfile! İsm-i A’zâm
duâsı öğrettikleri Zühre, yaptığı işten utanç duyup bu duâyı okuyunca semâda “Zühre”
nâmıyla pırıl pırıl bir yıldız olur. Zühre gökte bir yıldız, kendileri aşağıda günahkâr
iki bahtsız...
Nefslerine zebun olup rezil olduklarında kendilerine hitap gelir: “Ey Hârût ve Mârût! Nefsinize mağlûp olarak günah çirkinliğine battınız. Şimdi söyleyin bakalım, azâbınızı dünyada mı çekmek istersiniz, yoksa ahirette mi?” Melekler büyük bir pişmanlıkla, “Ya Rabbi, günahımızı bu âlemde çekelim” derler. Bu tercih üzerine, “Ey Hârût ve Mârût! Talebiniz kabul edildi, cezanızı dünyada çekeceksiniz. Cezanız, Bâbil’de bir ateş kuyusuna baş aşağı asılarak, kıyamete kadar o ateşi tatmanızdır” hitabı gelir. İşte o gün bugündür, Hârût ve Mârût, Bâbil’deki bir ateş kuyusunda azap çekerler!
“Zühre bir yıldızdır
Bâbil’den kalan”
Zühre ve yıldız ilişkisine
gelince…
Bu ilişkinin temelinde
kadim mitolojik telâkkiler vardır. Bugün “Venüs” adıyla bildiğimiz bu gezegen,
Roma mitolojisinde “aşk ve güzelliği koruyan ilâhe” anlamındadır ve Yunan
mitolojisindeki Afrodit’in karşılığıdır. Sümer mitolojisinde aşk, güzellik ve
savaş tanrıçası olarak “İştar” adıyla da bilinir. Muhtemelen bu ad, bu ilâhenin
en kadim adıdır. Fars mitolojisinde “Nâhit”, Arap mitolojisinde “Leylâ” ve “Zühre”
adını alan bu tanrıça, Türk mitolojisinde “Umay Ana” olarak karşımıza çıkar.
Bizdeki tan yıldızı, akşam yıldızı ve çoban yıldızı isimleri de Zühre’yi işaret
eder.
Aşk ve güzellik kaçınılmaz
olarak eğlence ve neşe ile beraber geldiği için, Zühre kültü etrafındaki eğlence,
saz ve söz (şiir, nağme) de bu kültün olmazsa olmazları arasındadır. Bu motif,
Yûnus Emre’de bakınız nasıl ele alınıyor: “Gökteki
Hârût ve Mârût aşk için indi yere/ Zühre yüzini göricek unuttu Rahmân’ını...”
Yûnus Emre, Hârût ve Mârût
telmihi üzerinden insanın bu dünyaya aşk sınavı için geldiğini söyler. Ona göre
kişi, buraya Allah aşkındaki sebatı ile sınanmak üzere gönderilmiştir. Hârût ve
Mârût, Allah aşkında sebat edemeyip nefislerine kapıldıkları için Zühre’yi
görünce Allah aşkını unutmuş ve mağlûp olmuşlardır. Oysa Yûnus Emre gibi
âşıklar şu anlayış üzerinde sebat ederler: “Zühre
yere inübeni sazın nüvaht eylerse/ Aşkın işreti sensiz gözi ol yana gitmeye…”
Şayet Zühre yere inerek
bir meclis kurup saz ve sözle âşıkların gönlünü çelmeye çalışsa, Hakk âşıkları
o mecliste Asıl Yârden uzak oldukları için, başlarını kaldırıp bakmazlar bile.
Çünkü onlar, Hârût ve Mârût gibi ahdini kıranlardan değillerdir. Nitekim Mevlâna,
yukarıda zikrettiğimiz beytinde, Zühre gibi cemâlde eşsiz ancak kemâlde düşkün
bir kadının, kemâl alâmetlerinden olan “utanma” (edep, ar, hayâ) sebebiyle
yükselip yıldızlaştığını söyler. Burada Zühre, kötü bir hâlden iyi bir hâle
geçerek, erdemsiz bir kadından erdemli bir kadına tebdil olmuştur.
Mevlâna tam da bu noktada,
tebdilin iki biçimde işlediğini söyler. İlkinde kötü hâlden iyi hâle geçiş
olumlu mânâda bir tebdil iken, ikincisinde iyi hâlden kötü hâle geçiş de
olumsuz mânâda bir tebdildir.
“Tebdilse kadının Zühre olması,/ Toprak olmak da
tebdildir, ey âsi!/ Ruhla çıkarken en yüce göklere,/ Balçığa gidip düştün en
dip yere!”
Düşkün bir kadın, yaptığı
çirkin işten utanarak, çirkinlikten edebe tebdil etmiş ve yerde bir aşüfte iken,
yaptığı işten hicab duyarak sâfî edep kesilmiş ve gökte Zühre’ye dönüşmüştür.
Bu örnek üzerinden Hazreti Pîr, erdemli işlerin bizi yıldızlaştıracağını,
aksine tutulan işlerin ise itibarsızlaştıracağını söyler.
Nitekim biz, gökteki Zühre
gibi semâya çıkaran bir ruha sahipken, o nimetin değerini bilmez de nefse tâbi
olarak gidip balçığa saplanırız. Mevlâna, rûhun buyruğu doğrultusunda yol alan
kimselerin yücelip yıldız gibi aziz olacaklarını bildirirken, nefsin emrine
girenlerin ise kanadı kırılmış kuşlar gibi aşağı düşeceklerini söyler. Bu
temsildeki gibi nefs, Zühre’nin utanç ve nedâmet duymadan önceki hâlinden, rûh
da utanç ve nedâmet duyduktan sonraki tövbekâr hâlinden kinâyedir. Bu demektir
ki, hatâ ve günahla sınanan bizler, hatâ ve günaha bir şekilde bulaşırız da
önemli olan, o hatâ ve günahta ısrar etmeyip, hâli pişmanlık ve tövbeye tebdil
etmektir. Bu takdirde Zühre gibi, düşkün hâlden kurtularak gökte parlayan bir
edep yıldızına dönüşürüz. Değilse, kanadı kırık kuş gibi, düşüp balçıkta
sürünürüz!
Zühre, edep duygusu sayesinde
düşkün kadınlıktan semâda yıldızlığa dönüşüp olumlu mânâda tebdil ederken, biz
isyan ve gaflet erbâbı ise, bizi semâda yıldız yapan rûhtan uzaklaşarak, düşkün
kadın derekesine indiren nefse tâbi olarak rezil bir tebdil içine gireriz.
“Akıllar kıskandıran varlığı, sen/ Değiştirdin bu
düşkünlük yüzünden./ O hâlde, nasıldır şu tebdil, bir bak!/ Ona göre bu tebdil
gâyet alçak…”
Mevlâna, bizdeki rûh
nimetini, akılları kıskandıran bir varlık nimeti olarak değerlendiriyor. Rûhun
akılları kıskandıran özelliği nedir? Bizi alçak ve süflî olandan yüce ve ulvî
olana taşıması, başka bir ifadeyle düşkünlükten yüceliğe tebdil etmesidir.
Ancak gaflet sebebiyle biz, Zühre’nin yüzündeki hüsn-ü ânı görüp Rahmân’ı
unutan düşkünler gibiyizdir. İşte bu düşkünlük yüzünden Rahmânî olanı unutarak
Zührevî olana kapılır, rûhu nefse tebdil ederek bu âleme çakılır kalırız.
Mevlâna, insanın hep iki tebdil ve dönüşüm arasında gidip geldiğini ifade eder. Bize düşen, tebdillerimizi kıyas etmek ve bu kıyasa göre yolun neresinde olduğumuzu ölçmektir. Nefsi rûha tebdil edip arşa doğru mu yol alıyoruz, yoksa rûhu nefse tebdil edip ferşe doğru mu düşüyoruz? İnsan genelde rûhu nefse tebdil eden bir yola girdiği için arşa kanatlanmak yerine ferşte sürünür. Bir o tebdile bakalım, bir de bu tebdile. İlki yüceliklere yol aldırırken, ikincisi hendek ve çukurlara daldırır.
Mevlâna, kişinin bu dünyayı kendiyle yani nefsî emel ve arzularıyla doldurma tasavvurunu, dünyanın karla dolması durumuna benzetiyor.
Gurur sınavı
“Yıldızlara sürdün himmet atını,/ Bilmedin Âdem’in
mescud zâtını!”
Bize verilen himmet atı
(rûh) ile yıldızlara ve yıldızlaşmaya yol alırken, birdenbire nefsimize kapılıp
insanın hürmete lâyık olduğu gerçeğinden koptuk. Bu kopuş da bizi Rahmânî
olandan alıp şeytanî olanın yoluna düşürdü. Mevlâna, nefsi rûha tebdil etmeyi,
himmet atı ile yıldızlara yol almakla eşdeğer tutuyor, ancak bu durumda iken
düşeceğimiz önemli bir hatâya da işaret ediyor: “Gurura kapılmak”…
İnsan için olumlu anlamda
da olsa her tebdil ve dönüşüm yeni bir sınav eşiğidir. Bu eşiğe geldiğimizde
elinden kurtulduğumuzu sandığımız nefsi, yeni bir görünüm ve hile ile yanı
başımızda buluruz. Nefs bize, “Ey filan, bak bindiğin himmet atı ve Burak, seni
yerden alıp göğe ağmıştır. Artık sen kurtulanlar zümresindesin” diyerek bizi
gurur tuzağına düşürür ve insanlara tepeden baktırır. Oysa Mevlâna, insanın
temelde secdeye yani itibar ve hürmete değer bir varlık olduğunu, ona o gözle
bakmayanların şeyhinin de şeytan idüğünü ihsas eder. Zira şeytanın
iblisleşmesi, insandaki yüce yönün inkârı ile alâkalıdır. Nitekim iblis, kendi
cevherinin insandan yüce olduğu iddiasıyla insanı ululamaktan kaçınmış ve
rahmet kapısını kaybetmiştir.
Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın
“Biz insanı en güzel sûrette yarattık”
(Tîn, 4) buyruğuna dikkat çekerek, insanın her kemâl ânında bu hakikatle
sınandığını beyan eder. İnsanın yücelik ve kemâl bulmasının gâyesi,
insanlardaki yücelik ve kemâl alâmetlerini ortaya çıkarmadır. Şayet kendimizi
uçurur da insanlığın elinden tutmazsak -ki bu, gurur alâmetidir-, bu tebdil,
görünüşte hayr olsa bile hakikatte şerdir. Hazret bize, her yükselişin bir
sınav olduğu gerçeğini hatırlatarak, insana hizmet ve insanlığa hizmet
amacından asla kopmamamızı telkin eder.
“Ey hayırsız, insan oğlusun âhir!/ Süflî, ne vakte dek
şeref sayılır?/ Niceye dek alıp âlemi ele,/ ‘Doldurayım’ dersin ‘Onu
kendimle’?”
Şu hâlde insanoğluna şeref
ve itibar kazandıracak şey, rûhun nefse değil, nefsin rûha tebdilidir. Çünkü bu
tebdilde hem kulluk bilinci, hem de yücelik idraki gizlidir. Nefsin yani
şeytanın aşağı ve aşağılık olanı ideal ve yüce gösterme gibi bir mahareti
vardır. Bize düşen, bu oyuna gelmemektir. Çünkü nefs, bize binbir kılığa
bürünmüş hileler sûretinde oyunlar oynar. Kâh Zühre görünümlü emsâlsiz dilber
olup yolumuzu keser, kâh terlemeden kazanç kılığına girip çil çil altınlar
sunar. Kâh bir mâkâma getirip nefsimizi firavun eyler, kâh kıt bir bilgiyle
kuşatıp “Her şeyi ben bilirim” gibi bir densizliğin içine iter. Bunlar ilk
başta kişiye izzet, itibar ve şeref gibi kazanımlar sağlıyor görünse bile, bir
müddet sonra bu sahte değerlerin yaldızı dökülür ve hakikat, başka bir ufuktan
belirir. Anlarız ki, bir ömür hüsran vadisinde at sürmüş ve hayat nimetini
heder etmişiz.
İnsanın âlemi baştan başa
kendi nâmıyla doldurmak gibi bir uzun emeli vardır. Niceleri, Yûnus Emre’nin
dediği gibi, “Bu cihan mülkünü Kaf’tan Kaf’a tut”maya çalışır, lâkin bu,
beyhude ve bâtıl bir çabadır. Zira bu işte fâni olanın fâni bir eylem peşinde
olması gibi bir garâbet vardır. Oysa doğru ve müreccah olan eylem, fâni olanın
bâki bir eylem peşinde koşmasıdır. Bize düşen, Zühre’nin yüzüne sahip olmak
için ömür harcamak değil, Hakk’ın rızâsına mazhar olmak için canlar fedâ
etmektir.
Hakikat güneşi eritir karı
buzu
İnsanın dünyaya ilişkin
arzu ve emelleri gerçekleşse bile, bu işin sonu yine de hüsrandır. Çünkü insanı
hüsrandan kurtaran eylemlerin en hayırlısı, iman edip iyi işler yapmaktan geri
durmamaktır. Nedir o iyi işler? Hakk’ın rızâsını kazandıran işler... İnsanın
tüm işlerinin hedefi rızâya yönelik olmalıdır. Böyle olmadığı takdirde yaptığımız
iş neye benzer, Hazreti Pîr’e kulak verelim:
“Baştanbaşa karla dolsa bu cihan,/ Bir bakışta erir günün
nârından./ O vezir gibi binlerce veziri/ Yakar bir kıvılcımla Yüce Tanrı…”
Bu dünya bir uçtan öbür
uca karla doldu diyelim, sonuçta ne olur? Güneş vurur ve kar eriyip gider. Mevlâna,
kişinin bu dünyayı kendiyle yani nefsî emel ve arzularıyla doldurma
tasavvurunu, dünyanın karla dolması durumuna benzetiyor. Sonuçta hakikat güneşi
doğar ve nefsimizin karını eritip akıtır. Geriye ne kalır? Dünyayı o karla
doldurmak için insanlara yaptığımız zulüm ve işkenceler... İşte tam bu örnek
üzerinden Mevlâna, dine, hak ve hakikate hilekâr vezir gibi sızanların
çabalarını, dünyayı karla doldurma çabasına benzetiyor!
Evet, bâtıl da olsa o
çabanın bir karşılığı olur ve dünya karla dolar. Dolar dolmasına da, ne kadar
kalır? Karın dolup erimesi kadar... İşte bu dünya, o sahtekâr ve takiyyeci
vezir gibi nice hilekârın hile ve desise karlarıyla kendini doldurmaya
çalıştığına şâhitlik etmiştir. Sonuçta Yüce Allah, onların bir ömür yağdırdığı
karları bir kıvılcımla eritip yok eder. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu dünyayı zalime
cennet olsun diye yaratmamıştır; bilakis zalim ve bâtıl için hem bu dünya, hem
de ahiret birer cehennemdir.
“Boş hayâlleri eyler, aynı hikmet;/ Zehirli suyu
eyler, aynı şerbet./ Zanna düşüren şeyi yakîn eyler,/ Gösterir kin kılığında
sevgiler./ İbrahim’i ateşte besler Halik,/ Eyler korkuyu rûha rahatlık./ Sebep
yakışı, sevdâmdır her yerde,/ Sofestâyî gibiyim hayâllerde…”
Mevlâna, zalim ve
câhillerin boş hayâllerinin sonuçsuz bırakılarak o boşluğun hikmete tebdil edileceğini
söyler. Bu tespit, hakikaten mükemmel bir tespittir. “İmana, ihlâsa, hak ve
hakikate sızanlar, onları tersyüz etmeye çalışanlar, sadece kendileri tersyüz
olurlar” diyor. Daha ilginç olanı ise, Hakk’ın, onların hilelerini hikmete
dönüştürmesidir. Zulüm karı yağıp zalimlik fırtınası dindiğinde, bir de görülür
ki, o karlar altından ümit filizleri peyda olur, onların zehri şerbete dönüşür.
Onların iman ve ihlâsımızı sarsmak için ileri sürdükleri fitneler imana dönüşür
ve kinleri, sevginin ta kendisi olur!
Nemrut’un ateşi Hazreti
İbrahim için hayat kaynağına dönüşmüş ve korku, o dehşetli günde rahatlığa
tebdil olmuştu. Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın zalim, hilekâr ve şerirlerin her
türlü edinimlerini hüsrana uğratmasına sevdâlı olduğunu söylüyor. Düşünsenize,
Firavun’un firavunluğu, suda boğulup gitti; Karun’un mallarını toprak yuttu; Hülagü’nün
saltanatının yerinde yeller esiyor... Nerede bunlar ve nerede dünyaya
doldurdukları fitneleri? Hepsi hiçlikten gelmiş, hiçliğe gitmiş…
Hazret, tecâhül-i ârif yaparak, “Varlar mıydı, yoklar mıydı, bilmiyorum” diyor. “Tıpkı her şeyin varlığından şüphe duyan sofestailere döndüm” diyor. Ama bir farkla: Sofestailer, hem kendilerinin, hem Tanrı’nın varlığından şüphe duyarlar. Mevlâna ise, sahtekârların eylemlerinden şüphe duyar. Zira Hakk’tan ayrı düşenlerin ne dalları, ne de gölgeleri olur. (Devam edecek.)