Hak görünümlü küfrün dinle cengi (13)

Hakikati tek bir eylem ve tutum içine koymak hatâlıdır. Bu takdirde kişi, o eylem olmazsa yolu kaybedeceğini zanneder. Oysa kendi yolunu bağlayan bu tutumdan uzaklaştığı anda, kaybetme korkusunun yersiz olduğunu ve kaybettiği şeyin yerini alacak yüzlerce yeni şeyin bulunacağını anlamış olur. Ve önemli olan, görüş ve vehim mumunu yakmak değil, can mumunu yakmaktır.

HİLEKÂR vezirin diğer beye yazdığı mektup, Aczîlerin tam zıddına bir hüküm içermektedir. Vezir bu mektupta, aczi reddederek aczi benimsemenin nimet inkârı ile aynı anlama geldiğini söyler. Hakk bunca nimet vermişken aczi benimseyerek bu nimetlere sırt dönmek, Hakk’ın verdiği nimetlerin inkârından başka bir şey değildir.

“Birinde demiş, ‘Aczi görme sakın;/ O acz, nimeti inkârdır, kaçın!’”

Vezir bu kez, aczi bir tavır olarak benimseyenlerin tam karşısına, “Kudretçiler” diyebileceğimiz bir görüşü konumlar. Bu görüş sahipleri acze değil, kudrete itibar etmektedirler. Onlara göre insandaki kudret, bizzat Cenâb-ı Allah’tan gelen bir kudrettir. Dolayısıyla bizdeki kudret Hakk’tan geldiğine göre bir nimettir. Bu nimetin gereği de yapılmalıdır. Oysa acz esas alınırsa, kudret nimetinden yararlanmak gibi bir eylem gerçekleşmez ve bizdeki kudret nimeti, fark edilmeden gelip geçer. Bu tavır da böyle bir ihsan ve böyle bir nimetin inkârı ile sonuçlanmış olur.

Mevlâna buradaki Kudretçilerin durumunu ele alırken, bunun sağlıklı bir kudret anlayışı olmadığını ifade ederek dolaylı yoldan Mutezile anlayışının kudret yorumunu eleştirmektedir. Kişideki kudretin Hakk’ın kudreti olduğunu söylemek, onu Hakk ile özdeşleştirmeye giden bir kapı açtığı için, kişinin eylemlerinde mesul olmadığı gibi, sağlıksız bir sonuca ulaşmasına da yol açar. Ancak kudret ve insan ilişkisini maksadını aşmayan bir ilişki olarak ele aldığımızda, beşerin hak ve hakikate yönelik eylemlerinde tuttuğu yolun güç ve feyzinden kaynaklanan bir kudret hissi ile dolacağı da açıktır.

Hak ve hakikatin insan psikolojisinde ortaya çıkardığı davranış biçimlerinden biri de kudret hissidir. Sözgelimi, hak yolunda cenk edenler, cenklerinin Hakk’ın rızâsını kazanmak için bir araç olduğunu bilirler. İşte o zaman, cenk ederken sadece bir kuru cengâver değil, aksine kendi güçlerinin çok üstünde bir güçle donanarak, düşmana, kendinden geçmiş bir fil gibi saldırır. Bu saldırıda ölüm ile kalım arasında hiçbir mesafe ayrımı yapmazlar; çünkü zihinleri, gönülleri ve bütün uzuvları özge bir kudret hissi ile dolduğu için ölümüne savaşırlar.

Böyle bir psikoloji ile savaşan cengâverin önünde düşman fazla tutunamaz. Çünkü Hakk askerindeki kudret hissine mukabil, bâtıl askerinde de zaaf ve korku oluşur. Yine aşk olayında da aynı durum söz konusudur. Aşk, muhabbetin tavanı ve ötesi sayılır. Muhabbet bir gönle ve bir dimağa yerleşince, kişi, muazzam bir kudret hissiyle dolar ve aşkı uğrunda katlanamayacağı fedakârlık ve göze alamayacağı risk kalmaz. Aşk nimetinden önce zayıf ve edilgen bir tip bile olsa, bu tip aşkla buluşunca, bütün âlemi karşısına alacak bir kudret hissi ile dolar.

Hak ve hakikatle temâsımızda Cenâb-ı Hakk’tan bir ihsan olarak gelen bu kudret hissini, tamamen Hakk kudreti saymak ve ona göre davranmak mahzurludur. Böyle sayıldığında Hakk’ın sonsuz kudretinin fâni olanın kabına sığacağını var saymak gibi bir yanlışa düşeriz. Hazîne ayrı şeydir, hazîneden bir şey bağışlamaksa ayrı bir şey… Bize gelen kudret hissi, onun sonsuz kudret hazînesinden gelen bir tutamcık bağıştan ibarettir. Bu bağışa bakarak kendimizi hazînenin sahibi sanmak sadece gaflettir.

“Kudretini gör, ondandır bu kudret,/ Bil, senin kudretin, ondan bir nimet./ Birinde demiş ki, ‘Bunları bırak,/ Nazara sığan her şey, puttur elhak!’.”


Karanlıkta çatışma zemini hazırlamak

Vezir bir başka beye yazdığı mektupta ise, hem Aczîleri, hem de Kudretçileri olumsuzlayarak yeni tayfanın, birbirinin zıddı olan bu iki görüşe de yanaşmamasını salık vermektedir. Bunların netîcede nazara ve görüşe sığan şeyler olduğunu ifade ederek, nazara sığan her şeyin put sayılacağını ifade eder. Bu durumda gerek acze mensup olanlar, gerekse kudrete mensup olanlar, aslında bu görüşlerini belli bir nazar ve nazariye çerçevesine oturttukları zaman, tapmak için put yapan birisinden farksız hâlâ gelirler. Önemli olan, tutulan yoldaki görüşlerin, nazarın ve çerçevelemenin dışında olmasıdır. Çünkü mânâyı kuşattığımızda ve onu somut hâle getirdiğimizde, artık o madde değil, puttur.

Mevlâna’nın bu görüş sahiplerinden maksadı, Hakk’ın İsim ve Sıfatlarını birbirinden ayırarak, ortaya hak görünümlü put çıkaran görüş sahipleridir. İslâm düşüncesi içerisinde mülhide ve muattıla gibi anlayışlar, genelde kendilerini bu tip anlayışlar üzerinden konumlamışlardır.

“Birinde demiş, ‘Bu mumu söndürme,/ Ki bu görüşler mum gibidir cem’e’./ Nazar ve hayâlden geçersen eğer,/ Visâl mumu gece yarısı söner.”

Hilekâr vezir, diğer bir beye yazdığı mektupta ise nazar ve hayâlin makbul olduğunu söyleyerek, nazara sığan her şeyi put olarak gören anlayışın tam zıddına bir topluluk teşkil eder. Bu topluluğa göre, nazar ve hayâl, gece meclisinde yakılmış birer muma benzer. Bu mumlar yakılmasa meclis, içinde bulunduğu zulmetten kurtulamaz. Mum yanar, zulmet izale olur, karanlık ortadan kalkar ve meclistekiler birbirlerinin sûretlerini görerek sohbeti sürdürürler. Tıpkı bunun gibi, nazar ve hayâl, toplum için birer aydınlatıcı mumdur.

Nazar ve hayâl ile ortaya konulan görüşler, hak ve hakikate kavuşmanın özel birer usûlüdür. Bu usûlden vazgeçilirse, tıpkı meclisteki mumun gece yarısı sönüp meclistekileri karanlıkta bırakması gibi, hak yolcularını kavuşma ve ulaşma yolundan geri çevirmiş olur. Oysa asıl maksat, kavuşma gecesinde kavuşma mumunu yakarak yârin özge cemâlini temâşâ etmektir. Bunlar ortadan kalkarsa, âşık mâşuka ulaşamaz ve mâşuka götüreceği vâsıtaları kaybettiği için de mâşuk ortadan kalkmış olur.

“Birinde demiş ki, ‘Söndür, korku ne?’./ Yüz bin karşılık bulursun yerine./ Söndürünce artar can mumunda nur,/ Sabrın yüzünden Leylâ’n, Mecnun olur!”

Müfsit vezir, hayâl ve nazar mumuyla meclise gidenlerin zıddına, bu kez hayâl ve nazar mumunun yakılmasını değil, söndürülmesini esas alır. Şayet bu görüşe mensup olanlar, nazar ve hayâli temel gerçeklik sayarlarsa, yegâne korkuları, ellerindeki bu mumun sönme korkusu olur. Oysa hakikati tek bir eylem ve tutum içine koymak hatâlıdır. Bu takdirde kişi, o eylem olmazsa yolu kaybedeceğini zanneder. Oysa kendi yolunu bağlayan bu tutumdan uzaklaştığı anda, kaybetme korkusunun yersiz olduğunu ve kaybettiği şeyin yerini alacak yüzlerce yeni şeyin bulunacağını anlamış olur. Ve önemli olan, görüş ve vehim mumunu yakmak değil, can mumunu yakmaktır.

Sabır ve can mumu

Önümüzü ışıtan ancak ufkumuzu karartan görüş, hayâl ve vehim mumlarını söndürürsek, bunun karşılığında can mumunun ferinin arttığını ve ferin artmasıyla beraber sürecin bildiğimizin dışında bir kuralla işleğini görürüz. Çünkü görüş mumundan can mumuna giden yolda “sabır” denilen bir süreç vardır.

Görüş, hayâl ve vehimlerimizin temel hikmeti, bize asıl yanması gereken mumun “can mumu” olduğunu kavratmasıdır. Buradan anlaşılır ki, bir fikir, görüş ve anlayışla zihnen temâs etmek ve o anlayışın mumuyla aklî ve zihnî alanı aydınlatmak kolaydır. Ancak gözden uzak tutulması gereken şey, kişinin bu aydınlanmayı gerekli sayması ve diğer aydınlanmaya göre bir karanlık olan o aydınlık içinde hayatını geçirmesidir. Oysa bu zâhirî ve itibârî aydınlıkların ve ateşlerin asıl amacı, daha büyük bir nura mâlik olan can mumunu tutuşturmaktır.

Fikirlerimizin mumunu yakıp mânâ âleminin sonsuz genişliğindeki can mumunu aydınlatmazsak, fikir ve anlayış olarak bir odanın ışığı ile yetinmiş, ancak koca bir âlemin ışığından mahrum kalmış oluruz. Çünkü bütün fikir ve görüşler temelde bir şeye hizmet eder veya etmelidir. Bu da bunların aydınlığı ile asıl aydınlığın kaynağı olan can mumunu tutuşturacak marifeti elde etmektir. Bu marifeti elde etmek, bir sabır sürecidir. Can mumu nazlı, nazik ve zor yanan bir mumdur. Her görüş, her fikir ve her hayâl, o mumun içinden bir parçayı tutuşturur. Kişi onun bütünüyle tutuşması sürecine sabretmeli yani yeni fikir, görüş ve hayâller üretmelidir. Sonunda bütün fikir ve hayâl ışıklarının, yeni tutuşan mumun ışığında kaybolduğunu görecek ve asıl aydınlığa o zaman kavuşacaktır.

Hakikate götüren bir değil, pek çok yol vardır. Her yol bir anlayışın, bir görüşün, bir mezhebin ve bir milletin kurtarıcısı olabilir. Bunların hepsi de farklı yolları takip ettikleri hâlde Hakk menziline ulaşabilirler. 

Bu süreç, öyle bir sabır sürecidir ki Leylâ, Mecnun’a dönüşür. Yani akıl ve temkin Leylâ’sı, aşk ve coşkunluk Mecnun’una dönüşür. Mecnun aşk ateşiyle yandığı için, coşkuyu, şevki ve aşk ışığını temsil etmektedir. Leylâ ise temkin ve ihtiyat olduğu için, bu ışığın karşısında yer alan karanlığı temsil etmektedir. İşte bu yolda sabır, karanlığı ışığa yani Leylâ’yı Mecnun’a dönüştürecektir. Böylelikle Leylâ’daki anlam, kendisini Mecnun’un can mumunun fitilinde hakikat nuru olarak ifade edecektir.

“Kim zahidlikle dünyayı terk eder,/ Dünya, ona doğru daha çok gider!”

Mevlâna bu durumla ilgili bir örnek verir. Bu örnek, talep ile matlup arasındaki ezelî kanundur.

Bu kanun şu şekilde işler: Âlemde neyi istersek o bizden kaçar, neyin peşine düşsek o bizden uzaklaşır. İstediğimiz müddetçe, talep ettiğimiz şey bizimle temâs edemez. Zaman zaman yüz gösterip el sallayacak gibi olsa bile, araya engel ve engelleyiciler girerek talep ve matlubun bir araya gelmesine mâni olurlar. Ancak ne zaman ki istediğimiz şeyden vazgeçip peşine düştüğümüz şeyden yüz geri etsek ve dahi onu istemek ve aramaktan vazgeçsek, tuhaf bir şekilde talep ettiğimiz ve peşine düştüğümüz şey bize doğru gelir ve bizimle temâs kurar.

Bu tuhaf kanun, dervişlik yolunda yolcuların yolunu en çok vuran tuzaklardan biridir. Derviş dünya isterken dünya ondan kaçar. Dünyaya sırt çevirip züht yoluna adım attığında ise talepleri, her boşluktan başını uzatarak “Ben geldim!” müjdesini verir.

 

“Birinde der, ‘Ne verdiyse sana Hakk,/ Yaratırken tatlı kılmış, muhakkak’./ Sana kolay ve hoş kılınanı al,/ Kendini, sıkıntıdan kenara çal.”

Nimetin hoşu

Vezir bir başka beye yazdığı mektupta ise, Cenabı Hakk’ın insana hangi nimeti verdiyse onu kendisine hoş ve tatlı kılmak için verdiğini söyler. Kişi bunlara yüz çevirmek yerine el uzatıp almalı ve o nimetten sonuna kadar gönül rahatlığıyla yararlanmalıdır. O hâlde kişi, kendisi için kolay ve hoş kılınan nimetlere yönelmeli, onlar için sıkıntı çekerek mutsuz olmaya ihtiyaç duymamalıdır. Hakk mademki bu nimetleri kişinin önüne sermiştir, kişinin “Bu nedir, şu nedir?” demeden kendisine kolay ve hoş gelen her şeyi kabul edip âlemde rahatına bakması gerekir. Çünkü bize o nimetleri böylesi bir cömertlikle sunan kişi, elbette mutlu olmamızı, sıkıntılardan kurtulmamızı ve hayatımızı kolaylıkla sürdürmemizi murâd etmektedir. Yemeli, içmeli, günümüzü gün etmeli, kaygı ve sıkıntılardan azâde yaşamalıyız.

“Birinde der, ‘Senin olandan geç hemen/ Kötü ve merduttur tab’a hoş gelen’…”

Vezir, nimetlerle mutlu olanların tam tersine, nimetleri onların anladığı gibi anlamayan yeni bir bölük oluşturur. Bu dinî bölük, doygunluk ve istiğna tavrını önceleyen bir bölüktür. Bunlar, verilen nimetlerle günü gün etmenin bir tuzak olduğunu ve bu tuzağa düşenlerin nimet sahibine ulaşmasının mümkün olamayacağı inancındadırlar. Çünkü insanın yaratılışına hoş ve güzel gelen şeylerde, nefsin mutluluğu söz konusu olur. Nefs, önüne konulan şeyleri bir tasnife, bir anlayışa ve bir değerlendirmeye tâbi tutmadan, hak ve hukuku gözetmeden, haram ve helâli ayırt etmeden tüketmeye yönelir. Oysa nefse ve tabiatımıza hoş gelen şeyler de zâhiren bir mutluluk, kâr ve kazanç var gibi görünürler.

Olayın iç tarafına bakıldığında, bu görünenlerin hiç de iyi olmadığı, bilâkis bizi yoldan çıkarıp hakikatten uzaklaştırdığı görülür. İnsanın yapması gereken şey, tabiat ve nefsine hoş ve kolay gelen şeylerden sakınmak ve bunlar üzerinde “Ne getirir, ne götürür?” biçiminde bir muhasebe yapmaktır. Bu yapılmazsa, iyi sandığımızla kötüye, kolay sandığımızla zora doğru bir yola çıkmış oluruz. Çünkü hoş, güzel ve kolay olanın verdiği haz, idrakimize bir perde teşkil ederek bizi bu perdenin gerisinde bırakır.

“Muhtelif yollar, kolaylık her zaman;/ Her biri, bir millete olmuştur can./ Yol olsaydı Hakk’ın kolay kılması,/ Bilirdi her Yahudi ve Mecusî…”

Oysa hakikate götüren bir değil, pek çok yol vardır. Her yol bir anlayışın, bir görüşün, bir mezhebin ve bir milletin kurtarıcısı olabilir. Bunların hepsi de farklı yolları takip ettikleri hâlde Hakk menziline ulaşabilirler.

Söz gelimi, Kâbe’ye giden müminleri düşünelim: Kâbe’ye kara yoluyla ve yürüyerek gidilebilir mi? Gidilebilir. Kâbe’ye hava yoluyla gidilebilir mi? Gidilebilir. Kâbe’ye deniz yoluyla gidilebilir mi? Gidilebilir. Kâbe’ye muhtelif kara araçlarıyla gidilebilir mi? Gidilebilir. Netîcede ister karadan gidilsin, ister denizden, ister havadan, Kâbe’ye gidilmiş olur. Önemli olan, neyle gittiğimiz değil, Kâbe’ye gitmiş olmamızdır. Tıpkı bunun gibi, hakikate giden yollar da muhteliftir ve ümit edilir ki, bu yolların her biri o yolda yol alanları maksatlarına ulaştırır.

Yol yok ki kolay olsun…

Ancak “Hakk’ın kolay kılması” diye bir yol yoktur. Eğer böyle bir yol olsaydı, bu yolu müminlerden önce Mecûsî ve Yahudiler bilirdi. Çünkü onların tuttukları yolda zorluk ve çileye mukabil kolaylık ve elde etmeye dair bir anlayış geçerlidir. Doğru olmayan bu anlayış geçerli olsaydı, onlar bunu bizden önce bilirlerdi. Demek ki, kolay ve hoş kılma tuzağına düşmemek gerekir!

“Birinde der, ‘Olan kolay ve yesîr,/ Gönle hayat, cana gıda verendir’./ Tab’a zevkli gelen şeyler zamanla/ Olur, ürün vermez çorak bir tarla./ Pişmanlıktır mahsulü, neye yarar?/ Alım satımı da sadece zarar./ Onun adı kolay değil, akıbet,/ Onun adını zorluk bil, akıbet.../ Tut âkıbet, zoru kolaydan ayrı,/ Bak onların yüzüne ayrı ayrı…”

Vezir bir başka mektupta ise, hitap ettiği beye, kolay ve hoş olanın aldatıcı olduğunu, bu yolu tutanların sonunda hüsranı tadacağını belirtir. İnsanın yaratılışına hoş gelen şeyler, zamanla gerçek yüzünü gösterir ve bizler, bolluk ve güzellik zannettiğimiz şeyin darlık ve çirkinlik ile sonuçlandığını acı bir şekilde kavrarız. Çünkü bu tip eylemlerle yola çıkanların karşılaşacağı şeyin özelliği, daima umdukları ve hesapladıklarının zıddı olmasıdır.

Sonuçta aldığımızı zannettiğimiz hazzın bir nedamet ve pişmanlık olduğu görülür. Ve yine sonuçta, acı bir şekilde şu gerçeği de tecrübe ederiz: Meğer bizim “kolaylık” diye adlandırdığımız şey, zorluk ve çetinliğin ta kendisiymiş! İşte bu itibarla kolay ve zor dediklerimizi bir kez daha elekten geçirmeli ve onlara ayrı ayrı bir daha bakmalıyız!

Böyle bir işlemin sonunda “kolay” dediğimizin zor, “zor” dediğimizin de kolay görünmesi şaşırtıcı olmaz. Çünkü bu ayrımı yaparken ayrımın temelinde, tecrübe dediğimiz bir tadış ve yaşayış vardır. Kişi yaşayıp tecrübe ettikçe şaşmaz sandığı hükümlerini, kendisini yanıltan bir mâhiyet aldığını görür. Ancak bu yanılgı, kolayın zor ve zorun da kolay olduğunu bildiren bir uyarıcıdan başkası değildir. (Devam edecek…)