MEVLÂNA,
Cenâb-ı Hakk’ın kullarına kendi isimlerinden verdiği nimetlerin, verilen
kişinin niteliğine bağlı olarak değişiklik gösterdiğini söyler. Yüce Allah
tarafından Firavun’a verilen kudret ile Hazreti Mûsâ’ya verilen kudret O’nun “Kâdir”
Esmâsından geldiği hâlde, mâhiyet itibarıyla ikisi aynı şey değildir.
Firavun’a verilen kudret,
Mısır mülkünü ve civarını hükmü altına alan ve bu hâkimiyetin yoldan
çıkarmasıyla kendini ilâh sayan bâtıl bir güç olarak ortaya çıkar. Oysa Hazreti
Mûsâ’ya verilen kudret, hâkimiyet kurmaktan ziyâde, bâtıl güç sebebiyle yoldan
çıkana hâddini bildiren bir kudrettir. Firavun kendine geçici olarak verilen
kudret nimetini kendi kudreti sanarak yoldan çıkarken, Hazreti Mûsâ, Firavun’un
görkemli ordusunu tek hamlede denize döken kudret nimetini aczinin mükâfatı
bilerek yoldan şaşmıyordu.
Bu kıssadan anlaşılır ki,
kudret nimetini kendi kudreti sanarak ordular kurup ülkeler basanlar, Cenâb-ı
Hakk’tan uzak düşecekleri için, bir zaman sonra bir zulüm vâsıtasına dönüşen o
nimet, kudret nimetinin hakkını veren bir Hazreti Mûsâ vârisi tarafından sulara
gömülür. O hâlde iki kudret cenge girdiğinde, bundan sûretâ kuvvetli ve
yenilmez görünenin, zayıf ve tek görüneni yeneceği anlamı çıkarılamaz. Çünkü
Rabb-i Rahîm’in murâdı, yer götürmez ordusuyla şirke batmış Firavun’a acizliğini
kavratmak olduğu için, onun herkese baş eğdiren gücünü bir asâ darbesiyle
târumâr eder. Demek ki cenk edenlerin sayı ve silah üstünlüğüne değil, Cenâb-ı
Hakk’a ne derece yakın olup olmadıklarına bakmak lâzımdır.
Bu kıyas itibarıyla
Hazreti Pîr, “Ey cengâver, hak yolunda bir ordunun mensubu isen, sayın az,
silahın da yetersiz görünse bile gözünü kırpmadan düşman safları içine dal! Çünkü
senin cengin, asâ ile Firavun’un cengidir ve zaferin de kesindir. Ey cengâver,
sen de dalâlete düşüp zulüm kesilmiş bir ordunun mensubu isen, sayın çok ve
silahın da sayısız olsa, cenkten geri dur! Zira asâ suya vurmak üzeredir ve
hezîmetin yakındır” demek ister.
El-Alîm ve El-Hayy
Mevlâna, Cenâb-ı Hakk’ın “Kâdir”
isminin yansımalarını Firavun ve Hazreti Mûsâ kıssası üzerinden işaret ettikten
sonra, bu kez “Alîm” ve “Hayy” esmasının tecellilerini Hazreti Îsâ ve Calinus
üzerinden kıyaslar: “Yüz bin tıp hüneri
olan Calinus/ Îsâ demine göre gülünç bir us.”
İslâm dünyasında “Calinus”
adıyla bilinen şahsın asıl adı “Galenos” olup, Milâdî 108 veya 130 yıllarında
Bergama’da doğmuştur. Sırasıyla Bergama, İzmir, Korintos ve İskenderiye’de tıp
öğrenimi gören Calinus, Roma İmparatoru Antonius zamanında Roma’da, İmparator’un
küçük oğlunun özel hekimi olarak görev yapar. Bu dönemde tıp ve felsefe üzerine
kitaplar yazan Calinus, Milâdî 200 yılı civarında Roma yahut Bergama’da
ölmüştür.
Calinus’un anlayışı, tıp ile hikmeti birleştiren bir anlayıştır. Onun “Fî Tefsîri Kitâbi’l-Eymân li-İbukrât” adıyla bilinen eserinde, tıbbı insanlığa Allah’ın ilham ettiğini, bu sebeple aynı ilâhî kaynağa bağlı olan felsefe ile aynı değerde olduğunu söyler. İnançlı ve zeki bir insan olan Calinus’un eserleri tercümeler yoluyla İslâm dünyasına geçmiş ve İslâm bilginleri, Calinus’un tıp ve hikmetteki fikirlerini asırlarca takip edip işleyerek bu zâta özel bir hürmet göstermişlerdir. Dört yüzden fazla eseri olduğu rivâyet edilen Calinus’un günümüze yüz kırk civarında eseri ulaşmıştır.
Sıradan olmayan insanlar, Hakk’ı Azîz ve Hakîm bilen insanlardır. Bunlar Firavun’un boğulmasında, Karun’un gömülmesinde ve Nemrut’un dövülmesinde sebeplere değil, sonuçlara bakanlardır.
Mevlâna’nın
Hazreti Îsâ ile Calinus kıyası, yukarıda yaptığı Hazreti Mûsâ ile Firavun
kıyasından farklıdır. Firavun sapkın bir kişilikken, Calinus ise Hakk’ı tanıyan
bir zâttır. Calinus, felsefesinde birtakım arızalar olsa da temelde Tanrı
fikrinden sapmayan bir çizgi üzerinde ilerler. Mevlâna, Calinus’u tıp konusunda
bir hezarfen olarak değerlendirir ve onun hekimlik bilgisinin genişliğine ve
hastaları iyileştirmekteki şöhretine vurgu yapar. Bu duruma göre Calinus, Cenâb-ı
Hakk’ın Alîm ve Hayy Esmâsının tecellilerine mazhar olarak şöhret kazanmış bir
kişidir. Hak yolundan sapmadığı için tıp ve hikmet bilgisini Yüce Allah’ın
ilhamıyla ilerletmiştir.
İşte tam
bu noktada Mevlâna, bütün ömrünü tıbba adayan ve Cenâb-ı Hakk’ın ilhamına
mazhar olan Calinus ile tıp tahsili yapmadığı hâlde vahyin lütfuyla ölüler
dirilten Hazreti Îsâ’yı kıyaslar. Aslında bu kıyas, ilham ile vahyin, bilgin
ile peygamberin kıyasıdır. Calinus ciltler dolusu kitap yazıp bir ömür tıp
tahsili yaptığı hâlde ölüm karşısında çâresiz kalırken, Hazreti Îsâ, bir günlük
bir tıp tahsili yapmadığı hâlde bir nefes ile ölüleri dirilterek Calinus’un
bütün ömrünü verdiği konuda ona kıyas kabul etmez bir üstünlük göstermektedir.
Calinus “Alîm”
İsminin nimetiyle tıp bilgisinde diğer insanların ulaşmakta zorlanacakları bir
düzeye çıktığı hâlde, Hazreti Îsâ ise Cenâb-ı Hakk’ın özel bir ilmi ve “Hayy”
İsminin kendisinde tecelli etmesiyle ölüleri kabirden diri diri
çıkarabiliyordu. Böyle bir nefes yanında Calinus’un aklı, gülünç bir akıl
olarak kalıyordu. Zira Calinus, nice hastayı hastalıktan kurtarmış, ancak ölüm
karşısında susmuştur. Çünkü ilham onun Hayy perdesine geçmesi için yeterli bir
lütuf değildi. Buna mukabil Hazreti Îsâ, vahiy ile desteklendiği için Hayy perdesini
kaldırmış ve ölülere can kaftanı giydirmiştir.
Hazreti Îsâ
zamanında tıp büyük bir gelişme göstermeye başlamış ve ilimlerin şâhı konumuna
gelmişti. İşte Hazreti Îsâ’nın ölüleri diriltme mucizesi, bu tıbbı “Tıp!” deyip
susturmuştur. Nitekim Câhiliye döneminde de Arap şiir ve belâgati, söz
sanatlarının efendisi konumuna yükselmiş ve şairler de kabile reisleri kadar,
hattâ kimi vakit onlardan bile üstün bir konuma ulaşmışlardı. Öyle ki, iki
kabile bazen savaşmak yerine şairlerini söz düellosuna çıkarmış, hangi
kabilenin şairi diğer kabilenin şairine üstünlük sağlamışsa o kabileyi galip
saymışlardı.
İşte
Câhiliye döneminde Kâbe duvarlarına asılacak kadar itibar sağlayan ve İmrü’l-Kays
gibi zirve bir şahsiyet yetiştiren şiirler,
okuma yazma bilmeyen bir “Ümmî” tarafından bozuluverdi: “Yüz bin şiir
defteri, tomar tomar/ Oldu bir Ümmî sözü yanında ar.”
Câhiliye döneminde “Yedi Askı
(Muallakatü’s-Seb’a) Şairleri” olarak bilinen şairler, kaynaklarda ufak tefek
farklılık göstermekle beraber şu isimlerdir: İmrü’l-Kays
b. Hucr, Tarafe b. Abd, Hâris b. Hillize, Amr b. Külsûm, Züheyr b. Ebû Sülmâ,
Antere ve Lebîd b. Rebîa. (Bu isimlerden sadece Lebîd Müslüman olmuş ve İslâmî
dönemde yaşamıştır.)
Câhiliye
döneminde Kur’ân-ı Kerim ininceye kadar saltanat süren şiir ve yüksek belâgat
ürünü söz sanatları, Kur’ân karşısında acze düşmüşler ve Kur’ân âyetleriyle
secdeye kapandıran Hazreti Muhammed ise çevre tarafından şair ve büyücü olarak
suçlanmıştır. Bunun üzerine, “O bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!” (Hakka, 41) âyeti gelerek müfsitleri tekzip
etmiştir. Kur’ân’ı Hazreti Peygamber’in uydurması olarak karalayanlara hodri
meydan diyen âyetlerin çağrısı gecikmedi: “Yoksa ‘Onu (Muhammed kendisi) uydurdu’ mu diyorlar? De ki, ‘Eğer doğru
söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan
başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın’.”(Yûnus, 38)
Ayrıca
bir de şu âyet gelmişti: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüphede
iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz,
Allah’tan başka şâhitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara, 23)
Kur’ân-ı
Kerim insanları bir kez meydana çağırıyorsa, her daim çağırıyor demektir. Ey
insanlık, haydi, gücünüz yetiyorsa Kur’ân âyetlerine benzer bir âyet, bir sûre
yazın! Mümkün mü? Mümkün değil elbet!
İşte
okuma yazma bilmeyen bir Peygamber, kendi zamanının belâgat ve fesahat sahibi
kibirli şairlerini bir hamlede mat etmiş ve hiçbir Arap şairi, Kur’ân ile boy ölçüşmek
gibi bir densizliğe kalkışmamıştır. Hoş, bu densizliği yapacak bir kelâm kudretine
de mâlik değillerdi.
Görüldüğü
gibi, burada da vahiy ile ilhamın kıyası vardır. Şairler, ilham ve şiir ilmi ile
insanî belâgatin tâkat sınırlarını zorlayan eserler vermişler fakat vahyin belâgat
ve fesahate bürünerek Kur’ân adıyla gelmesi, şairlerin Rahmânî ilhamla şeytanî
igva arasında gidip gelen eserlerini yerle bir etmiştir. Kur’ân’ın gelişinden
sonra şiirin tekrar İlâhî ilhama ve İslâmî inanca dayanan şairler tarafından
ihyası asırlar almıştır. Kur’ân, ne kadar mağrur şair varsa hepsini söz
meydanında künde üstüne kündeyle tuş etmiştir.
Hazreti Peygamber’in getirdiği Kitap, şairlere dîvan ve defterlerini bozduran bir kitap olmuş ve şairler, İlâhî Kelâmın azâmeti karşısında bildiklerini kekeleyen papağanlara dönmüşlerdir. Artık bundan sonra şairlik onlar için bir övünme işi değil, utanç işi olmuştur. Peki, neden? Çünkü “Söz meydanın sultanı biziz” diye çalım satanlar, dut yemiş bülbüle dönerek susup kaldılar.
Ölmeden evvel ölmek
“Böyle galip bir Hakk önünde insan/ Nasıl ölmesin,
değilse sıradan…”
Her işte görülüyor ki,
gerçek bir galip vardır, o da Allah’tır. Mevlâna, böylesi galip bir Yaratıcı
önünde insanın şayet sıradan biri değilse ölmemesinin mümkün olmadığını söyler.
Tasavvufta Cenâb-ı Hakk önünde ölmek, O’nun kudreti karşısında kulluğu
kavrayarak teslim olmak demektir. Bu itibarla bu tip ölüme mutasavvıflar, “iradî
ölüm” derler. Bu iradî ölümün dayanağı ise, “Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek
sûretiyle bir nevi ölünüz.” (el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:29) hadîsidir. Ancak
mutasavvıfların daha çok zikrettikleri hadîs ise, “Mutû kable ente mutu” (Ölmeden
önce ölünüz” hadîsidir.
Bu iradî ölümden maksat, nefsin
isteklerinin öldürülerek canın yani rûhun isteklerinin diriltilmesidir. Rûhun
istekleri ise şehvanî isteklerin zıddı olan ruhanî isteklerdir. Nefsanî istekler
insanı genellikle Rahmân ile çatışmaya götürür. Bu çatışma elbet bir edebi aşma
işidir ve sonuçta insan hüsrana uğrayarak Cenâb-ı Hakk’ın mutlak galip olduğunu
kavrar. Mevlâna, Hakk ile cenge girenleri sıradan insanlar olarak değerlendirir.
Özgün Farsça metinde “has/çerçöp” olarak geçen kelime, mecâz yoluyla sıradan
insanları işaret etmektedir.
“Sıradan insan” tâbiri, okuyucuyu
zayıf ve aylak insanların kastedildiği şeklinde bir algıya düşürmemelidir.
Burada zikredilen sıradan insan, görünüşte güç ve kudret sahibi biri de olabilir;
ölçü, Hakk’ı bilip bilmemesidir. Bu bağlamda iktidarı temsil eden Firavun da
“has”tır, serveti temsil eden Karun da. Hakk’ı inkâr eden âlim de sıradandır,
tabip de. Çünkü bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, mutlak galip olacak yine Cenâb-ı
Hakk’tır.
Sıradan olmayan insanlar, Hakk’ı
Azîz ve Hakîm bilen insanlardır. Bunlar Firavun’un boğulmasında, Karun’un
gömülmesinde ve Nemrut’un dövülmesinde sebeplere değil, sonuçlara bakanlardır.
Bu insanların baktıkları yerden görülen manzara, Cenâb-ı Allah’ın inkâr ve
şirke düşenler üzerinde kudretinin temâşâsı ve galebesinin seyridir. Mevlâna,
kişinin bu cenkler sonunda mutlak galebe çalanın Hakk olduğunu kavramasını,
iradî ölümün kapsını açan bir anahtar olarak görür. Kişi bu eşiği geçtiği
zaman, nefiste ölüp canda dirilmeyi, fânide ölüp Bâkîde görülmeyi kavrar.
Tam da bu noktada şu hakikati
zikretmekte yarar vardır: Mevlâna, olaylarda Hakk’ın galebesini müşahede edip
O’nun önünde ölmeyi yani O’na teslim olmayı, “Hakk ile galip ve azîz” olmak
olarak görmektedir. Zira itaat, nefsin sandığı gibi esaret değil, iktidardır.
Hakk’a itaat edenler, O’nun
önünde ölenler yani secde hâlinde olanlardır. Hakk’a secde, O’na itaatin bir
şekli olup, galebe ve zafere iştiraktir. Yüce Allah ile cenge giren herkes
mağlûp olacağına göre, itaat, isyanın zıddıdır. Kim Hakk’a isyan ediyorsa kahra
uğrayıp ezilir, kim de itaat ediyorsa galebe çalıp yükselir.
Bu durumda Hakk önünde ölmek,
ölümlü olandan Ölümsüz Olana geçmek; bu bilinçten mahrum olmak ise, ölümsüzlük
cevherini yele verip hüsrana uğramaktır.
Kurnaz kuşun sonu
“Kopardı çok dağ gibi kalbi Rahmân/ Astı kurnaz kuşu
iki ayaktan…”
Evet, mutlak galip olan, Yüce
Allah’tır. Cenâb-ı Allah, dağ gibi nice kalbi yani kendini güç ve kuvvet vehmi
içinde gören fânileri yerlerinden söküp almıştır. Kendini tanrı sanan Firavun’u
Mısır tahtından çekip almış ve Kızıldeniz’in sularında boğmuş, Hazreti İbrâhîm’i
ateşlere atan Nemrut’u tokmaklarla dövmüştür.
Bir de kendini akıllı ve
kurnaz sanan kuşlar (murg-ı zîrek) vardır ki, bunlar da kavrayış güçlerine ve
keskin zekâlarına mağrur olan kimselerdir. Bunlar bazen Haman kılığında
Firavun’un inkârını artırırlar, bazen Belam Bin Baur gibi âlimken küfre
düşerler, bazen Sâmirî gibi sanatlarıyla şirke saplanırlar. Netîcede kendini
akıllı sanan bu kurnaz kuşlar da Hakk’ın kahrına uğrayıp ebedî mağlûplardan
olurlar.
“Yol değil, idrak ve zekâda kemâl/ Verir hak lütfü,
gönlü kırığa el…”
Hakk’ın lütuf ve
ihsanından mahrum olduktan sonra idrakte zirve olsak ne önemi var, zekâda
kemâle ersek ne ehemmiyeti var! Oysa Hakk lütfu, idrak ve zekâda zamanın
harikası olan nice kişiye yoldan çıktığı için el vermez de bir gönlü incinmiş
yoksulu tutup bağrına basar. Çünkü Cenâb-ı Allah’ın lütfu (fazl-ı Hudâ), gönülleri
Allah’tan uzak ve ayrı oldukları için üzülenlerin ellerinden tutar. Çünkü o
gönüller Hakk’ın idrakiyle kırılıp dökülmüşler, O’ndan uzakta olmayı gaflette
olmakla eş bilip aşk içinde çile çekmişlerdir. Gönlü kırıklar yani âşıklar,
gönülden hareketle Hakk’a yol almışlar ve O’nun lütfuna mazhar olmuşlardır.
Gel gör ki, akıl ve zekâda
cihan çapında olan nice adam ise, akıl boyutunda kaldığı için yoldan çıkmıştır.
Mevlâna demek ister ki, “Hakk’ın yardımı, zekâda dâhi olanlara değil, gönülde
Hakk’tan başka her şeyin vâhî olduğu gönül erbâbına koşar”.
“Nice yer kazıp mahzen dolduran sak/ Oldu o hayâl
satana oyuncak/ Sığır kim ki, ona sakal olasın/ Toprak ne ki, bir ot olup
kalasın…”
Aklın akılları bağlaması, Mevlâna’nın
üzerinde ısrarla durduğu bir konudur. Yüksek bir akıl ve keskin bir zekâ, diğer
akıl ve zekâları kendine kolaylıkla bağlayabilir. Nice haşarı zekâ, kitleleri
peşine takmış ve kendi emellerini onların emeli diye satmıştır. Mevlâna burada
müfsit vezirin akıl gücüne ve ikna kabiliyetine atıf yapıyor. O hilekâr vezir,
samîmi Îsevîleri entrik zekâsı ve yüksek ikna gücüyle kendine bağlayarak,
onları âdeta kendi hayâlini satın alan oyuncaklar hâline getirdi.
Mevlâna burada, Hakk’ın
Kerem Kapısından uzak düşmüş zeki ve akıllı kimseleri “hayâl satıcıları” olarak
tasvir ediyor. Bu kişilerin fikir, hayâl ve ideolojilerine kapılan kimseleri de
birer “oyuncak” yani “kukla” olarak niteliyor. Oysa böyle tipler ne kadar
akıllı ve zeki olurlarsa olsunlar, netîcede zekâyı kötü emeller için
kullandıklarından, en aşağı mertebe olan nefs-i emmârede kalırlar. Nefs-i emmâre
“hayvanî nefis” olduğu için, bunların sıfatına düşen şey de hayvanlıktır.
Kendini akıllı sananlar bunlara kapıldıkları an, bu sığırlarda sakal olmaktan
öteye gidemezler ve bu çorak toprakta hiçbir işe yaramayan ot olmaktan
kurtulamazlar.
(Devam edecek…)