Hak görünümlü küfrün dinle cengi (14)

Demek ki delil yani Üstat, Peygamber ve O’na uyanlardır. Bu yolda önümüzü kesen sahte üstatlar ise haramîdirler. Bizi Peygamber’in sözleri konusunda tuzağa düşürüp Peygamber’den şüphelenecek hâle getirenler, şeytan müridi birer haramî değil de nedirler? O’na indirilen kitap ile O’nu kitabın dışına atanlar, peygamberlik taslayan birer yol azgını değil de nedirler? Hazreti Peygamber’den arınmış Müslümanlık düşleyenler, küffarın âlim kılıklı casusları değil de nedirler?

MÜFSİT vezir, başka bir Hıristiyan beyine yazdığı mektupta, yolun esasını bir üstada yani bir pîr bulmaya bağlar. Burada sözü edilen üstat, mânâ ilmini silsile hâlinde kendi üstadından öğrenmiş olan mürşittir. İlmin tabiatında, bilenden öğrenmek ilkesi vardır. Talim yani öğrenme olmadan ilim olmaz. İlmin ise biri “ilim”, diğeri “irfan” olmak üzere iki yönü vardır. Bir mektep ve medreseye gidilerek öğrenilen ilim “zâhirî ilim” adını alırken, bir mânâ erinden usûlüne göre alınan ilme ise “bâtınî ilim”, başka bir deyişle “marifet” denir.

Marifet ise kendi içinde iki kanat taşır: Bu kanatlardan biri, ilim kanadı, öbürü de irfan kanadıdır. Bu demektir ki, mânâ semâsına yükselmenin şartı, ilmi tamamlamaktır. Zâhirî ilmi tamamlamadan mânâ semâsına kâmil anlamda uçulmaz; zira tek kanat, yükselmeye engeldir. Bu itibarla büyük mânâ erlerinin hayat hikâyelerine bakıldığında, onları evvelâ ilim talim ederken görürüz. İlmi kâmil olanın, irfanı tekmil olur. İrfanı tekmil olanın ilmi ise, tevhidî ilim hâline gelir. Tevhidî ilim yani ledün ilmi…

Ledün ilminin pîri ise Hızır’dır. Hızır’ın ilm-i ledün suyu ise Rahîm’in rahmet pınarındandır.

“Birinde demiş ki, bir üstat ara/ Sonu görme, soy sopla olmaz zira.”

Mevlâna, üstat yani pîr aramayı sonu görme, kendi tâbiriyle “âkıbetbîn” olmanın bir şartı sayar. Sonu görme yetisi kazananlar, dünyayı görenlerle evveli yani kadîm olanı görenler arasında dururlar. Dünyayı görenler, gözle gördükleri için âmâdırlar. Dünyayı görmek - dünyadan kastımız, bu evrendir-, perdeye düşen akisleri hakikat sanmaktır. Sonu görme yetisi kazananlar, gözle değil, özle görürler. Bunlar ilk perdeyi yırtarak perde ötesini görürler. Daha önlerinde perdeler vardır, ancak bir kez perde yırtan da perdeler yırtma kuvvesi taşır. Kadîm evveli görenler ise can ile görürler. Can ile görenler, perdeler yırtarak görürler. Perdeleri yırtanlarsa perdeciyi görürler ve o üstatlar üstadından perde sırrını öğrenirler.

İlim yani bilgi ve marifetten oluşan kâmil ilim, doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve bağışıdır. Çünkü bu ilmi bizzat Cenâb-ı Hakk, Kehf Sûresi 65’inci âyette, “Kendi katından verilen bir rahmet ve Kendi nezdinden bağışlanan bir ilim” olarak tanımlıyor. Bu ilim, peygamberler ilmidir. Peygamberlere verilen ledün ilmi ikiye ayrılır: İlki mülkî ilimdir ki bu ilim, dünyayı nizâma koymak ilmidir ve yönetimle ilgilidir. Bu ilmin vârisi, cümle yöneticiler ve hususiyle hükûmet edenlerdir.

Müslüman yöneticinin helâli: Adaletle yönetmek

Bir Müslüman yönetici, bu bâbda üstat olarak Peygamber’ini dikkate alacak ve yönetimde O’nun mülkî ilkelerini esas tutacaktır. Bu ilkelerin ana başlıkları ise peygamberlerin sıfatlarında gizlidir. Sadece adaleti gözetmek dahi mülke sahip olanları âbâd etmeye yeter de artar bile!

Peygamberlere verilen ikinci ilim ise melekîdir. Mülk dünya melikliği, melek de mânâ âlemlerinin melikliğidir. Mânâ ikliminin sultanı olanlar ise Peygamber’in melekî ilminin vârisleridir. Bu demektir ki, Peygamber’e uyanlar, ister O’nun maddî eteğini, isterse manevî eteğini tutsunlar, izzet ve ululuk bulurlar. Çünkü o üstadın ilmi, üstatlar üstadının hazînesindendir. Peygamber’e yani üstada uymayanlar ise zahiren dâhi bile olsalar mânen vâhidirler. İçinde Peygamber sevgisi yeşermeyen birinin hakikatten nasibi olmaz ve insanları Peygamber yolundan çelenlerin ilimleri de içimizdeki can Îsâ’sını uyandırmaz. Bizi Peygamber’in izini sürmekten alıkoyarak kendi mağarasına çekenlerin, zâhirdeki sıfatları ne olursa olsun, bâtında haramîdir. Bu yolda yol engeli olan her varlık bir haramîdir. Nitekim Yûnus Emre eydür: “Haramî gibi yoluma arkuru inen karlı dağ/ Ben yârimden ayrı düştüm, beni bunda eğler misin?”

Demek ki delil yani Üstat, Peygamber ve O’na uyanlardır. Bu yolda önümüzü kesen sahte üstatlar ise haramîdirler. Bizi Peygamber’in sözleri konusunda tuzağa düşürüp Peygamber’den şüphelenecek hâle getirenler, şeytan müridi birer haramî değil de nedirler? O’na indirilen kitap ile O’nu kitabın dışına atanlar, peygamberlik taslayan birer yol azgını değil de nedirler? Hazreti Peygamber’den arınmış Müslümanlık düşleyenler, küffarın âlim kılıklı casusları değil de nedirler?

Nitekim, “Ümmetimin aleyhine korktuğumuz şeylerin en korkuncu, her dili bilen münafıktır” (Müsned, 1/22, 44)  hadîsi, tam da bu habisleri işaret etmiyor mu? Her dili bilen yani nabza göre şerbet verip her kılığa giren bu kılıksızlar, katıksız birer münafıktırlar. Lâkin bunlar nifakta öyle uzmanlaşmış, öyle ilerlemişler ki bir çırpıda kendilerini mümin ve sâdık, müminleri de münkir ve münafık gösterecek hâle gelmişlerdir. Münafığın sâdık, sâdığın münafık sanıldığı bir ortamda, “İhdinâ sırâti’l-müstakîm”den başka tutunacak bir ip kalmış mıdır? Ahmed-i Yesevî’nin dediği gibi, “Hak yoluna perdedir/ Ahir zaman şeyhleri”

Âhir zamanda da ara!

Okuyucuların dikkatini, Yesevî’nin şeyhe sıfat olarak getirdiği “âhir zaman” kavramına çekmek isterim. Bu bir sıfat değil, bir ölçüttür. Buyurun, birkaç kavrama tatbik edelim…

“Âlim” tek başına vakur ve ağır bir kavramdır. Şimdi getirelim ölçütü: Âhir zaman âlimi... Ne oldu, o vakur kavram küçülüp zelil oldu.

“Mümin”… Kelimeye bakın, Cennet kokusu taşıyor. Tartalım terazide: Âhir zaman mümini… Ne vakarı kaldı müminin, ne de azâmeti. Cennet kokusunu yitirdi, Cehennem tadı vermeye başladı. Demek ki Peygamber’in yolundan uzaklaşan ve uzaklaştıkça münafıklaşan âlim(!), ağzından iman ve Kur’ân’ı düşürmese de âlim değil, zâlim! Ve o bedbahta tâbi olan mümin de mümin değil, gafil!

Mevlâna, üstat arama işinin ne kadar nazik ve hassas bir iş olduğunu bize ihtar ettikten sonra demek ister ki, “Peygamber’den nasipsiz âlim, karanlık gecede yol alan biri gibi zulmette kalıp uçuruma düşer ve o uçuruma düşenin peşine takılan müminler de aynı yara yuvarlanırlar”.  

İşte bu yüzden Mevlâna, yolun sonunu görmeyi üstat arama şartına bağlıyor. “Bir mum” der Hazret, “Diğer mumları tutuşturmakla nurundan bir şey kaybetmez”. Temsildeki bir mum Hazreti Peygamber, diğer mumlar da O’nun ashap ve velileridir. Demek ki ne o mum söner ve söndürülebilir, ne de o mumdan tutuşan diğer mumlar.

Aziz okuyucu! O Hakk nuru ve hakikat güneşi, her sabah ufuktan parıl parıl doğuyor ama ışıktan gözü kamaşanlar, ellerini gözleri üzerine koyup, “Ben görmüyorum, güneş nerede?” diyorlar. Bre ebleh, sen görmüyorsun diye güneş doğmayacak mı? A zelil, sen duymuyorsun diye vahiy, can kulaklarına sırlar aktarmayacak mı? Be hey nasipsiz, sen koku almıyorsun diye sekiz Cennet, sıla kokusu yaymayacak mı? Hay çömez, sen tat alamıyorsun diye Kevser suyunu bu âlemde içip o âleme dal budak salmayalım mı? A be arsız, senin derin kaşarlanıp kartlaştı diye tenimizdeki her göze birer pencere kesilip Meryem misâli Hakk nefesi yüklenerek canımızda binlerce can Îsâ’sı filizlendirmesin mi?

Evet, sen de körsün, onlar da kör! Sen de sağırsın, onlar da! Gel gör ki, bu körlük ile o körlük ve bu sağırlık ile o sağırlık arasında fersah fersah mesafe var. Sen bu âlemde körsün, onlar ise bu âleme kördürler. Sen bu cihanda sağırsın, onlar bu cihana sağırdırlar. 

Mevlâna’nın “Bir üstat ara” -üstâzî taleb (kün)- uyarısını, “Aradığın üstat, İki Cihan Güneşi, insan ve cinlerin Nebîsi, Âlemlerin Övüncü Üstat olsun” biçiminde anlamalıdır. Zira Hazret bu uyarısıyla demek ister ki, “Resûlü talep etmeyen gönülde Hakk sevgisi boy atmaz. Resûl sevgisinden mahrum gönül, virânedir”. Gerçi İbrahim Hakkı gibi ârifler, “Defineye mâlik virâneler var” demişlerdir. Ancak bizim cümlemizdeki vurgu ile İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hikmeti çelişmez. Bizim dile getirdiğimiz virâne, definesiz virânedir. Hazret’in beyan ettiği virâne ise defineli viranedir.

Define nedir? Peygamber sevgisi... Peygamber sevgisinden mahrum olan her iş, definesiz virâne yani netîcesiz, sonuçsuz iştir…

İman zirve, yeis uçurum

Geldik yine sonu görme meselesine... Demek ki sonu gören gözün sürmesi, Peygamber’in ayak toprağından çekilmiştir. Peygamber’in izinden giden, gözünü O’nun izinin tozuyla sürmeler. Ki bu sürme, gözdeki gaflet perdesini yırtıp basîret gözünü açar. Gözünü Peygamber’in ayak tozuyla sürmelemiş bir şaire kulak vermenin tam sırasıdır: “Ümmîddeyiz, ye’s ile âh eylemeyiz biz/ Sermâye-i îmanı tebâh eylemeyiz biz/ Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz/ Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz/ Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin Efendim/ Hakdan bize Sultân-ı Müeyyedsin Efendim…”

Mevlâna’nın aramamızı tembih ettiği mürşidi, bakınız onun bağlı ve sevdâlılarından Şeyh Gâlib nasıl anlatıyor: Peygamber varsa ümit de vardır; çünkü O, O’ndan haber getiren ve o haber ile bizleri Hakk’a yetiren Biricik Zâttır. Âlemlerin Övüncü, “Hak vardır, bu haberler de O’ndandır” dediyse bize, Ebu Bekir gibi tasdik etmek düşer. O’nun söylediğini tasdik, yeis ve ümitsizliğin zıddıdır. Çünkü O’nun getirdiği emsalsiz hazîne, imandır. Mümin, ondan aldığı iman sermayesine sahip çıkmalı, gözü gibi korumalıdır. Bu sermayeyi kaybedenin müflis bir tüccardan farkı olmaz ve yeis çukuruna düşerek helâk olur. O bize imanı, yeisten kurtulalım diye aşıladı. Zira iman Rahmânî, yeis ise şeytanî bir telkindir. O hâlde telkine bak da şeyhinin kim olduğuna karar ver! İman zirve, yeis uçurumdur. Zirveye varmak çaba ve sabır ister ve dahi nice nice zaman… Uçuruma düşmekse bir hamlelik an! O zordur, bu kolay; lâkin zor olanı başarmaktır asıl olay.

“Ya Resûlullah” diyor Şeyh Gâlib, “Senin kapından ayrılıp da başkasının kapısına sığınmayız”. İşte biz zamane gafillerine altın değerinde bir öğüt! Bizler ne utanmaz âdemleriz ki, Peygamber’e âlemde bir cümle kurmayı bile çok gören münafıkların kapısına koşuyoruz. “İşte Kur’ân burada!” deyip güya din hâmiliğine soyunan, kalpleri kurak, beyinleri sulak birtakım ademîlerin telkinlerine kapılıyoruz. Peygamber adına Peygamberimiz budanırken bir de o zalimleri yani kalpleri Hakk nurundan mahrum kalmış karanlık kişileri “İşte âlim budur!” diye alkışlıyoruz.

İslâm ulemâsı, kılı kırk yarıp bir hadîs ilmi tertip etmiş ve hadîslerin sahih ve mevzu olanlarını ayırmışken, “Goldziher” adlı bir Mûsevî müsteşrikinin iğvasına kanıp hadîslerden yüz çevirdik. Dön de bir yüz çevirdiğimiz kapıya bak, bir de yüzümüzü döndüğümüz kapıya! Adama bir de “modern İslâmî ilimlerin kurucusu” (!) sıfatlı bir zoka takmışlar, biz b(alıkları) da o zokanın üzerine salmışlar.

Hazret, “Üstat ara” dedi, Gâliba biz “Usat(asiler) ara” dediğini sandık. O zan sebebiyle de Peygamber’in kutlu kapısını bırakıp hilekârların ıslık sesine koştuk. O kapıda can gıdası vardı, bu kapı cehennem meyvesiyle dolu. O kapıda sebat edince izzet bulduk, bu kapıya koşunca zillet. O kapıda melik idik, bu kapıda memlûk. O kapıda her haber müjde idi, bu kapıda her haber birbirinden pejmürde. O kapıda safî edep idik; kazâra ayağımız kayacak olsa, hemen Nâbî kavlince “Sakın terk-i edepten kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu” derlerdi ve Yûnus Emre kavlince de “Yort, savul!”. Bu kapıda ise hem edepsiziz, hem de hâddini bilmez, geveze bir yırtık davul.

Devam ediyor Şeyh Gâlib: “Senin sayende kimseye bakmazdık…” Senin kutlu kanatlarının gölgesi altında iken tehlikelerden o kadar emindik ki, ne alıcı kuş gözlerdik, ne yem arardık. Sen bizim üstümüzde uçtukça kurtla kuzu beraber gezer, güvercinle doğan kanat kanada uçardı. Sen ümm (anne) idin, biz de civcivlerin hükmünde olan ümmet. Ey aziz annemiz, alıcı kuşların ıslık sesine aldanıp Senin kanatların altından çıkınca bu ümmeti târumar ettiler! Kimimizi kuş kaptı, kimimizi kurt. Kimimiz de yuvadaki kardeşlerimizin kurdu olup birbirimizi yedik. Önceleri Senden başkasını görmeyen gözümüz, şimdi sadece seni görmüyor.

Ümmet hâlinde Senin kanadın altında iken, ne soy düşünürdük, ne sop. Senin kapında iken sadece kul olmakla iftihar ederdik. Ama şimdi öyle mi? Hepimiz Senin ardında sarı, çil, siyah, kızıl renkli civcivlerdik. Ama Sen varken tek renk görür ve tek renkte görünürdük. Senin kapından uzak düşünce biz civcivler birbirimize, “Sen karasın, sen de kızıl!”, “Sen sarısın, sen de çil” diye birbirimize horozlandık. Henüz yeni yeten gül ibiklerimiz kızıl kana boyandı, pençelerimizin narin mahmuzları kırıldı ve tüylerimiz pörsüdü. Ama ne yaptıysak renklerimizi öbürüne kabul ettiremedik. Aynı annenin kanatları altında palazlandığımızı unutturdular bize. Mankurtlara döndük. Soy sopla övünmek, bizi ümmetlikten milletliğe, oradan da kavmiyete götürdü Efendim!

Kureyş’in uluları yine Cahiliye fermanları yazıyor. Ah Efendim ah, Ebu Cehil ve Ebu Lehebler kol geziyor! Biz işte buyuz: “Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin Efendim/ Hakdan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim…”

“Kimin civcivi lider?” bozgunu

Mevlâna, annenin kanatları altından çıkan her civcivin aslında azim bir ayrılık ve zillete düşeceğini söyler: Sonu, kendince görünce her millet/ Zillete esir olup kalır elbet.”

Her millet yani anne kanadından (ümmet) uzak düşen her civciv, işin sonunu kendine göre algılayınca, ortaya çıkan manzara tam bir curcuna olur. Hazret, “Aslı Tevhîd olan din, mensuplarının bu tutumu yüzünden bir ayrışma ve düşkünlük yurdu hâline gelir” demeye getirir: “Âkıbeti görme, gelseydi elden/ Kalmazdı, din ihtilafına neden.”

“Âkıbet” kelimesini Hazret, burada iki mânâya gelecek şekilde kullanmıştır. İlkinde, “Soy sop dâvâsına düşmenin âkıbeti, din ihtilâfıdır” der. İkincisinde ise, “Biz müminlerde âkıbeti görecek basîret olsaydı, din ihtilâfına geçit vermezdik” demek ister. Mevlâna burada, aramamızı istediği “üstat” kavramı ile bir hususu daha ihsas eder: Liderlik...

Mânevî yönden “mürşit ve pîr”, mülkî yönden ise “şah, sultan, emir, başbakan ve başkan” unvanları, liderlik ve önderliği vurgulayan kavramlardır. Mevlâna’ya göre kavmine lider ve önder olan kimseler, ayrıştırıcı değil toparlayıcı, kutuplaştırıcı değil kaynaştırıcı vasıflara sahip olmalıdırlar. Onların önderlik ettiği zamanda insanlar mâkâm ve mevkilere soy ve sop, akrabalık ve hısımlık, evlâtlık ve yeğenlik, bölgecilik ve hemşerilik ilişkileriyle değil, liyakat, marifet ve hakkaniyet ölçülerine göre gelmelidirler. Zira böyle yapılmazsa işin âkıbetinden yani mâkâmlara atananların yol açacağı sorunlardan gafil kalınmış olur.

Önder, böyle bir durumda adaletin zıddına iş yapmış olacağından zulme düşmüş olur. Çünkü mâkâm söz konusu olunca, adaletin zıddı zulümdür. Adalet hak, âdil davranmamak da haksızlık olduğuna göre, adaletten kopmak, zulmü âbâd etmek anlamına gelir.

Oysa her zaman aradığımız ve özlediğimiz Üstadımız yani Peygamber Efendimiz, mülkü adaletle, mânâ âlemini ise marifetle yönetmiştir. Adalet gibi marifet de yönetsel bir kavramdır. Bir velîye “mânâ âleminin sultanı yahut şahı” denirken, marifetin yönetsel bir tarafı olduğuna da atıf vardır. Zira nerede varlık varsa, orada bir nizâma ihtiyaç duyulur.