Hak görünümlü küfrün dinle cengi (16)

İlim, cansız olanla temas ettiğinde ona can verip diriltir. O ilim sebebiyle tohum uyanır, filizlenip bir dil hâlinde toprağın yüzeyine çıkar ve o bitki diliyle şükürler eder. Tersi durumundaysa, Cenâb-ı Hakk, lütuf yüzünden değil de kahır yüzünden doğduğunda, aklıyla cihanı zapt ettiğini zanneden kibir ehlini körleştirir de önünü göremez hâle getirir.

MEVLÂNA, vezirin Hıristiyanları 12 farklı gruba ayırmak sûretiyle onları tevhit dininden koparıp bir kaos ve kargaşanın içine sürüklemesini kavramlar üzerinden verdikten sonra, araya girerek farklı bir başlık altında vezirin yaptıklarıyla o dini getirenin amaç ve tutumu arasındaki farka dikkat çeker.

Bu dikkat çekmenin temel amacı, dinin bânîsi ile o dinin cânisi arasındaki ayrıma vurgu yapmaktır. Mevlâna, ihtilâfların yorumculardan kaynaklandığını belirterek, dinde ihtilâf olmadığını söyler. “Bir yerde ihtilâf ve ayrışma varsa, o yerde dinin hakikatinden ve aslından uzaklaşma vardır” fikrinde olan Mevlâna, her hak dinin temelini, birlik ve tevhidin oluşturduğunu söyler. Ona göre hak din, ihtilâf ve ayrımları tevhitte buluşturan bir ilâhî yoldur. İşte bu nedenle Mevlâna, hilekâr vezirin o saf dini getirdiği yer ile dinin hakikî yerinin birbirine nasıl taban tabana zıt olduğunu şöyle dile getiriyor: “Almadı Îsâ’daki tek renkten bûy,/ Kapmadı küpünün mizacından huy.”

Sıbgatullah: Boyandın mı rengine?

Mevlâna burada hem Hazreti Îsâ’nın getirdiği dinin esasının, hem de Hazreti Îsâ’nın mizacının tek renkli olduğunu söylüyor. Mevlâna’nın bu tek renkten kastı, hem Hazreti Îsâ’ya dair bir atıf, hem de vahdet vurgusudur. Öncelikle tek renk ile Hazreti Îsâ ilişkisine dair Mevlâna’nın hangi olaya gönderme yaptığına bakmak lâzımdır.

Rivâyet odur ki, Hazreti Îsâ çocukken, annesi Hazreti Meryem, onu bir boyacı ustasının yanına çırak verir. Bu boyacının dükkânında her renge ait boya küpleri vardır. Usta, müşterilerden elbise ve kumaş geldiğinde bunları müşterilerin isteği doğrultusunda istedikleri rengin küpüne atmakta ve onların istediği renk ile boyayıp teslim etmektedir. Hazreti Îsâ, bu ustanın yanında kısa sürede işi kavrayınca, boya ustası artık çocuğun işi öğrendiğini ve kendisi olmadığı zaman dükkânı çekip çevireceği düşüncesiyle bir gün, bir iş vesilesiyle dükkândan ayrılır. Giderken dükkânı Hazreti Îsâ’ya bırakır ve ona müşterilerden gelen kumaşları küplere nasıl yerleştireceğini izah ederek tembihlerini ihmâl etmemesini söyler.

Fakat Hazreti Îsâ, ustasının dediğini yapmak yerine, müşterilerden gelen kumaşları bir yerde biriktirir ve hepsini birden bir küpe doldurur. Bu durumu fark eden müşteriler, “Sen bizim kumaşlarımızı heder ettin” diye vaveyla koparırlar. Ancak Hazreti Îsâ’da hiçbir telâş emâresi yoktur. İşin sonunda dükkâna usta gelir ve bakar ki, ortada nahoş bir vaziyet var. Müşteriler kumaşlarının heder olduğunu düşünüp feveran etmektedirler. Durumun nezaketini gören usta,  müşteriler nezdinde itibarının zedelendiğini söyleyerek Hazreti Îsâ’ya çıkışır. İşte o zaman Hazreti Îsâ, ustaya dönerek, “Ey usta, telâşa kapılma! ‘Lâ ilâhe illâ-Allah, Îsâ Resûlullah’ de ve elini küpe sokuver” der.

Musevî olan usta, yeni bir dine ikrar verecek birisi değildir. Lâkin içinde bulunduğu durumun nezaketi, onu çok fazla düşünmeden bu telkine katılmaya zorlar ve gerçekten de “Lâ ilâhe illâ-Allah, Îsâ Resûlullah” diye elini küpe daldırınca, hayretten ağzı açık kalır. Çünkü çıkardığı kumaşlar tek renkte değil, muhtelif renklerde ve tam da hangi müşteri hangi rengi sipariş ettiyse o renge boyanmış olarak elinde durmaktadır.

Duruma hem usta, hem de müşteriler şaşırırlar. İşte Hazreti Îsâ’nın küpü, bu küptür! Elbette bu küp, bir remiz ve bir metafordur. Neyi sembolize ediyor? Hazreti Îsâ’nın getirdiği tevhit dinini sembolize ediyor. Buradan anlaşılır ki, aslında tek renk, bütün renkleri ihtiva eden büyük rengin adıdır. Mevlâna’nın kavramları ele alış biçimi Kur’ân ve Hadîsten beslendiği için (buna bütün velileri de dâhil edebiliriz) daima zâhirî ve bâtınî ile doğruluk içeren bir yön bulunur. Metinde sözü edilen tek rengin zâhirî yönüne baktığımızda, iletisinin, bütün renklerin kendisinden koptuğu ana renk olduğunu anlarız.

Mevlâna’ya göre bütün renklerin kaynağı tek ve büyük bir renktir. Hattâ bu tek ve büyük renk o kadar hususî bir renktir ki, içinde bizim gözlerimizin ve cihazlarımızın tespit etmekten aciz kalacağı kadar çok sayıda renk vardır. Bizim bir renk cümbüşü sandığımız bildik renkler, o tek renk içindeki renklerin binde biri bile değildir. O hâlde Hazret’in “tek renk” dediği şey, sayılamayacak kadar çok rengin bir araya geldiği küllî bir renktir. Tek renk, renk ayrım yeteneğimizin renkleri algılayamaz hâle gelmesi neticesinde, algılayamadığımız binlerce rengin müşterek adı; “çok renkli” dediğimiz şey ise bu binlerce renk arasından fark edip algıladığımız birkaç rengin adıdır. İşte Hazreti Îsâ’nın küpü ve o küpün boyadığı muhtelif kumaşlar, bu hakikatin bir kıssa ile ifade edilmesinden başka bir şey değildir.

Getirilen kumaşları Hazreti Îsâ’nın tek küpe sokmasının hakikati budur. Hazreti Îsâ, tevhit idrakine sahip olduğu için, bütün kumaşları bütün renklerin anası olan küpe altmıştır. Daha doğrusu, Hazreti Îsâ bütün kumaşları ister mavi boyalı küpe atsın, ister kızıl boyalı küpe, hiçbir şey fark etmeyecek ve o bilincin o rengi aslına dönüştürmesinden dolayı, Hazreti Îsâ her küpte aynı sonucu elde edecekti.

Burada Hazreti Mevlâna bize, bilincin mevcût algıyı dönüştürebileceğini, daha doğrusu “kendisine dönüştürebileceğini” söylemektedir. Meselenin tam bu noktasında bizim için çok kışkırtıcı sırlar vardır. Hazreti Mevlâna demek ister ki, “Bir şeyi realite olarak kabul ederseniz, onun dönüşmesine engel olursunuz. Sizin kabulünüz, onun hakikî hüviyetini ortaya koymasına ve kendisini nihâî görüntüsüyle ortaya çıkarmasına engel teşkil eder”. Bu itibarla realite sandığımız şeyin o hâliyle kabulü, Mevlâna’nın gözünden bakıldığında bir yol engeli, bir perde ve bir geri dönüştür.

Bu perdeyi yırtmak için yapmamız gereken tek şey, tevhit bilincinden farkı olmayan tek renk bilinci ile bakmak, realite zannettiğimiz duvarı yıkmak, hakikat zannettiğimiz kapıyı kırmak ve onların bizden sakladığı alan ile temasa geçmektir. Hazreti Îsâ’nın tek renk motifi ile yaptığı şey budur. Mevlâna, hepimizin birer Îsâ küpü olduğumuzu ve bütün renkleri boyayacak bir renkle donandığımızı söylüyor. Ona göre bizler, Yüce Allah’ın birer boyasıyız ve Cenâb-ı Allah’ın boyası olan şey de her türlü rengi ihtiva eden aslî renge dâhildir.

İşte münafık vezir, bu aslî küpteki rengi görmeyerek fani renkler olan sarının, kırmızının, yeşilin, morun ve elânın peşine düşmekte ve güya birbirine zıt renklerden oluşan çok renkli bir âlem sunmaktadır. Oysa yaptığı şey, yüz binlerce rengi içeren bir büyük rengin önüne set çekmektir: “Yüz renkli elbise, o sâfî küpte/ Olur sabâ gibi tek renk ve sade…”

Seher yeli

Mevlâna’nın burada “sâfî küp” dediği şey, aslında tevhit küpüdür. İşte bu tevhit küpünde, yüzlerce renkteki elbise, kendi renklerini kaybetmeden aynı boyayla boyanmakta ve seher yeli gibi tek renkli ve sade görünmektedir.

Mevlâna burada tek renk üzerinde dururken, tek renkten haber veren başka bir kavrama dikkat çekmektedir. Nedir o kavram? “Sabâ”...

Sabâ yeli; “nesim, bahar yeli ve seher yeli” diye bildiğimiz bir rüzgârdır. Bu rüzgârın özelliği nedir? Bu rüzgâr, güneşin bahar ekinoksuna girmesinden sonra gece ile gündüzün birleştiği feyizli aralıkta esen bir rüzgârdır. Evet, seher yeli, gece ile gündüz arasındaki o feyizli aralıktan tabiata ve daha doğrusu araziye doğru estiğinde bütün yeryüzü rengârenk çiçeklerle donanmakta ve çimenlerle bezenmektedir. Esen tek rüzgârdır, ama onun esişiyle yüzlerce, belki binlerce çeşit çiçek ve çimen, yokluk uykusundan uyanmaktadır.

Bakınız, ne oldu? Sabâ, tıpkı Hazreti Îsâ’nın küpü gibi oldu ve esasında birer ot ve çöp olan bitkileri, muhtelif renklere boyadı. Peki, bu kadar renkli çiçeği hangi renkle boyadı? El-cevap: Bütün renklerin anası olan tek renk ile… Öyle ki, bütün çiçekler Hazreti Îsâ’nın küpe koyduğu kumaşlar gibi kendi renklerine boyanarak çıktılar. Kimisi sümbül oldu mor bir renge boyandı, kimisi kızıl gül oldu bahçe duvarlarına dayandı. Kimisi papatya oldu beyaz ve sarıyı birleştirdi, kimisi ise lâle olup sînesinde kızıl içine siyah yerleştirdi. Ama hepsi nereden boyandı? Seher yelinden boyandı...

İşte bu seher yeli, Hazreti Îsâ’nın küpüdür! Mevlâna, din bozguncularına demek ister ki, “Sizler hile ve tuzakla kıt idrakleri ve kıt akılları avlayabilirsiniz, ama iyi biliniz ki, tuzağa düşürdüğünüz halk tabakası değil, bizzat kendinizsiniz. Çünkü sizler böyle yapmakla tevhidin muazzam çeşitliliğinin feyiz ve bereketinden mahrum kalıyor ve birkaç solgun rengin peşine düşerek bir renk cihanından ebediyen mahrum kalıyorsunuz!”.

Mevlâna devam eder: “Bu tek renklilik, vermez usanç hâli/ Aksine, balıkla tatlı su misâli…/ Kara olsa da binlerce renge yar,/ Balıkların, kurulukla cengi var.”

Mevlâna tek renkli dediği tevhidi algının asla usanç vermeyen bir zevk ummanı olduğunu, ancak sıradan idraklerin, tevhidi tek bir renk, tek bir zevk tarzı sandıklarını söyler. Oysa bu durum tıpkı balıkla suyun durumu gibidir. Balık marifet erbâbını, su da onun daldığı marifet denizini sembolize eder. Balık nasıl ki sudan ayrı yerde yaşayamazsa, tevhidi idraki ve ondaki tek renkteki sınırsız renkliliği kavrayan birisi için artık o suyun dışındaki her yer ölümcül bir karadır.

Görünüşe bakılırsa, kara parçası binlerce renk barındırmaktadır. Mor dağlar, mavi sular, beyaz karlar, kızıl ufuklar, yeşil ormanlar... Ancak o rengârenk sanılan dünyaya balığı çıkarırsan, o cennet görünümlü yer, balığa mezar olur. Mevlâna, hakikatte Hakk dostlarının, arif ve âşıkların bu dünyadaki durumlarını, karaya vurmuş balığın durumu gibi görür. Aslında o balıkların içinde yaşadıkları uçsuz bucaksız bir umman vardır ve onlar, o uçsuz bucaksız anlamlar denizinden bu hudutlu olan yere düşmüşler, sonsuz sayıdaki renklerin bulunduğu renksizlik diyarından üç beş sahte renkle boyanmış aldatıcı bir diyarla temas etmişler ve sonsuz sayıdaki tek renge alışmış gözleri, birkaç rengin kuşatması altında körleşmiş, sonsuz sayıda sesleri duyan kulakları ise birkaç akortsuz fani sesin hücumundan dolayı sağırlaşmış; birer bereket ırmağı gibi kaynayan gönülleri, bu âlemin kuraklığı karşısında taşlaşıp kalmıştır.

Mevlâna devam ediyor: “Misâldeki deniz ne, kimdir balık/ Ki onlara benzesin Yüce Hâlik?”

Mevlâna, “Ben, misâl olarak bir deniz ve o denizde bir balıktan bahsettim; ancak sakın ola ki bu marifet denizini ve o denize dalmış balıkları Yüce Yaratıcı ile karıştırmayınız. Çünkü Cenâb-ı Allah ne mânâ âleminde sonsuz sayıdaki varlığa, ne de madde âlemindeki sonlu sayıdaki varlığa benzer. O, hepsinden münezzehtir, hepsinden kendisini tenzih etmiştir. Onu ne mânâ, ne de madde âleminde bulabiliriz. Çünkü O, yarattıklarının hiçbirine benzemez. O, Ahad’dir, Samed’dir ve emsalsizdir” der.

“Binlerce balık ve deniz evrende,/ Ederler O’nun ihsanına secde…”

Bu kâinatta binlerce deniz ve binlerce balık vardır. Bu, ne demektir? Sadece bu evrende bile sonsuz sayıda âlem ve o âlemler içinde balık mesabesinde olan âlem unsurları vardır. Hiçbir âlem boş, sahipsiz ve beyhude değildir. Lâkin bazı âlemlerde cansız madde ve canlı unsurlar vardır, bazı âlemlerde de cansız madde ve lâtif unsurlar vardır. Her âlem sonsuz sayıda mahlûka mekânlık etmektedir. İçinde balıkların yüzdüğü bu evrenler aslında onun ihsanından birer numûne oldukları için, daima Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretine karşı kendi şükür secdelerine kapanarak kendi yörüngelerinde tavaf etmektedirler. Mevlâna, yaratılışın bir ihsan işi olduğuna vurgu yapar burada. İhsan, Cenâb-ı Allah’ın hiçbir karşılık ve çıkar gözetmeden, güzel bir sûrette yaratmasıdır.

İhsan

Mevlâna, Cenâb-ı Allah’ın yaratmadaki niyetinin daima ihsan, kerem ve bağış üzere olduğunu söyler: “Nice bir ihsan yağmuru yağdı da/ Oldu inci saçan denizler peyda./ Saçtı da kaç kerem güneşi, ziya,/ Cömertlik öğrendi, bulutla derya./ Toprak ve suya düşer de, ilimden nur,/ Toprak, tohum kabul edici olur./ Toprak emindir, her neyi ekersen,/ İhanet görmeden, onu biçersin./ Bu eminlik, o eminlikten olur,/ Saçmış adalet güneşi, ona nur./ Getirmezse, Hakk fermanını bahar,/ Etmez toprak, sırlarını aşikâr./ O cömertlik, eder bir cansıza yârî;/ Bu doğruluk, eminlik ve sırları./ Uyarır lütfu, bir cansızı gör,/ Eder kahrı, nice akıllıyı kör!/ Bu coşkuya güç yok, gönül ve canda,/ Kime diyeyim? Kulak yok cihanda!”   

Mevlâna, varlığın oluşumunu ihsana bağlar. Varlık ve ihsan ilişkisi arasında sıkça durur. Bu münasebeti bizim irdelememiz için altını çizer. Hakk ihsanı olmasa yani O’nun ihsanı bir yağmur gibi yağmasaydı, içinde nadir inciler topladığımız denizler de ortaya çıkmazdı. Eğer O’nun kerem ve bağış güneşi ziyâlar saçmasaydı, bu bulut ve bu deniz, onlardan cömertlik öğrenerek âlemi rahmet ile beslemezlerdi. Çünkü bu bulut, Cenâb-ı Allah’ın cömertlik ve kerem güneşinden cömertlik öğrenerek topladığı rahmet sularını âleme vermiş ve âlemde kendisi ile beslenen bir hayatı mümkün kılmıştır. Deniz, aynı sebeple suyunu buluta bağışlamış ve bulut da feyiz ve rahmet olarak âleme inmeyi Hakk’ın cömertlik güneşinden öğrenmiştir.

Aslında bütün varlıklar, Cenâb-ı Allah’ın “El-Alîm” sıfatından ilim alırlar ve yapacakları şeyi o ilmin nûruyla öğrenirler. Eğer toprak ve su o ilimden nasiplenmeseydi, toprak tohumu nasıl kabul edecek, tohumsa suyu nasıl alarak filizlenecekti? Toprak o ilimle tohum kabul edici oluyor ve o ilmin sayesinde de varlık filizleniyor. Demek ki her varlık, Cenâb-ı Allah’tan o cömertlik ilmini, o ihsanı, o ihsanın netîcesi olan ilmi öğrenir ve o ilmin nûruyla ışıtır, kendi cevherini ortaya çıkarır. Aslında onlara o ilmi veren de, o ilimle tohumun bağrını delen de hep aynı güçtür. İşte bu ilim, o ilmin kaynağından dolayı o kadar kesin ve o kadar sabittir ki, hiçbir zaman bilgisi ile bizi şaşırtmaz ve bilgisinden bizi kuşkuya düşürmez.

Toprağa ne verirsek verelim, o ihsanın ve ilmin nûru gereği, bize ektiğimiz şeyi verir. Buğday diye ektiğimiz şeyi zeytin olarak bitirmez. Zeytin olarak ektiğimiz şeyi de hurmaya dönüştürmez. Neyi ekersek ekelim, topraktaki ilim, bizim talep ettiğimiz şeyi bilir ve ona göre tavır alarak bize murâd ettiğimiz şeyi verir. Aslında bu bir eminlik ve emniyet işidir. Bu bir güven işidir, güven ile alâkalıdır. Bilgi, tuzak kurucu ve aldatıcı olduğunda bizi kesinlikle Hakk’a götürmez, bilakis O’ndan uzaklaştırır. Topraksa hiçbir zaman bizi aldatmaz. Niye? İlmi, kâmilen öğrenmiştir de ondan. O, hiçbir zaman bizi aldatmaz. Çünkü ihsanın sırrından haberdardır.

O hâlde bilgisiyle, davranışıyla, tavrıyla emin olmayanların vay hâline! Çünkü o eminler, “Emin” olan bir Peygamber’e ümmet olmaktan uzaktırlar. Peygamberimizin sıfatı nedir? “Muhammedü’l-Emin”… Bu ilim, cansız olanla temas ettiğinde ona can verip diriltir. O ilim sebebiyle tohum uyanır, filizlenip bir dil hâlinde toprağın yüzeyine çıkar ve o bitki diliyle şükürler eder. Tersi durumundaysa, Cenâb-ı Hakk, lütuf yüzünden değil de kahır yüzünden doğduğunda, aklıyla cihanı zapt ettiğini zanneden kibir ehlini körleştirir de önünü göremez hâle getirir.

Yaratılışın cilveleri saymakla bitmez. Bazen ak görünür, bazen kara. Bazen düşman kılığında dosttur, bazen de dost kılığında düşman… Bazen bir dilber görüntüsüyle aşk kesilip hâneye girer, bazen bir acuzeye dönüşüp geldiği hâneyi yıkar. Bu coşkuyu demek için can kulağıyla dinleyen bir muhatap lâzımdır fakat öyle bir muhatap ne canda vardır, ne de cihanda. (Devam edecek.)