BİR önceki beye yazdığı mektupta yolun edebinin “üstat aramak” işi olduğunu söyleyen müfsit vezir, başka bir beye yazdığı mektupta ise o mektupta ileri sürülen fikirlerin tam zıddını dile getirerek Hak yolunun Tevhîdî esaslarını parçalamaya devam eder: “Birinde demiş ki, ‘Üstat da sensing/ Çünkü onu tanıyan zat da sensin’/ Mert ol ki, maskara olma mertlere/ Git, işine bak, dolaşma boş yere!”
Bu
mektupta sahtekâr vezir muhatabına, “Üstat sensin” fikrini telkin eder: “Üstatsın,
çünkü O’nu yani Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun bu dinle neyi murâd ettiğini en iyi bilen
kişi sensin.” “Üstat sensin” ibaresi ilk bakışta iltifat gibi görünüyor,
hakikatte ise iltifat kılığına girmiş bir fitne. Bu iltifatın içindeki fitneyi
ortaya çıkarmak için, hikâyenin bağlamından çıkarak Mevlâna’nın bu ibareye
gizlediği uyarısına kulak tutalım.
Mevlâna
bu ibareyle bize, mümin nesillerin binbir emekle kurdukları şeriat binasının
nasıl tahrip edildiğini ima ediyor. Mevlâna’nın anlayışında üstatlar, dinin
esaslarını Hazreti Peygamber’in izini takip ederek kuran, ilim ve hikmetten
nasipli ulemadır. İşte bu ulemanın arasına sızan yoldan çıkmış bir dalâlet
ehli, onların kimi zaman hayat ve hürriyetleri pahasına oluşturdukları dinî
telâkkinin yolunu vurur. Hak dininde üstat olmak bir silsile izler ve kişi bu
silsileyi lâyıkıyla tamamladıktan sonra üstatlık pâyesini alır. Bu pâye aynı
zamanda Hak yolunu, onun kurucusu olan Nebî adına gözeten ilim ve irfan erbâbının
onayı anlamına gelir. Bu onay aynı zamanda, üstat pâyesini alan zâtın o yoldaki
yetkinlik ve kemâlinin onayıdır.
Hak
yolunun hayata tatbiki demek olan şeriat, o yolda hüküm verenlerin kemâline
bakar. Din adına hüküm verme konumunda olan bir zâtın ilim (şer’î bilgiler) ve
irfandaki (şer’î edepler) eksikliğinin haramîlikten farkı yoktur. Mevlâna,
ortada elle tutulur bir ilim ve hikmete mâlik olmayan namzetlere “Üstat sensin”
demenin bir ifsat olduğuna işaret ediyor. Sahte otoriteden üstatlık ruhsatı
alan bir ilim çömezinin, ulu yolun menzillerini birbirine karıştıracağı gayet
açıktır. O çömezin bu tutumu da dinin izzet ve itibarına hasar verecektir doğal
olarak.
Mevlâna,
din işinde sabır ve şükür gözetilmediği zaman “erken kemâl” diyebileceğimiz bir
tehlikenin belireceğini öngörür. Peygamber Efendimiz bir hadisinde, “İman
bir bütündür, sabır ve şükür de onun iki parçasıdır” buyurur. Bu hadîsin
ışığından bakınca anlaşılır ki, din işinde erken kemâl, aslında imanın
zevalidir. Bu durumu bir teşbihle anlatırsak, İki Cihan Peygamberi, dolunay hâline
gelmeyi beklemeyen sabırsız hilâlin, din yolcularının yolunu
aydınlatamayacağını söylemektedir. Hilâle birileri “Sen artık bir bedir ve
dolunay oldun” demeseler, süreç içinde dolunay olma ihtimâli de vardır. Lâkin
hilâl, erken kemâl tuzağına düşünce hem kendisini karanlıkta bırakır, hem de
yolcusunu.
Erken
kemâle erme zafiyetine Efendimizin yukarıdaki hadîsinin ölçüsünden bakınca, bu
zafiyetin imanî bir zayıflık olduğu görülür. Mevlâna, erken kemâle erme
tavrını, ilim ehline kendi nefsi üzerinden kurulmuş bir tuzak olarak görür. Burada
üstatlık pâyesinin, “O’nu tanıyan zât” oluş üzerinden servis edilmesi, tuzağın
ifsat gücündeki derinliğe işaret ediyor. “Sen üstatsın, çünkü O’nu tanıyorsun”…
O kimdir? Dini bize bir nimet olarak sunan Zât-ı Akdes yani Cenâb-ı Hakk...
Oysa Cenâb-ı Hakk’ı tanımakta ölçü açıktır: “Nefsini bilen, Rabbini bilir.”
Bu
hadîs/hikmette nefsi bilmekten murâd, kişinin kendi bilgisinin sınırlı ve fâni
mahiyette olduğunu görerek Cenâb-ı Hakk’ın kuşatılamaz ilmini idrak etmektir.
Hikmette bu idrake “Rabbi bilme” denilmiştir. Bu tip idrakte, nefs
kapısının kapanması ve hakikat kapısının aranması meziyeti vardır. Kendisine “Üstatsın”
denilen idrakte ise nefse kapılıp Hakk kapısından uzak düşme tehlikesi vardır. Bu
bağlamda Mevlâna’dan öğreneceğimiz en esaslı ders, Hak görünümlü küfrün karşımıza
din sahasının üstadı ve Hak ilminin Hızır’ı etiketiyle çıkarılmasıdır. Böyle
bir etiketin akılları bağlayacağı ve kuşkuları avlayacağı âşikârdır. Böylesi
kabul gören bir etiketle piyasaya çıkan birilerinin din hükümlerini eğip
büktüğü anlaşılıncaya kadar, atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur.
Aldanana
aldanmak: Peygamber düşmanı, dinin düşmanıdır
Dikkat
edilirse fitne, “Üstat sensin” tuzağının içini başka bir tuzakla dolduruyor: “O’nu
tanıyan zât sensin!” İşte tuzakların en korkuncu budur! Neden mi korkunç? İzah
edelim…
Din
yolunun üstadı kimdir? Elbet o dini bize tebliğ eden Zât yani Peygamber...
Peygamber O’nu hangi haber ve ilimle tanır? Vahiy ile… Şimdi, üstat nefsini
bildiği için Hakk’ı bilen peygamber değil de nefsine kapıldığı için Hakk’a
körleşen bu sahtekâr olursa, durum ne olur? Olacak şey açıktır; dini tebliğ
eden zât, dinin dışına çıkarılır ve ortaya çıkan boşluğu da bu sahtekâr doldurur.
Yandı gülüm keten helva!
Peki,
dinin bânisi olan Peygamber, Kendi tebliğ ettiği dinin dışına nasıl
çıkarılıyor? Hadislerin sıhhati üzerinde kuşku uyandırarak... Böyle yapılınca
Peygamber susturuluyor ve hâşâ huzurdan, O’nun yerine bu sahtekâr konuşmaya
başlıyor. İlk taktiği de şu: “Hadîsler büyük oranda uydurmadır, sahtesi ile
gerçeğini ayırt etmek zordur. O hâlde bırakınız hadîsleri de Kur’ân’a bakalım.”
Kur’ân’a bakmak, kimsenin itiraz edemeyeceği, kusursuz bir tuzak. Kur’ân’a
bakalım da, kiminle bakacağız? İki Cihan Peygamberi ile değil, bu sahtekâr ile!
Bu
Ali Cengiz oyununun amacı, el çabukluğu ile Peygamber’in yerine geçmek değil de
nedir?
Peki,
bu sahtekârın arkasına düşüp Kur’ân’a bakınca ne bulacağız? Bulacağımız şey, bu
iblisin yorumları... Hâşâ, adam sanki Kur’ân kendisine inmiş gibi başlayacak
ahkâm kesmeye! Bunu yaparken de ne âlim bırakacak ortada, ne silsile. Din
gayreti adına sahte bir hiddete kapılarak, elde kılıç, meydana dalacak ve
başlayacak hayâlî kelleler kesmeye. Nasıl olsa gölge boksu yapıyor, saldırdığı
hiç kimse hayatta değil; ne ses veriyorlar, ne itiraz ediyorlar. Netîce, baş
döndürücü bir zafer ve her şeyden gafil tribünlerden yükselen bir alkış: “Yaşa,
var ol!”
Sahtekâr
bir kez meydanı boş buldu ya, başlıyor hükümler vermeye. Bu işin sonunda yüce
mânâyı eğip büken sahtekâr, bizi onun indirildiğinden ve vahyî oluşundan
kuşkuya düşürmeye başlıyor ve sonunda ağzından baklayı çıkarıyor: “Bu kitap,
indirilmiş bir kitap olmayıp, kendisinden önce gelen kutsal kitaplardan
hareketle Hazreti Muhammed’in tasnif ettiği bir kitaptır!”
E,
ayaklarımız suya erdi!
Adam
“Kur’ân’a bakalım” dedi ve biz onunla beraber Kur’ân’a bakarken bir de ne
görelim, Kur’ân diye bir şey yokmuş. Adam, hile ile suya düğüm atan bir iblis!
Konuştu, yordu, yorumladı ve elimizdeki kadim kitap kayboldu. Nerede? Hiç! Yel
üfürdü, su götürdü…
Peygamber elinde hidâyet rehberi olan Kutsal Kitap, sahtekârlar elinde -hâşâ huzurdan- dalâlet aracı olup çıktı. Peygamber elinde sâfî iman iken, müfsidin elinde oldu yol vuran… Bu durum elbette sahtekârın gücünden değil, Kur’ân’ın kerametinden kaynaklanıyor. Çünkü o, din yoluna tuzak kuran Hak görünümlü fâsıkları dalâlete götürürken, müminler için bir hidâyettir. Bu yüzden Mevlâna, müfessire hitaben, “Kendini yorumla, Kur’ân’ı değil! Senin yüzünden eğrilip gitti o yüce mânâ” der.
Kur’ân’a bakmak, kimsenin itiraz edemeyeceği, kusursuz bir tuzak. Kur’ân’a bakalım da, kiminle bakacağız? İki Cihan Peygamberi ile değil, bu sahtekâr ile!
Mevlâna’nın
bu hitabının altında bir tespit yatmaktadır. O tespit de yüce mânânın insanla
temâsında iki kalıcı etki oluşturmasıdır: Biri mizacı onarması, diğeri de
mizacı bozmasıdır. Mizacı onarmasından kasıt, Kur’ân yorumunun kişide tevazu,
ağırbaşlılık, mahviyet gibi meziyetler; bozmasından kasıt da kibir ve ucb gibi zaaflar
oluşturmasıdır. Bu vadide mumunu, Peygamber’in ilim ve irfan mumundan
tutuşturanların mizaçları âbâd olurken, tutuşturmayanların veya tutuşturmuşken
söndürenlerin mizaçları ise berbâd olur.
İlmin
en büyük tehlikesi, kibir ve ucb oluşturmasıdır. İlmiyle mağrur olanın âkıbeti
de hüsrandır. Mevlâna yukarıdaki sözü, üstü örtük bir biçimde Fahreddin-i Râzî
için söyler. Râzî ki, “Tefsîr-i Kebîr”i ile şöhret bulmuş büyük bir İslâm
âlimidir. Otuz iki ciltlik tefsiri ile İslâm dünyasında büyük bir şöhrete
ulaşmış olan bu müfessir, tasavvufî zevk ve duyuşa da mâlik biridir ve üstelik
tefsiri “dirâyet tefsiri” cinsinden olup zaman zaman âyetlerin yorumunda mutasavvıflar
gibi işârî bir yöntem kullanır. Buna rağmen Mevlâna onu, bu eserinden dolayı
fahre yani övünmeye meyyâl biri olarak görür. Hakikatte de bu büyük âlimin
ilmiyle mağrur olduğunu gösteren bazı tarihî kayıtlar vardır. İşte Mevlâna, ilmin
verdiği bu gururu, yüce mânânın onun mizacında açtığı bir gedik olarak görür ve
“Bir de namıma Fahreddîn (dinin övüncü) denilsin dersin” diye tenkit
eder.
Mevlâna’nın
bu tespitinde ne kadar haklı olduğunu, tefsiriyle mağrur bu âlimin daha sonraki
nedâmetlerinden anlıyoruz. Râzî, tefsiri yazdıktan sonra ilerleyen yıllarda
bazı âyetlerin mânâsını yanlış anladığını ve yanlış hükümler verdiğini
söyleyerek nedâmetten ağlarmış. Vaktindeki övüncün yerini alan bu samîmi nedâmet
gözyaşları, kibrin basîreti perdelemesinin en güzel örneklerinden biridir.
Demek ki, Râzî gibi harikulâde bir dimağ bile nefsinin ilmini perdelemesi
yüzünden hüsrana uğramış bir zâttır.
Fahreddin-i
Râzî’nin bu nedâmeti, onun ilimdeki büyüklüğüne yaraşır bir erdemdir. Peygamber’e
ve Vahye bağlılığı konusunda hiç şüphe olmayan ve İslâmî ilimler ile tefsirde
büyük bir ekol olan Râzî gibi bir dehâ bile demek ki ilmine mağrur olduğundan nefsine
kapılarak onun perdesi altından konuşmuştur.
Mevlâna,
Râzî gibi bir allâmeyi bile Kur’ân tefsiri konusunda sigâya çekerken, zamânenin
hadîs ve sünnetten uzak düşerek pozitivist bir yaklaşımla Kur’ân yorumladığını
sanan sözde yorumcularına kim bilir neler söylerdi! Zaten Mesnevî’nin ilk
cildinde bu tip yorumcuları, hayvan idrarı üzerindeki saman çöpüne konarak kendini
uçsuz bucaksız bir deryâda kaptan sanan gülünç bir sineğe benzetir.
Mevlâna,
keyfine göre yorum yapan bu tiplerin ilmini, vehimden ibaret bir çerçöp yığını
ve hayvan idrarı olarak görür ve asıl müfessirlerinse Kadim Kitabı keyfine göre
yorumlamayan Hak hümâları olduklarını söyler. Nitekim Kutsal Kitabın “indirilmemiş
olabileceğini” bize tefsir adı altında yutturmaya çalışan Hak görünümlü küfür
elçilerinin söz ve hükümleri, tam da Hazreti Pîr’in dediği gibi değil de nedir?
Onlar önce kendilerini yorumlasınlar, yüce mânâyı değil!
Birliği
bozup ayrılıktan beslenen müfsidin işi
Müfsit
vezir, başka bir beye yazdığı mektupta ise, ortaya Hak adına bir sürü tayfanın
çıktığını ve değişik isimler altında iddiaları olduğunu söyleyerek, onların
böyle yapmakla kesrete düştüklerini, oysa din yolunda esas olanın Tevhîdî
anlayış olduğunu ileri sürer. Bu yolda senlik benlik ve ikilik çıkaranların
şaşılardan ibaret olduklarını belirtir. Böylelikle bu mektubu yazdığı bey
aracılığıyla da “Tevhitçiler” diyebileceğimiz bir topluluk kurar: “Birinde
demiş, ‘Bunların hepsi bir,/ İki gören adam, şaşı biridir!’”
Bir
başka mektubunda ise, Tevhitçilerin tam karşısına, her şeyi ayrı varlıklar
hâlinde gören Kesretçileri yerleştirir. Bunlara göre bu dünyada her şeyin ayrı
bir varlığı ve ayrı bir görünümü vardır. Bu gerçeği inkâr edenler yüz binlerce
varlığı gördükleri hâlde nasıl olur da bunlara “bir” derler; bu niteleme, aklı
başında birinden sadır olacak şey değildir. Hiç aklı başında olan biri, bunca
varlık ve eşyayı görmezden gelip bunca fikir ve yargıyı da duymazdan gelerek “Bunların
hepsi bir” der mi? Böyle bir hükmü ancak deliler verir: “Birinde demiş, ‘Yüz
nasıl bir olur?/ Bu, ancak mecnunun aklına gelir!’”
Mevlâna,
dinî telâkkiye sızan müfsit vezirin yöntemini şu beyitlerde ele alır: “Her
biri bir başkasına zıt sözler,/ Nasıl denk olur zehr ile şeker?/ Vazgeçmedikçe
şekerle ağıdan,/ Koku alamazsın vahdet bağından!”
Bu
beyitlere yakından bakınca, Hak görünümlü küfür fedailerinin nasıl bir üslûp
sahibi olduklarının ifşa edildiği görülür. Bunların asıl gâyesi, ortalığa zehir
saçmaktır ama bunu açıkça yapamayacakları için önde şeker tutar gibi yapmaktadırlar.
Zehir nedir? Nizâmı fitne ve kaosla bozacak söz ve eylemler… Şeker nedir? Nifak
ve şerrin örtüsü olan Hak görünümlü yapmacık söz ve eylemler…
Mevlâna
burada bize nifak ve şer ehlinin en belirgin yanını işaret etmektedir. Bunlar,
hak ve hakikati söylerlerken hükümlerini asla hak ve hakikatin sonucu olan ümit
ve müjdeyle bağlamazlar. O girizgâhtan maksat, kalplerindeki zehri kusmak için
ortam oluşturmaktır. Bunlar söze önce ideal ve iyi olanı vurgulayarak girer,
ancak buna inanmadıkları için sözü süslemeye, ifadeyi tatlandırmaya çalışırlar.
Söz ve tavırları o kadar teatral bir edâdadır ki bu oyuna kanan sıradan
insanları büyük bir ustalıkla avlarlar. Ancak fırsatını ve yerini bulunca
birdenbire kuş gibi cıvıldayan o yapmacık ses ve edâ, âniden doğal hâli olan
yılan ıslığı ve soğukluğuna bürünüverir. Tut ki, sinsice yaklaşan bir yılan,
avını zalimce ısırmaktadır.
Mevlâna,
bir kavmin âlim ve âriflerinin bu tip münâfıkları sesinden yakalayacaklarını
söyler. Şöyle ki, bu hainler, hakikat namına ne söyleseler, ârif ve uyanık
olanlar o telkinin tam zıddını hissederler. Bunlar “Çevik ol” deseler, ruh “Gevşek
ol” tesiri duyar. Bunlar “Barış” deseler, ruh savaş tesiri almakta, “Adalet”
deseler zulüm girdabına düşmektedir. Bu zehri şekerle gizleyen ve helvayı
sarımsak katarak bozan insanların pirleri şeytan ve üstatları da iblistir. Bunlar
düşmanla iş birliği yapıp sizi vatanı satmakla suçlarlar. Bunlar, kendi milleti
ve kendi medeniyetinin hasmıdırlar; sizi halk düşmanı olarak takdim ederler.
Bunlara göz göre göre âb-ı hayat içirseniz, irin içirdiğinizi iddia ederler.
Mevlâna
bunların sözlerinin sübutu ve kuyularının dibi olmadığını söyler. Şeytana
pabucunu ters giydirecek kadar hile ve dolap bilen bu adamlar, hayrı şer ve
namerdi en mert er diye göstermekten ar etmezler. Sözünde hak ve hakikat özü
bulunmayan bu adamların ne vaatlerine güvenilir, ne de işlerine. İş başına
gelince çarkları durdururlar, işten uzaklaşınca “Çarklar dönmüyor” derler.
Mevlâna bu tip adamları “şeytanın sûrete bürünmüş biçimleri” olarak niteler ve bunlara
asla el ve fırsat verilmemesini ister. Sözleri yalan, işleri talan, içleri kof
ve dışları yaldızlı olan bu tayfanın dilleri çatal, filleri ise battaldır.
Ellerini
attıkları her şeyi kurutan ve yaptıkları her şey battal olup giden bu tayfa,
zehirle şekeri birbirine karıştırdıkça asla iflah olmazlar. Çünkü vahdet
bağının gönüller açan kokusunu duymaktan uzaktırlar. Mevlâna, “Sonda bir
sonsuzluk ve ferah var ama vallahi bunların ne alttan, ne de üstten haberleri yoktur”
diye ekler. Dolayısıyla bunlar, Cennet bağının has kokularından mahrum
oldukları için nasipsizdirler ve nasipsizlerin günleri de azap içinde uzadıkça
uzar. Neden böyle bir durumdadırlar? Çünkü dine yani Cenâb-ı Hakk’ın buyruğuna
âsî ve düşmandırlar da ondan: “Îsâ dinine düşman olan vezir/ Yazdı on iki
tomar hep bu tavır.”
(Devam edecek…)