MÜFSİT
vezir, müritlere tekrar çıkışarak, onların getirdikleri delillerin kendi
öğretisi ile çeliştiğini belirtmek için delil getirme ile nasihat etmenin
zıtlığı üzerinden şöyle uyarır: “Dedi: ‘Delilleri
öz söyleyin de/ Öğüde yol açın can ve gönülde./ Madem eminim, suçlanır mı emin?/
Velev ki demiş olsam göğe zemin./ Kâmilsem, nedir bu kemâli inkâr?/ Değilsem,
nedir bu zahmet ve azar?/ Çıkmayacağım bu halvetten taşra,/ Derunî hâllerle
meşgulüm zira.’”
Delil, ispata dayanan bir
yöntemin aracıdır. Vezir, burada kendisini Hakk yolunda bir mürşit olarak kabul
ettirdiği için delilden uzak durarak Hakk rehberi olduğu konusunda uyanacak bir
kuşkudan uzak durma tavrını seçmektedir. Bu yüzden müritleri, delil getirmeleri
yönünde azarlayıp tenkit ederek delilin “öğüt ve nasihatin yolunu kapayan (!) bir
yöntem” olduğunu söyler.
Aslında vezirin delil ve öğüt
arasındaki zıtlığı gerçek bir mürşit edâsıyla ayırt etmesi, onun kendine özgü
hile taktiklerinden biridir. Hilekârların tutturdukları tarz üzerinde en çok
dikkat ettikleri hususlardan biri, arkalarında iz bırakma endişesidir.
Kendileri arkada bırakılmış izler üzerinden takip sürdükleri için, kendi
tarzlarının başkası tarafından keşfedilmesini istemezler. Çünkü böyle bir
durumda saklayıp gizledikleri her şeyin bir ipucu teşkil ettiğini tecrübî
olarak bilirler. Onların tarzı, karda gezip iz bırakmama üzerine bir hilekâr
çaba içerir. Fakat tuhaftır, bir yolu aynı prensipler izleyerek yürüyen hakikî
mürşitlerin arkasında ayaklarına dolanacak ve önlerini kesecek hiçbir perde
bulunmazken, aynı yolu aynı prensiplerle yürüyen sahtekârların niyetlerinin
hile ve iva olmasından dolayı, zemin kayalık bile olsa diz kapaklarına kadar
battıkları ve zemin sulak bile olsa bastıkları yeri kuruttukları görülür.
Mevlâna, niyetlerin
ilkeleri öncelediğini söyler. Hâlis niyetle yol alan bir Hakk yolcusunun,
önünde tuzaklar kurulmuş olsa bile bu tuzakları Hakk’ın inâyet eliyle aştığı
veya bu tuzakların etrafından dolandığı görülür. Hakk yolcusu, yolculuk
esnasında bu belâların üstünden ve kıyısından geçtiğini bilmese bile, işin
sonunda anlaşılır ki, tuzakların üstünden geçmiş ve kenarından dolanmıştır.
Zira hâlis niyet, yolcunun önünde Hakk’ın inayetiyle buluşarak bir tuzak bozucu
ve yol açıcı olarak devreye girer.
Sûretâ tıpkı Hakk
yolcusunun hâlisane dile getirdiği ilkeleri gönlüyle değil de diliyle söyleyen hilekârlar,
düz yolda arkasından gelenlere tuzaklar kurarak ilerlerler. Tam menzile
yaklaştıkları esnada niyetlerinin bozukluğu Cenâb-ı Hakk’ın gazâbıyla
birleşerek bu müfsit yolcuyu mutlaka kendisinin kurduğu tuzaktan daha büyük bir
tuzağa düşürür. Hilekâr, bütün ömrünce suyunu içmek için yürüdüğü vahayı görür
ama gözünün önünde âb-ı hayat gibi dalgalanan o marifet suyunu içmeye muvaffak
olamaz. Her şeyden önce, delilci kendisidir. Öğüt verdiği başkalarıdır. Oysa
vezir, kendisini öğütçü ve müritleri delil peşinde olmakla suçlayarak
hilekârların temel argümanlarından olan “yansıtmaya” başvurur.
Su akar, yolunu bulur
Mevlâna, burada bizi
hilekârların yansıtma taktikleri üzerinde çok dikkatli durmamız gerektiği
konusunda uyarmaktadır. Bu demektir ki, bir yol sahtekârı sık sık muhataplarını
yolun esaslarından ayrılmakla suçluyor ve suçlama tavrını bir karakter hâline
getiriyorsa, gün gibi aşikârdır ki, kendi menhus emellerini örten bir din
taciri ile karşı karşıyayızdır. Şu hususu unutmamak gerekir; örtme, gizlenme
gibi görünme ve yansıtma, bu tip sahtekârların birini çıkarıp öbürünü
giydikleri aldatıcı giysilerdir. Biz her defasında muhatabın kendisine değil de
libaslarına takıldığımız için önce gözümüzden, ardından da kulağımızdan
aldanırız.
Vezir, görüldüğü gibi
delilci olarak müritleri nazara vermekte ve kendisini de Hakk öğütçüsü olarak
takdim etmektedir. Oysa delil müritlerde iğreti; nasihatçılık ise sahtekâr
vezirde iğretidir. Bu sahne, gerçek bir mürşit ve müritler arasında cereyan
etseydi, mürşit, hikmet üslûbuyla konuşacağı için nefsini yermek üzere delilci
olarak kendisini, öğütçü olarak da müritleri gösterecekti. Burada sahneden bir
an sahtekâr vezir ve müritlerini çekersek, arka plânda Mevlâna’nın, senaryonun
dışından konuştuğunu görürüz.
Mevlâna’da delil ve öğüt zıtlığı, iki ayrı anlayışın cedelleşmesidir. Biz bu sahnede örtülü de olsa medrese mensuplarıyla tekke mensuplarının yollarının sıhhati üzerinde münakaşa ettiklerini görürüz. Medrese ehli, ilmin yatay boyutunda kaldığı için delillerden asla kopmayan bir bakış açısına dayanan hayat algısı inşâ eder ve bu algının dışındaki her şeyi akıl ve mantığa mugayir eder. Mevlâna ise tam aksi görüştedir. Ona göre, bir meselede delillerden kopmadan yürümek, delilin, hakikatin önünü kesmesi tehlikesini taşır. Ona göre bizde Hakk parçaları olan can ve gönül, fıtrî olarak Hakk istikametinde bir yol tutarlar. Delil, işte bu Hakk parçalarının düz yollarını kesen bir haramîden farksız olarak önlerine geçer ve onları ikna gücünden dolayı yoldan çıkarır.
Hilekâr vezirin asıl öldürücü cümlesi, “Derunî hâllerle meşgulüm” cümlesidir. Bu “derunî hâl” vurgusu, Hakk yolunda yürüyenlerin en uzak emellerinin adıdır.
Mevlâna, delil ne kadar az
ise, can ve gönlün yolunun o nispette açık olduğunu söyler. Can ve gönül,
delille kendi yollarını bırakıp delilcinin yoluna saptıkları hâlde öğüt ve
nasihatle istikamet şaşmaksızın kendi menzillerine doğru yol alırlar.
Sahtekâr vezir, müritlerin
delil dolayısıyla yanlış yolda olduklarını ve bu yüzden can ve gönülde öğüde
yer kalmadığını söylerken, aslında riyakârlara mahsus iki dillilik ile
konuşmaktadır. Bu dillerden biriyle sözü doğru olarak söylemekte, öbür diliyle de
bu doğru sözü özden yoksun hâle getirerek hak öğüdün içini boşaltmaktadır.
Müritler kendisine saygı
ve bağlılıkta hiçbir kusur işlemedikleri hâlde, vezir, sahte bir alınganlık ve
celâlle doğrunun arkasına sığınarak eğri nefsini tatmin etmektedir. Burada
Mevlâna bize, sahte mürşitlerin en dikkat çekici taraflarından birinin de asla
içinden çıkamadıkları ezikliklerinin hıncını “doğru” sûretindeki öfke ve
azarlamalarla eğri nefislerini tatmin etme hâleti içinde bulunduklarını
belirterek gösterir. Aslında bu hastalıklı tiplerin bütün çabaları, âlim kılığı
altına girerek karşısındaki herkesten hakikatin temsilcisiymiş gibi bir edâ ile
hınç almalarıdır. Zira yalan ve sahtekârlık bunların hakikî mizacı hâline
geldiği için, söz ağızlarından doğru olarak çıksa bile niyetleriyle sözün özünü
bozduklarından, nasihat verirken bile hınç ve intikam almış olurlar.
Hokkabaz
Vezir, kendisini
muhataplarına “dinin emîni” olarak kabul ettirmiştir. Emîn olan birinin
suçlanması, o terbiye sistemi içerisinde mümkün değildir. Zira emîn, bir şeyi
aksi yönden söylese dahi bir hikmet gizler. Sözgelimi, Hızır, gemiyi batırmaya
çalışır. Ancak Hızır’ın gemiyi batırmasında yüz hikmet gizlidir. Gemi sahibinin
rızkını korumaya çalışması bu hikmetlerden sadece biridir. Vezir de burada
kendisine Hızır’ın ve Hızır meclisli olanların hikmetlerinden pay çıkararak, “Ben de onlar gibi, yaptığı işlerde
hikmetler gizlenen bir emînim! O hâlde benim göğe zemin dememe suçlayıp delil
getirerek onun gök olmadığını ispata girişmeyin” demektedir.
Müfsit vezir, “Velev ki gökyüzüne yeryüzü demiş olsam bile
beni suçlamayın, ben emînim” derken, aslında bu işi sözgelimi olsun diye
yapmayıp doğrudan doğruya yönteminin bizzat kendisi olarak icra etmektedir.
Mevlâna, bu tiplerin “emniyet” (emîn olmak) kisvesi altına saklanarak
kavramların yerlerini değiştirdiklerini ve bu kisve altında bir tür kavram
hokkabazlığı yaptıklarını söylemektedir.
Meseleyi inanç alanına
çekersek, bu tiplerin “sözgelimi” görüntüsü altında helâle haram, harama helâl
diyerek, güya bunu söylerken fena bir maksatları yokmuş gibi davranarak, helâl
ve haramın dengesini bozdukları ve ölçüsünü kaçırdıkları görülür. Denge bir kez
bozulmayagörsün, bu bozuluş bütün kavramlara sirâyet ederek Hak Dinin bütün
temel prensiplerinin içini boşaltır ve değerleri itibarsızlaştırır. Mevlâna’nın
tâbiriyle önemli olan, “helvaya sarımsağı katmamaktır”. Sarımsak bir kez
bulaştı mı, koku helvanın kokusu değil, sarımsağın kokusu olur.
Hilekâr vezirin diline doladığı bir başka kavram ise, “kemâl” kavramıdır. Kemâl, dinin istedikleriyle donanma işidir. Kul, dinin emir ve yasakları çizgisinde ilerlediğinde noksanlarını tamamlayarak kendisini kemâl evresine ulaşır. Bu evreye ulaşan mümin, kâmil mümindir. Elbette onun bu kemâle giderken hem ilim, hem de irfan kanadını tekmil etmesi beklenir. Bu tekmil edişin neticesinde, karşımıza nasihatleri hak olan hâl ve hareketleriyle “dinin emîni” sıfatını hak eden bir insan-ı kâmil belirir. İnsan-ı kâmil olmak bir Hakk nimeti olduğu için, bu nimetin inkârı, ziyanda olanların işidir. Zira Hakk, Kendisine yaklaşanları tamamlar, Kendisinden uzaklaşanları ise nâkıs bırakır.
Kemâl, hilâlin dolunay
olması; noksanlık ise, hilâlin bulut ardına girmesidir. Bulut, imanın üzerini
örten perde işlevindedir. Hilâlin üzerine bir kez inkâr bulutu çekilmeyegörsün,
artık o, bulut arkasında bir dolunay olur. Ancak ışık saçmak yerine karartıcı,
yol aydınlatmak yerine yol kesicidir. Hilâl, hak yolunda da dolunay olur, inkâr
yolunda da. Ancak birisi gönül safası veren ışıklar saçarken, öbürü rûhun
mevcût ışığını da çeken rûh karartıcı bir dolunay, her türlü ümit ve nûru çekip
yutan bir habîs, karadelik ve lânetli bir gözdür.
Mevlâna, “Sözgelimi şöyle
yapsam, böyle yapsam” biçimindeki masum örneğin din ve inanç alanına
taşındığında ne kadar tahrip edici ve sakıncalı bir tavır olduğunu da ihsas
eder. Sözgelimi burada gerçek bir mürşitmiş gibi konuşan hilekâr vezir, “Mademki
emînim”, “Mademki kâmilim” dedikten sonra, emîn suçlanmaz ve kemâl de inkâr
edilmez. Sağlam kabullerini ileri sürer, ancak “Ben böyleyim ama velev ki bunun aksini söylesem, velev ki emniyet ve kemâlattan
beklenmeyen işler yapsam, yine de inkâr edip suçlamayın!” derken, bu kabul
ve kavramlara iki yönlü bir zarar vermektedir. Bunlardan birincisi; yaptığı
işlerde sorgulanmazlık ve masumiyet zırhlarına bürünmesi, diğerinde ise “Suçlanır
mı, inkâr mı edilir?” derken bu kavramların esâsını zedeleyerek suçlama ve inkâr
ile birlikte ele almakta masum zihin ve gönüllere “Emîni suçlayın, kâmili inkâr
edin!” şeklindeki dolaylı telkinini yapmaktadır.
Zira din ve tasavvufta
ideal emîn ve ideal kâmil Hazreti Peygamber olduğu için, o eminliğin suçlanması
ve o kemâlin inkâr edilmesi, iman ve inanç tesbihinin imâmesinin koparılması
anlamına gelmektedir. İmâme bir kez kopmayagörsün, daha önce aynı ipte Tevhidî
bir zikri tekrarlayan taneler, Tevhid ipinden fırlayarak her biri ayrı bir yol
tutan tanelere bürünür ve hepsi ayrı bir yerde, Tevhid’den kopuk sesler vererek
istikametten uzaklaşır.
Kendisini ne kadar hakikî
olarak gösterirse göstersin, hattâ dinde emîn ve kâmil rütbesine kadar
yükselsin, netîcede sahte olan, kemâle ermeden çürümeye, emniyet nûru yaymadan
sönmeye başlar. Ne var ki, İlâhî müsamaha bunları kemâlin ve eminliğin eşiğine
kadar taşımış olur. Ancak bu tayfa, hiçbir zaman o eşiği aşıp o menzile giremez!
Menzil ile gelinen yol
arasındaki eşik, sahteyi, kötü niyeti ve hileyi, asla gizlenemeyecekleri
biçimde açığa çıkaran bir mihenktir. Buradan anlaşılır ki, Cenâb-ı Hakk,
eminliğin, kemâlin ve bunlarla eş değer bütün yüce değerlerin timizhânesine bu
kararmış gönülleri bastırmaz. O eşik, hak ile bâtılı ayıran bir mizan eşiğidir.
O tartıdan içi dolu olanlar içeri alınır, kof olanlar ise dışarı atılır.
Aslında halis niyet sahipleri süreç içerisinde kabuklarının içini iman meyvesi
ile doldururlarken, müfsit ve hilekârlar ise süreç içerisinde kabuklarının
içindeki özü de çürüterek helâk olurlar.
İşin tuhaf tarafı, Kur’ân-ı
Kerîm, böylesi tipleri kalplerinin kararıp içlerinin boşalmasından dolayı “zalimler”
olarak niteler ve böylesi zalimler hakkında dünyada rezil edileceklerinin
teminatını verirken onlar için ahiret azabını da hemen arkasından haber verir.
Bu demek olur ki, hüsran ile hasar gören böylesi zalimlerin iki cihanda da kof
kalmalarının resmi budur!
Müfsit vezir, hak görünümlü bâtıl öğüdünün en ifsat edici, en aldatıcı ve en yoldan çıkarıcı kısmını son cümleye yerleştirir. Bu tercih, özellikle seçilmiş, bilinçli bir tercihtir. Zira hatibin dinleyiciler üzerinde en etkili sözü genellikle “son söz” olduğu için, bu tip hilekârlar, inanç zehrinin en etkili kısmını daima bitiriş cümlesine şırınga ederek masum idraklere acımasızca zerk ederler. Tâbiri caizse, afyonun en büyük parçası son fasılda verilerek, kitle, kıpırdayamayacak hâle getirilir.
Müritler zannederler ki, kendileri için aşılması gereken dağlar ve geçilmesi gereken geçitlerin arkasındaki derunî hâller menzilinde, işte şu karşılarındaki pîr-i fani oturmaktadır. Böyle bir zâta sevgi, saygı ve hürmetten başka ne gösterilebilir ki?
Fedâ ama neyi?
Vezir müritleri “Hakk
öğüdü” adı altında azarlarken, aslında onlar üzerinden bütün Hıristiyan inanırları
azarlamakta, bütün masumları tehdit diliyle hizaya sokmakta ve ardından inançları
bozan zehri boca etmektedir. Güya müritlerin yalvarıp yakarmalarına, onları
doğru yolda görmüyormuş gibi sahte bir hiddet göstererek o doğru yolu bütünüyle
kendisi tutuyormuş gibi bir tavır takınmakta ve bu oyununu sürdürerek
kendisinin dünyaya ait hiçbir emel ve arzusunun bulunmadığı anlayışını zihin ve
gönüllere yerleştirmektedir. Bu örtülü algının gizlediği en temel gerçek, bu
tiplerin hiç istemez göründükleri dünyanın mal ve mâkâm gibi vaatlerine iflâh
olmaz bir tutkuyla bağlı oluşlarıdır. Onların bu hırsı öyle bir raddededir ki,
bir günlük dünya saltanatı için ebedî ahiret saltanatını fedâ etmekten çekinmezler.
Zira hırsları dünyaya ilişkin taleplerin peşinde koştuğu için, bunların âhiret
inancı da göstermeliktir. Fedâ ettikleri şey, hakikat olan şey değil,
göstermelik olan şeydir.
Hilekâr vezirin asıl
öldürücü cümlesi, “Derunî hâllerle
meşgulüm” cümlesidir. Bu “derunî hâl” vurgusu, Hakk yolunda yürüyenlerin en
uzak emellerinin adıdır. Müritler zannederler ki, kendileri için aşılması
gereken dağlar ve geçilmesi gereken geçitlerin arkasındaki derunî hâller
menzilinde, işte şu karşılarındaki pîr-i fani oturmaktadır. Böyle bir zâta
sevgi, saygı ve hürmetten başka ne gösterilebilir ki? İşte müfsit vezir de
müritleri tam bu psikolojide teslim alarak hak görünümlü bet niyetinin kölesi
yapar! Çünkü onları baştan beri getirip içine attığı kuyu, teslimiyet kuyusudur.
Böylelikle özelde vezirin müritleri, genelde ise bütün Hıristiyan inanırları,
artık vezirin istismar pençesinin altında birer avdırlar.
“Derunî hâllerle meşgul
olmak” ibâresi, tasavvufta ucu açık bir ibâredir. Bu sözü söyleyen, bu söz ile
bir mânevî hali de, her mânevî hâli de kastedebilir. İbâre böylesi bir genişlik
içerdiği için her muhatap, onunla kastedilen mânevî hâlin kendisindeki yahut
kendi algılarındaki mânevî hallere denk geldiğini sanarak tutulur ve teslim
olur. İşte direncin kırıldığı bu noktadan itibâren sahneye vezir çıkar ve ucu
açık olan “derunî hâl” kavramıyla her algıya göre oynayacağı bir alan bulur.
Derunî hâl, Hakk’tan
vâsıtasız ilham alma başlığını da içerir, yol büyükleriyle rûhânî meclis
kurmayı da. Hakikati bâtıldan “akla karayı ayırır” gibi ayırmayı da içerir,
kendi lîsanına gelen mânevî beyanları da. Mânâ tohumlarını çatlatan feyzi de
içerir, Hakk katından verilen özel ilmi de. Vezirin karşısındaki kitle bunlardan
hangisine yatkınsa, derunî hâl algısında o yatkınlığa göre bir anlam belirecek
ve bağlılığı o anlam üzerinden pekişecektir.
Hakikatte ise derunî hâl
ile vezirin derunundaki hâl tamamen birbirinden farklıdır. Derunî hâlde mânâ
güneşleri peş peşe doğarken, vezirin derununda bütün güneşler batmaktadır. (Devam edecek…)