Hak görünümlü küfrün dinle cengi (19)

İnsanoğluna şeref ve itibar kazandıracak şey, rûhun nefse değil, nefsin rûha tebdilidir. Çünkü bu tebdilde hem kulluk bilinci, hem de yücelik idraki gizlidir. Nefsin yani şeytanın aşağı ve aşağılık olanı ideal ve yüce gösterme gibi bir mahareti vardır. Bize düşen, bu oyuna gelmemektir. Çünkü nefs, bize binbir kılığa bürünmüş hileler sûretinde oyunlar oynar.

MEVLÂNA, kişinin erdemlere mâlik olup yücelmesini de, erdemsizliklere bulaşıp alçalmasını da aynı kavramla ifade eder: “Tebdil”…

“Kötü işten utanınca bir kadın,/ Zühre’ye tebdil etti onu Rabbin.”

Bu beyti anlamak için “Zühre” kelimesinin ardındaki mitolojik ve dinî telmihlere bir göz atmak lâzımdır. Mevlâna’nın bu beyitte kullandığı Zühre, mitolojik ve dinî yorumlardan süzülerek, artık edebiyat ve estetiğin malzemesi hâline gelmiş bir telmihtir. Bu telmih dünyasına göre Zühre, Hârût ve Mârût adlı meleklerle alâkalı bir hikâye içinde görülür. Bu hikâyelerin varyantlarında az çok farklılıklar olmakla birlikte, edebiyat ve sanatın kullandığı varyant, ana hatlarıyla şu şekildedir:

Cenâb-ı Allah, yeryüzünde kendi adını lâyıkıyla tespih edecek insanları yaratmak istediğinde, melekler, “Ya Rabbi, Sen yeryüzünde fitne çıkarıp kan dökecek ve şehvetlere esir olacak bir kavim mi yaratmak istiyorsun?” derler. Cenâb-ı Allah da meleklere, “Onlarda sizde olmayan, ‘nefs’ denen çetin bir illet vardır” der. Bunun üzerine melekler, “Ya Rabbi, Sen bize insanlarda olan nefsi de vererek yeryüzüne indir de insanlara gerçek taat ve tesbihin nasıl yapılması gerektiğini öğretelim” derler. Bu talep üzerine Cenâb-ı Allah, meleklerden Hârût ve Mârût adlı iki meleğe nefs vererek Bâbil ülkesine iki insan sûretinde indirir.

Hârût ve Mârût, Bâbil’e indikleri günden itibaren taat ve tesbihte sağlam bir duruş gösterdikleri için insanların saygı ve sevgisini kazanırlar. Gündüzleri kulluktan şaşmaksızın taat ve zikre devam eden melekler, araları açılan karı ve kocalara onların arasını düzeltecek iyi büyüler yaparak, geceleri de İsm-i A’zâm okuyup semâya çekilerek sulh ve esenlik içinde yaşayıp giderler. Tâ ki “Zühre” adlı Bâbil güzeli bir kadın, kapılarını çalıncaya kadar…

Zühre’nin emsâlsiz güzelliğini gören Hârût ve Mârût, nefislerinin ondan murâd almaya meyletmesiyle kendilerinden geçerler. Kadın onlardan, kocasıyla arasının bozuk olduğunu, kendisi ve kocası için bir muhabbet büyüsü yaparak aralarını düzeltmelerini ister. Hârût ve Mârût, bu büyüyü yapma karşılığında Zühre’nin kendilerine râm olmalarını isterler. Zühre’nin bu isteği reddetmesi üzerine, “Sana ayrıca, bizi geceleri semâya çıkaran İsm-i A’zâm duâsını da öğretiriz, yeter ki talebimizi karşıla” derler. Zühre bunun üzerine, “Dediğinizi yaparım ancak kocamı öldürmeniz şartıyla” der. Melekler bu teklifi kabul etmezler. Bunun üzerine Zühre, “O hâlde içki içerseniz, teklifinizi karşılarım” der. Hârût ve Mârût, içki teklifini tereddütsüz kabul ederler. İçip körkütük sarhoş olurlar. Zühre ile halvet ederler ve sarhoşluk etkisiyle gidip bir de Zühre’nin kocasını öldürürler.

Melekler, sarhoşluktan ayıldıklarında şarap içtiklerini, meşru olmayan işi yaptıklarını ve cinayet işlediklerini öğrenince büyük bir pişmanlık duyarlar fakat nâfile! İsm-i A’zâm duâsı öğrettikleri Zühre, yaptığı işten utanç duyup bu duâyı okuyunca semâda “Zühre” nâmıyla pırıl pırıl bir yıldız olur. Zühre gökte bir yıldız, kendileri aşağıda günahkâr iki bahtsız...

Nefslerine zebun olup rezil olduklarında kendilerine hitap gelir: “Ey Hârût ve Mârût! Nefsinize mağlûp olarak günah çirkinliğine battınız. Şimdi söyleyin bakalım, azâbınızı dünyada mı çekmek istersiniz, yoksa ahirette mi?” Melekler büyük bir pişmanlıkla, “Ya Rabbi, günahımızı bu âlemde çekelim” derler. Bu tercih üzerine, “Ey Hârût ve Mârût! Talebiniz kabul edildi, cezanızı dünyada çekeceksiniz. Cezanız, Bâbil’de bir ateş kuyusuna baş aşağı asılarak, kıyamete kadar o ateşi tatmanızdır” hitabı gelir. İşte o gün bugündür, Hârût ve Mârût, Bâbil’deki bir ateş kuyusunda azap çekerler!  


“Zühre bir yıldızdır Bâbil’den kalan”

Zühre ve yıldız ilişkisine gelince…

Bu ilişkinin temelinde kadim mitolojik telâkkiler vardır. Bugün “Venüs” adıyla bildiğimiz bu gezegen, Roma mitolojisinde “aşk ve güzelliği koruyan ilâhe” anlamındadır ve Yunan mitolojisindeki Afrodit’in karşılığıdır. Sümer mitolojisinde aşk, güzellik ve savaş tanrıçası olarak “İştar” adıyla da bilinir. Muhtemelen bu ad, bu ilâhenin en kadim adıdır. Fars mitolojisinde “Nâhit”, Arap mitolojisinde “Leylâ” ve “Zühre” adını alan bu tanrıça, Türk mitolojisinde “Umay Ana” olarak karşımıza çıkar. Bizdeki tan yıldızı, akşam yıldızı ve çoban yıldızı isimleri de Zühre’yi işaret eder.

Aşk ve güzellik kaçınılmaz olarak eğlence ve neşe ile beraber geldiği için, Zühre kültü etrafındaki eğlence, saz ve söz (şiir, nağme) de bu kültün olmazsa olmazları arasındadır. Bu motif, Yûnus Emre’de bakınız nasıl ele alınıyor: “Gökteki Hârût ve Mârût aşk için indi yere/ Zühre yüzini göricek unuttu Rahmân’ını...”

Yûnus Emre, Hârût ve Mârût telmihi üzerinden insanın bu dünyaya aşk sınavı için geldiğini söyler. Ona göre kişi, buraya Allah aşkındaki sebatı ile sınanmak üzere gönderilmiştir. Hârût ve Mârût, Allah aşkında sebat edemeyip nefislerine kapıldıkları için Zühre’yi görünce Allah aşkını unutmuş ve mağlûp olmuşlardır. Oysa Yûnus Emre gibi âşıklar şu anlayış üzerinde sebat ederler: “Zühre yere inübeni sazın nüvaht eylerse/ Aşkın işreti sensiz gözi ol yana gitmeye…”

Şayet Zühre yere inerek bir meclis kurup saz ve sözle âşıkların gönlünü çelmeye çalışsa, Hakk âşıkları o mecliste Asıl Yârden uzak oldukları için, başlarını kaldırıp bakmazlar bile. Çünkü onlar, Hârût ve Mârût gibi ahdini kıranlardan değillerdir. Nitekim Mevlâna, yukarıda zikrettiğimiz beytinde, Zühre gibi cemâlde eşsiz ancak kemâlde düşkün bir kadının, kemâl alâmetlerinden olan “utanma” (edep, ar, hayâ) sebebiyle yükselip yıldızlaştığını söyler. Burada Zühre, kötü bir hâlden iyi bir hâle geçerek, erdemsiz bir kadından erdemli bir kadına tebdil olmuştur.

Mevlâna tam da bu noktada, tebdilin iki biçimde işlediğini söyler. İlkinde kötü hâlden iyi hâle geçiş olumlu mânâda bir tebdil iken, ikincisinde iyi hâlden kötü hâle geçiş de olumsuz mânâda bir tebdildir.

“Tebdilse kadının Zühre olması,/ Toprak olmak da tebdildir, ey âsi!/ Ruhla çıkarken en yüce göklere,/ Balçığa gidip düştün en dip yere!”

Düşkün bir kadın, yaptığı çirkin işten utanarak, çirkinlikten edebe tebdil etmiş ve yerde bir aşüfte iken, yaptığı işten hicab duyarak sâfî edep kesilmiş ve gökte Zühre’ye dönüşmüştür. Bu örnek üzerinden Hazreti Pîr, erdemli işlerin bizi yıldızlaştıracağını, aksine tutulan işlerin ise itibarsızlaştıracağını söyler.

Nitekim biz, gökteki Zühre gibi semâya çıkaran bir ruha sahipken, o nimetin değerini bilmez de nefse tâbi olarak gidip balçığa saplanırız. Mevlâna, rûhun buyruğu doğrultusunda yol alan kimselerin yücelip yıldız gibi aziz olacaklarını bildirirken, nefsin emrine girenlerin ise kanadı kırılmış kuşlar gibi aşağı düşeceklerini söyler. Bu temsildeki gibi nefs, Zühre’nin utanç ve nedâmet duymadan önceki hâlinden, rûh da utanç ve nedâmet duyduktan sonraki tövbekâr hâlinden kinâyedir. Bu demektir ki, hatâ ve günahla sınanan bizler, hatâ ve günaha bir şekilde bulaşırız da önemli olan, o hatâ ve günahta ısrar etmeyip, hâli pişmanlık ve tövbeye tebdil etmektir. Bu takdirde Zühre gibi, düşkün hâlden kurtularak gökte parlayan bir edep yıldızına dönüşürüz. Değilse, kanadı kırık kuş gibi, düşüp balçıkta sürünürüz!

Zühre, edep duygusu sayesinde düşkün kadınlıktan semâda yıldızlığa dönüşüp olumlu mânâda tebdil ederken, biz isyan ve gaflet erbâbı ise, bizi semâda yıldız yapan rûhtan uzaklaşarak, düşkün kadın derekesine indiren nefse tâbi olarak rezil bir tebdil içine gireriz.

“Akıllar kıskandıran varlığı, sen/ Değiştirdin bu düşkünlük yüzünden./ O hâlde, nasıldır şu tebdil, bir bak!/ Ona göre bu tebdil gâyet alçak…”

Mevlâna, bizdeki rûh nimetini, akılları kıskandıran bir varlık nimeti olarak değerlendiriyor. Rûhun akılları kıskandıran özelliği nedir? Bizi alçak ve süflî olandan yüce ve ulvî olana taşıması, başka bir ifadeyle düşkünlükten yüceliğe tebdil etmesidir. Ancak gaflet sebebiyle biz, Zühre’nin yüzündeki hüsn-ü ânı görüp Rahmân’ı unutan düşkünler gibiyizdir. İşte bu düşkünlük yüzünden Rahmânî olanı unutarak Zührevî olana kapılır, rûhu nefse tebdil ederek bu âleme çakılır kalırız.

Mevlâna, insanın hep iki tebdil ve dönüşüm arasında gidip geldiğini ifade eder. Bize düşen, tebdillerimizi kıyas etmek ve bu kıyasa göre yolun neresinde olduğumuzu ölçmektir. Nefsi rûha tebdil edip arşa doğru mu yol alıyoruz, yoksa rûhu nefse tebdil edip ferşe doğru mu düşüyoruz? İnsan genelde rûhu nefse tebdil eden bir yola girdiği için arşa kanatlanmak yerine ferşte sürünür. Bir o tebdile bakalım, bir de bu tebdile. İlki yüceliklere yol aldırırken, ikincisi hendek ve çukurlara daldırır.

Mevlâna, kişinin bu dünyayı kendiyle yani nefsî emel ve arzularıyla doldurma tasavvurunu, dünyanın karla dolması durumuna benzetiyor. 

Gurur sınavı

“Yıldızlara sürdün himmet atını,/ Bilmedin Âdem’in mescud zâtını!”

Bize verilen himmet atı (rûh) ile yıldızlara ve yıldızlaşmaya yol alırken, birdenbire nefsimize kapılıp insanın hürmete lâyık olduğu gerçeğinden koptuk. Bu kopuş da bizi Rahmânî olandan alıp şeytanî olanın yoluna düşürdü. Mevlâna, nefsi rûha tebdil etmeyi, himmet atı ile yıldızlara yol almakla eşdeğer tutuyor, ancak bu durumda iken düşeceğimiz önemli bir hatâya da işaret ediyor: “Gurura kapılmak”…

İnsan için olumlu anlamda da olsa her tebdil ve dönüşüm yeni bir sınav eşiğidir. Bu eşiğe geldiğimizde elinden kurtulduğumuzu sandığımız nefsi, yeni bir görünüm ve hile ile yanı başımızda buluruz. Nefs bize, “Ey filan, bak bindiğin himmet atı ve Burak, seni yerden alıp göğe ağmıştır. Artık sen kurtulanlar zümresindesin” diyerek bizi gurur tuzağına düşürür ve insanlara tepeden baktırır. Oysa Mevlâna, insanın temelde secdeye yani itibar ve hürmete değer bir varlık olduğunu, ona o gözle bakmayanların şeyhinin de şeytan idüğünü ihsas eder. Zira şeytanın iblisleşmesi, insandaki yüce yönün inkârı ile alâkalıdır. Nitekim iblis, kendi cevherinin insandan yüce olduğu iddiasıyla insanı ululamaktan kaçınmış ve rahmet kapısını kaybetmiştir.

Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın “Biz insanı en güzel sûrette yarattık” (Tîn, 4) buyruğuna dikkat çekerek, insanın her kemâl ânında bu hakikatle sınandığını beyan eder. İnsanın yücelik ve kemâl bulmasının gâyesi, insanlardaki yücelik ve kemâl alâmetlerini ortaya çıkarmadır. Şayet kendimizi uçurur da insanlığın elinden tutmazsak -ki bu, gurur alâmetidir-, bu tebdil, görünüşte hayr olsa bile hakikatte şerdir. Hazret bize, her yükselişin bir sınav olduğu gerçeğini hatırlatarak, insana hizmet ve insanlığa hizmet amacından asla kopmamamızı telkin eder.  

“Ey hayırsız, insan oğlusun âhir!/ Süflî, ne vakte dek şeref sayılır?/ Niceye dek alıp âlemi ele,/ ‘Doldurayım’ dersin ‘Onu kendimle’?”

Şu hâlde insanoğluna şeref ve itibar kazandıracak şey, rûhun nefse değil, nefsin rûha tebdilidir. Çünkü bu tebdilde hem kulluk bilinci, hem de yücelik idraki gizlidir. Nefsin yani şeytanın aşağı ve aşağılık olanı ideal ve yüce gösterme gibi bir mahareti vardır. Bize düşen, bu oyuna gelmemektir. Çünkü nefs, bize binbir kılığa bürünmüş hileler sûretinde oyunlar oynar. Kâh Zühre görünümlü emsâlsiz dilber olup yolumuzu keser, kâh terlemeden kazanç kılığına girip çil çil altınlar sunar. Kâh bir mâkâma getirip nefsimizi firavun eyler, kâh kıt bir bilgiyle kuşatıp “Her şeyi ben bilirim” gibi bir densizliğin içine iter. Bunlar ilk başta kişiye izzet, itibar ve şeref gibi kazanımlar sağlıyor görünse bile, bir müddet sonra bu sahte değerlerin yaldızı dökülür ve hakikat, başka bir ufuktan belirir. Anlarız ki, bir ömür hüsran vadisinde at sürmüş ve hayat nimetini heder etmişiz.

İnsanın âlemi baştan başa kendi nâmıyla doldurmak gibi bir uzun emeli vardır. Niceleri, Yûnus Emre’nin dediği gibi, “Bu cihan mülkünü Kaf’tan Kaf’a tut”maya çalışır, lâkin bu, beyhude ve bâtıl bir çabadır. Zira bu işte fâni olanın fâni bir eylem peşinde olması gibi bir garâbet vardır. Oysa doğru ve müreccah olan eylem, fâni olanın bâki bir eylem peşinde koşmasıdır. Bize düşen, Zühre’nin yüzüne sahip olmak için ömür harcamak değil, Hakk’ın rızâsına mazhar olmak için canlar fedâ etmektir.

Hakikat güneşi eritir karı buzu

İnsanın dünyaya ilişkin arzu ve emelleri gerçekleşse bile, bu işin sonu yine de hüsrandır. Çünkü insanı hüsrandan kurtaran eylemlerin en hayırlısı, iman edip iyi işler yapmaktan geri durmamaktır. Nedir o iyi işler? Hakk’ın rızâsını kazandıran işler... İnsanın tüm işlerinin hedefi rızâya yönelik olmalıdır. Böyle olmadığı takdirde yaptığımız iş neye benzer, Hazreti Pîr’e kulak verelim:

“Baştanbaşa karla dolsa bu cihan,/ Bir bakışta erir günün nârından./ O vezir gibi binlerce veziri/ Yakar bir kıvılcımla Yüce Tanrı…”

Bu dünya bir uçtan öbür uca karla doldu diyelim, sonuçta ne olur? Güneş vurur ve kar eriyip gider. Mevlâna, kişinin bu dünyayı kendiyle yani nefsî emel ve arzularıyla doldurma tasavvurunu, dünyanın karla dolması durumuna benzetiyor. Sonuçta hakikat güneşi doğar ve nefsimizin karını eritip akıtır. Geriye ne kalır? Dünyayı o karla doldurmak için insanlara yaptığımız zulüm ve işkenceler... İşte tam bu örnek üzerinden Mevlâna, dine, hak ve hakikate hilekâr vezir gibi sızanların çabalarını, dünyayı karla doldurma çabasına benzetiyor!

Evet, bâtıl da olsa o çabanın bir karşılığı olur ve dünya karla dolar. Dolar dolmasına da, ne kadar kalır? Karın dolup erimesi kadar... İşte bu dünya, o sahtekâr ve takiyyeci vezir gibi nice hilekârın hile ve desise karlarıyla kendini doldurmaya çalıştığına şâhitlik etmiştir. Sonuçta Yüce Allah, onların bir ömür yağdırdığı karları bir kıvılcımla eritip yok eder. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu dünyayı zalime cennet olsun diye yaratmamıştır; bilakis zalim ve bâtıl için hem bu dünya, hem de ahiret birer cehennemdir.

“Boş hayâlleri eyler, aynı hikmet;/ Zehirli suyu eyler, aynı şerbet./ Zanna düşüren şeyi yakîn eyler,/ Gösterir kin kılığında sevgiler./ İbrahim’i ateşte besler Halik,/ Eyler korkuyu rûha rahatlık./ Sebep yakışı, sevdâmdır her yerde,/ Sofestâyî gibiyim hayâllerde…”

Mevlâna, zalim ve câhillerin boş hayâllerinin sonuçsuz bırakılarak o boşluğun hikmete tebdil edileceğini söyler. Bu tespit, hakikaten mükemmel bir tespittir. “İmana, ihlâsa, hak ve hakikate sızanlar, onları tersyüz etmeye çalışanlar, sadece kendileri tersyüz olurlar” diyor. Daha ilginç olanı ise, Hakk’ın, onların hilelerini hikmete dönüştürmesidir. Zulüm karı yağıp zalimlik fırtınası dindiğinde, bir de görülür ki, o karlar altından ümit filizleri peyda olur, onların zehri şerbete dönüşür. Onların iman ve ihlâsımızı sarsmak için ileri sürdükleri fitneler imana dönüşür ve kinleri, sevginin ta kendisi olur!

Nemrut’un ateşi Hazreti İbrahim için hayat kaynağına dönüşmüş ve korku, o dehşetli günde rahatlığa tebdil olmuştu. Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın zalim, hilekâr ve şerirlerin her türlü edinimlerini hüsrana uğratmasına sevdâlı olduğunu söylüyor. Düşünsenize, Firavun’un firavunluğu, suda boğulup gitti; Karun’un mallarını toprak yuttu; Hülagü’nün saltanatının yerinde yeller esiyor... Nerede bunlar ve nerede dünyaya doldurdukları fitneleri? Hepsi hiçlikten gelmiş, hiçliğe gitmiş…

Hazret, tecâhül-i ârif yaparak, “Varlar mıydı, yoklar mıydı, bilmiyorum” diyor. “Tıpkı her şeyin varlığından şüphe duyan sofestailere döndüm” diyor. Ama bir farkla: Sofestailer, hem kendilerinin, hem Tanrı’nın varlığından şüphe duyarlar. Mevlâna ise, sahtekârların eylemlerinden şüphe duyar. Zira Hakk’tan ayrı düşenlerin ne dalları, ne de gölgeleri olur. (Devam edecek.)