MEVLÂNA, vezirin
Hıristiyanları 12 farklı gruba ayırmak sûretiyle onları tevhit dininden koparıp
bir kaos ve kargaşanın içine sürüklemesini kavramlar üzerinden verdikten sonra,
araya girerek farklı bir başlık altında vezirin yaptıklarıyla o dini getirenin
amaç ve tutumu arasındaki farka dikkat çeker.
Bu
dikkat çekmenin temel amacı, dinin bânîsi ile o dinin cânisi arasındaki ayrıma
vurgu yapmaktır. Mevlâna, ihtilâfların yorumculardan kaynaklandığını belirterek,
dinde ihtilâf olmadığını söyler. “Bir yerde ihtilâf ve ayrışma varsa, o yerde
dinin hakikatinden ve aslından uzaklaşma vardır” fikrinde olan Mevlâna, her hak
dinin temelini, birlik ve tevhidin oluşturduğunu söyler. Ona göre hak din,
ihtilâf ve ayrımları tevhitte buluşturan bir ilâhî yoldur. İşte bu nedenle Mevlâna,
hilekâr vezirin o saf dini getirdiği yer ile dinin hakikî yerinin birbirine
nasıl taban tabana zıt olduğunu şöyle dile getiriyor: “Almadı Îsâ’daki tek renkten bûy,/ Kapmadı küpünün mizacından huy.”
Sıbgatullah:
Boyandın mı rengine?
Mevlâna
burada hem Hazreti Îsâ’nın getirdiği dinin esasının, hem de Hazreti Îsâ’nın
mizacının tek renkli olduğunu söylüyor. Mevlâna’nın bu tek renkten kastı, hem Hazreti
Îsâ’ya dair bir atıf, hem de vahdet vurgusudur. Öncelikle tek renk ile Hazreti Îsâ
ilişkisine dair Mevlâna’nın hangi olaya gönderme yaptığına bakmak lâzımdır.
Rivâyet
odur ki, Hazreti Îsâ çocukken, annesi Hazreti Meryem, onu bir boyacı ustasının
yanına çırak verir. Bu boyacının dükkânında her renge ait boya küpleri vardır.
Usta, müşterilerden elbise ve kumaş geldiğinde bunları müşterilerin isteği
doğrultusunda istedikleri rengin küpüne atmakta ve onların istediği renk ile
boyayıp teslim etmektedir. Hazreti Îsâ, bu ustanın yanında kısa sürede işi
kavrayınca, boya ustası artık çocuğun işi öğrendiğini ve kendisi olmadığı zaman
dükkânı çekip çevireceği düşüncesiyle bir gün, bir iş vesilesiyle dükkândan
ayrılır. Giderken dükkânı Hazreti Îsâ’ya bırakır ve ona müşterilerden gelen
kumaşları küplere nasıl yerleştireceğini izah ederek tembihlerini ihmâl
etmemesini söyler.
Fakat
Hazreti Îsâ, ustasının dediğini yapmak yerine, müşterilerden gelen kumaşları
bir yerde biriktirir ve hepsini birden bir küpe doldurur. Bu durumu fark eden
müşteriler, “Sen bizim kumaşlarımızı heder ettin” diye vaveyla koparırlar.
Ancak Hazreti Îsâ’da hiçbir telâş emâresi yoktur. İşin sonunda dükkâna usta
gelir ve bakar ki, ortada nahoş bir vaziyet var. Müşteriler kumaşlarının heder
olduğunu düşünüp feveran etmektedirler. Durumun nezaketini gören usta, müşteriler nezdinde itibarının zedelendiğini
söyleyerek Hazreti Îsâ’ya çıkışır. İşte o zaman Hazreti Îsâ, ustaya dönerek, “Ey
usta, telâşa kapılma! ‘Lâ ilâhe illâ-Allah, Îsâ Resûlullah’ de ve elini küpe
sokuver” der.
Musevî
olan usta, yeni bir dine ikrar verecek birisi değildir. Lâkin içinde bulunduğu
durumun nezaketi, onu çok fazla düşünmeden bu telkine katılmaya zorlar ve
gerçekten de “Lâ ilâhe illâ-Allah, Îsâ Resûlullah” diye elini küpe daldırınca,
hayretten ağzı açık kalır. Çünkü çıkardığı kumaşlar tek renkte değil, muhtelif
renklerde ve tam da hangi müşteri hangi rengi sipariş ettiyse o renge boyanmış
olarak elinde durmaktadır.
Duruma
hem usta, hem de müşteriler şaşırırlar. İşte Hazreti Îsâ’nın küpü, bu küptür! Elbette
bu küp, bir remiz ve bir metafordur. Neyi sembolize ediyor? Hazreti Îsâ’nın
getirdiği tevhit dinini sembolize ediyor. Buradan anlaşılır ki, aslında tek
renk, bütün renkleri ihtiva eden büyük rengin adıdır. Mevlâna’nın kavramları
ele alış biçimi Kur’ân ve Hadîsten beslendiği için (buna bütün velileri de dâhil
edebiliriz) daima zâhirî ve bâtınî ile doğruluk içeren bir yön bulunur. Metinde
sözü edilen tek rengin zâhirî yönüne baktığımızda, iletisinin, bütün renklerin
kendisinden koptuğu ana renk olduğunu anlarız.
Mevlâna’ya
göre bütün renklerin kaynağı tek ve büyük bir renktir. Hattâ bu tek ve büyük
renk o kadar hususî bir renktir ki, içinde bizim gözlerimizin ve cihazlarımızın
tespit etmekten aciz kalacağı kadar çok sayıda renk vardır. Bizim bir renk
cümbüşü sandığımız bildik renkler, o tek renk içindeki renklerin binde biri
bile değildir. O hâlde Hazret’in “tek renk” dediği şey, sayılamayacak kadar çok
rengin bir araya geldiği küllî bir renktir. Tek renk, renk ayrım yeteneğimizin
renkleri algılayamaz hâle gelmesi neticesinde, algılayamadığımız binlerce
rengin müşterek adı; “çok renkli” dediğimiz şey ise bu binlerce renk arasından fark
edip algıladığımız birkaç rengin adıdır. İşte Hazreti Îsâ’nın küpü ve o küpün
boyadığı muhtelif kumaşlar, bu hakikatin bir kıssa ile ifade edilmesinden başka
bir şey değildir.
Getirilen
kumaşları Hazreti Îsâ’nın tek küpe sokmasının hakikati budur. Hazreti Îsâ,
tevhit idrakine sahip olduğu için, bütün kumaşları bütün renklerin anası olan
küpe altmıştır. Daha doğrusu, Hazreti Îsâ bütün kumaşları ister mavi boyalı
küpe atsın, ister kızıl boyalı küpe, hiçbir şey fark etmeyecek ve o bilincin o
rengi aslına dönüştürmesinden dolayı, Hazreti Îsâ her küpte aynı sonucu elde
edecekti.
Burada
Hazreti Mevlâna bize, bilincin mevcût algıyı dönüştürebileceğini, daha doğrusu “kendisine
dönüştürebileceğini” söylemektedir. Meselenin tam bu noktasında bizim için çok
kışkırtıcı sırlar vardır. Hazreti Mevlâna demek ister ki, “Bir şeyi realite
olarak kabul ederseniz, onun dönüşmesine engel olursunuz. Sizin kabulünüz, onun
hakikî hüviyetini ortaya koymasına ve kendisini nihâî görüntüsüyle ortaya
çıkarmasına engel teşkil eder”. Bu itibarla realite sandığımız şeyin o hâliyle
kabulü, Mevlâna’nın gözünden bakıldığında bir yol engeli, bir perde ve bir geri
dönüştür.
Bu
perdeyi yırtmak için yapmamız gereken tek şey, tevhit bilincinden farkı olmayan
tek renk bilinci ile bakmak, realite zannettiğimiz duvarı yıkmak, hakikat zannettiğimiz
kapıyı kırmak ve onların bizden sakladığı alan ile temasa geçmektir. Hazreti Îsâ’nın
tek renk motifi ile yaptığı şey budur. Mevlâna, hepimizin birer Îsâ küpü
olduğumuzu ve bütün renkleri boyayacak bir renkle donandığımızı söylüyor. Ona
göre bizler, Yüce Allah’ın birer boyasıyız ve Cenâb-ı Allah’ın boyası olan şey
de her türlü rengi ihtiva eden aslî renge dâhildir.
İşte
münafık vezir, bu aslî küpteki rengi görmeyerek fani renkler olan sarının, kırmızının,
yeşilin, morun ve elânın peşine düşmekte ve güya birbirine zıt renklerden
oluşan çok renkli bir âlem sunmaktadır. Oysa yaptığı şey, yüz binlerce rengi
içeren bir büyük rengin önüne set çekmektir: “Yüz renkli elbise, o sâfî küpte/ Olur sabâ gibi tek renk ve sade…”
Seher
yeli
Mevlâna’nın
burada “sâfî küp” dediği şey, aslında tevhit küpüdür. İşte bu tevhit küpünde,
yüzlerce renkteki elbise, kendi renklerini kaybetmeden aynı boyayla boyanmakta
ve seher yeli gibi tek renkli ve sade görünmektedir.
Mevlâna
burada tek renk üzerinde dururken, tek renkten haber veren başka bir kavrama
dikkat çekmektedir. Nedir o kavram? “Sabâ”...
Sabâ
yeli; “nesim, bahar yeli ve seher yeli” diye bildiğimiz bir rüzgârdır. Bu rüzgârın
özelliği nedir? Bu rüzgâr, güneşin bahar ekinoksuna girmesinden sonra gece ile
gündüzün birleştiği feyizli aralıkta esen bir rüzgârdır. Evet, seher yeli, gece
ile gündüz arasındaki o feyizli aralıktan tabiata ve daha doğrusu araziye doğru
estiğinde bütün yeryüzü rengârenk çiçeklerle donanmakta ve çimenlerle
bezenmektedir. Esen tek rüzgârdır, ama onun esişiyle yüzlerce, belki binlerce
çeşit çiçek ve çimen, yokluk uykusundan uyanmaktadır.
Bakınız,
ne oldu? Sabâ, tıpkı Hazreti Îsâ’nın küpü gibi oldu ve esasında birer ot ve çöp
olan bitkileri, muhtelif renklere boyadı. Peki, bu kadar renkli çiçeği hangi
renkle boyadı? El-cevap: Bütün renklerin anası olan tek renk ile… Öyle ki, bütün
çiçekler Hazreti Îsâ’nın küpe koyduğu kumaşlar gibi kendi renklerine boyanarak
çıktılar. Kimisi sümbül oldu mor bir renge boyandı, kimisi kızıl gül oldu bahçe
duvarlarına dayandı. Kimisi papatya oldu beyaz ve sarıyı birleştirdi, kimisi
ise lâle olup sînesinde kızıl içine siyah yerleştirdi. Ama hepsi nereden
boyandı? Seher yelinden boyandı...
İşte
bu seher yeli, Hazreti Îsâ’nın küpüdür! Mevlâna, din bozguncularına demek ister
ki, “Sizler hile ve tuzakla kıt idrakleri ve kıt akılları avlayabilirsiniz, ama
iyi biliniz ki, tuzağa düşürdüğünüz halk tabakası değil, bizzat kendinizsiniz.
Çünkü sizler böyle yapmakla tevhidin muazzam çeşitliliğinin feyiz ve
bereketinden mahrum kalıyor ve birkaç solgun rengin peşine düşerek bir renk
cihanından ebediyen mahrum kalıyorsunuz!”.
Mevlâna
devam eder: “Bu tek renklilik, vermez
usanç hâli/ Aksine, balıkla tatlı su misâli…/ Kara olsa da binlerce renge yar,/
Balıkların, kurulukla cengi var.”
Mevlâna
tek renkli dediği tevhidi algının asla usanç vermeyen bir zevk ummanı olduğunu,
ancak sıradan idraklerin, tevhidi tek bir renk, tek bir zevk tarzı sandıklarını
söyler. Oysa bu durum tıpkı balıkla suyun durumu gibidir. Balık marifet erbâbını,
su da onun daldığı marifet denizini sembolize eder. Balık nasıl ki sudan ayrı
yerde yaşayamazsa, tevhidi idraki ve ondaki tek renkteki sınırsız renkliliği
kavrayan birisi için artık o suyun dışındaki her yer ölümcül bir karadır.
Görünüşe
bakılırsa, kara parçası binlerce renk barındırmaktadır. Mor dağlar, mavi sular,
beyaz karlar, kızıl ufuklar, yeşil ormanlar... Ancak o rengârenk sanılan
dünyaya balığı çıkarırsan, o cennet görünümlü yer, balığa mezar olur. Mevlâna,
hakikatte Hakk dostlarının, arif ve âşıkların bu dünyadaki durumlarını, karaya
vurmuş balığın durumu gibi görür. Aslında o balıkların içinde yaşadıkları uçsuz
bucaksız bir umman vardır ve onlar, o uçsuz bucaksız anlamlar denizinden bu
hudutlu olan yere düşmüşler, sonsuz sayıdaki renklerin bulunduğu renksizlik
diyarından üç beş sahte renkle boyanmış aldatıcı bir diyarla temas etmişler ve
sonsuz sayıdaki tek renge alışmış gözleri, birkaç rengin kuşatması altında
körleşmiş, sonsuz sayıda sesleri duyan kulakları ise birkaç akortsuz fani sesin
hücumundan dolayı sağırlaşmış; birer bereket ırmağı gibi kaynayan gönülleri, bu
âlemin kuraklığı karşısında taşlaşıp kalmıştır.
Mevlâna
devam ediyor: “Misâldeki deniz ne, kimdir
balık/ Ki onlara benzesin Yüce Hâlik?”
Mevlâna,
“Ben, misâl olarak bir deniz ve o denizde bir balıktan bahsettim; ancak sakın
ola ki bu marifet denizini ve o denize dalmış balıkları Yüce Yaratıcı ile
karıştırmayınız. Çünkü Cenâb-ı Allah ne mânâ âleminde sonsuz sayıdaki varlığa,
ne de madde âlemindeki sonlu sayıdaki varlığa benzer. O, hepsinden münezzehtir,
hepsinden kendisini tenzih etmiştir. Onu ne mânâ, ne de madde âleminde
bulabiliriz. Çünkü O, yarattıklarının hiçbirine benzemez. O, Ahad’dir, Samed’dir
ve emsalsizdir” der.
“Binlerce balık ve
deniz evrende,/ Ederler O’nun ihsanına secde…”
Bu
kâinatta binlerce deniz ve binlerce balık vardır. Bu, ne demektir? Sadece bu
evrende bile sonsuz sayıda âlem ve o âlemler içinde balık mesabesinde olan âlem
unsurları vardır. Hiçbir âlem boş, sahipsiz ve beyhude değildir. Lâkin bazı âlemlerde
cansız madde ve canlı unsurlar vardır, bazı âlemlerde de cansız madde ve lâtif
unsurlar vardır. Her âlem sonsuz sayıda mahlûka mekânlık etmektedir. İçinde
balıkların yüzdüğü bu evrenler aslında onun ihsanından birer numûne oldukları için,
daima Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretine karşı kendi şükür secdelerine kapanarak
kendi yörüngelerinde tavaf etmektedirler. Mevlâna, yaratılışın bir ihsan işi
olduğuna vurgu yapar burada. İhsan, Cenâb-ı Allah’ın hiçbir karşılık ve çıkar
gözetmeden, güzel bir sûrette yaratmasıdır.
İhsan
Mevlâna,
Cenâb-ı Allah’ın yaratmadaki niyetinin daima ihsan, kerem ve bağış üzere
olduğunu söyler: “Nice bir ihsan yağmuru
yağdı da/ Oldu inci saçan denizler peyda./ Saçtı da kaç kerem güneşi, ziya,/ Cömertlik
öğrendi, bulutla derya./ Toprak ve suya düşer de, ilimden nur,/ Toprak, tohum
kabul edici olur./ Toprak emindir, her neyi ekersen,/ İhanet görmeden, onu
biçersin./ Bu eminlik, o eminlikten olur,/ Saçmış adalet güneşi, ona nur./ Getirmezse,
Hakk fermanını bahar,/ Etmez toprak, sırlarını aşikâr./ O cömertlik, eder bir
cansıza yârî;/ Bu doğruluk, eminlik ve sırları./ Uyarır lütfu, bir cansızı gör,/
Eder kahrı, nice akıllıyı kör!/ Bu coşkuya güç yok, gönül ve canda,/ Kime
diyeyim? Kulak yok cihanda!”
Mevlâna,
varlığın oluşumunu ihsana bağlar. Varlık ve ihsan ilişkisi arasında sıkça
durur. Bu münasebeti bizim irdelememiz için altını çizer. Hakk ihsanı olmasa
yani O’nun ihsanı bir yağmur gibi yağmasaydı, içinde nadir inciler topladığımız
denizler de ortaya çıkmazdı. Eğer O’nun kerem ve bağış güneşi ziyâlar
saçmasaydı, bu bulut ve bu deniz, onlardan cömertlik öğrenerek âlemi rahmet ile
beslemezlerdi. Çünkü bu bulut, Cenâb-ı Allah’ın cömertlik ve kerem güneşinden
cömertlik öğrenerek topladığı rahmet sularını âleme vermiş ve âlemde kendisi
ile beslenen bir hayatı mümkün kılmıştır. Deniz, aynı sebeple suyunu buluta
bağışlamış ve bulut da feyiz ve rahmet olarak âleme inmeyi Hakk’ın cömertlik
güneşinden öğrenmiştir.
Aslında
bütün varlıklar, Cenâb-ı Allah’ın “El-Alîm” sıfatından ilim alırlar ve
yapacakları şeyi o ilmin nûruyla öğrenirler. Eğer toprak ve su o ilimden
nasiplenmeseydi, toprak tohumu nasıl kabul edecek, tohumsa suyu nasıl alarak
filizlenecekti? Toprak o ilimle tohum kabul edici oluyor ve o ilmin sayesinde
de varlık filizleniyor. Demek ki her varlık, Cenâb-ı Allah’tan o cömertlik
ilmini, o ihsanı, o ihsanın netîcesi olan ilmi öğrenir ve o ilmin nûruyla
ışıtır, kendi cevherini ortaya çıkarır. Aslında onlara o ilmi veren de, o ilimle
tohumun bağrını delen de hep aynı güçtür. İşte bu ilim, o ilmin kaynağından
dolayı o kadar kesin ve o kadar sabittir ki, hiçbir zaman bilgisi ile bizi
şaşırtmaz ve bilgisinden bizi kuşkuya düşürmez.
Toprağa
ne verirsek verelim, o ihsanın ve ilmin nûru gereği, bize ektiğimiz şeyi verir.
Buğday diye ektiğimiz şeyi zeytin olarak bitirmez. Zeytin olarak ektiğimiz şeyi
de hurmaya dönüştürmez. Neyi ekersek ekelim, topraktaki ilim, bizim talep ettiğimiz
şeyi bilir ve ona göre tavır alarak bize murâd ettiğimiz şeyi verir. Aslında bu
bir eminlik ve emniyet işidir. Bu bir güven işidir, güven ile alâkalıdır. Bilgi,
tuzak kurucu ve aldatıcı olduğunda bizi kesinlikle Hakk’a götürmez, bilakis O’ndan
uzaklaştırır. Topraksa hiçbir zaman bizi aldatmaz. Niye? İlmi, kâmilen
öğrenmiştir de ondan. O, hiçbir zaman bizi aldatmaz. Çünkü ihsanın sırrından
haberdardır.
O
hâlde bilgisiyle, davranışıyla, tavrıyla emin olmayanların vay hâline! Çünkü o
eminler, “Emin” olan bir Peygamber’e ümmet olmaktan uzaktırlar. Peygamberimizin
sıfatı nedir? “Muhammedü’l-Emin”… Bu ilim, cansız olanla temas ettiğinde ona
can verip diriltir. O ilim sebebiyle tohum uyanır, filizlenip bir dil hâlinde
toprağın yüzeyine çıkar ve o bitki diliyle şükürler eder. Tersi durumundaysa,
Cenâb-ı Hakk, lütuf yüzünden değil de kahır yüzünden doğduğunda, aklıyla cihanı
zapt ettiğini zanneden kibir ehlini körleştirir de önünü göremez hâle getirir.
Yaratılışın
cilveleri saymakla bitmez. Bazen ak görünür, bazen kara. Bazen düşman kılığında
dosttur, bazen de dost kılığında düşman… Bazen bir dilber görüntüsüyle aşk
kesilip hâneye girer, bazen bir acuzeye dönüşüp geldiği hâneyi yıkar. Bu
coşkuyu demek için can kulağıyla dinleyen bir muhatap lâzımdır fakat öyle bir
muhatap ne canda vardır, ne de cihanda. (Devam edecek.)