Hak görünümlü küfrün din ile cengi (23)

Gerçek bir mürşitmiş gibi konuşan hilekâr vezir, “Mademki emînim”, “Mademki kâmilim” dedikten sonra, emîn suçlanmaz ve kemâl de inkâr edilmez. Sağlam kabullerini ileri sürer, ancak “Ben böyleyim ama velev ki bunun aksini söylesem, velev ki emniyet ve kemâlattan beklenmeyen işler yapsam, yine de inkâr edip suçlamayın!” derken, bu kabul ve kavramlara iki yönlü bir zarar vermektedir.

MÜFSİT vezir, müritlere tekrar çıkışarak, onların getirdikleri delillerin kendi öğretisi ile çeliştiğini belirtmek için delil getirme ile nasihat etmenin zıtlığı üzerinden şöyle uyarır: “Dedi: ‘Delilleri öz söyleyin de/ Öğüde yol açın can ve gönülde./ Madem eminim, suçlanır mı emin?/ Velev ki demiş olsam göğe zemin./ Kâmilsem, nedir bu kemâli inkâr?/ Değilsem, nedir bu zahmet ve azar?/ Çıkmayacağım bu halvetten taşra,/ Derunî hâllerle meşgulüm zira.’”

Delil, ispata dayanan bir yöntemin aracıdır. Vezir, burada kendisini Hakk yolunda bir mürşit olarak kabul ettirdiği için delilden uzak durarak Hakk rehberi olduğu konusunda uyanacak bir kuşkudan uzak durma tavrını seçmektedir. Bu yüzden müritleri, delil getirmeleri yönünde azarlayıp tenkit ederek delilin “öğüt ve nasihatin yolunu kapayan (!) bir yöntem” olduğunu söyler.

Aslında vezirin delil ve öğüt arasındaki zıtlığı gerçek bir mürşit edâsıyla ayırt etmesi, onun kendine özgü hile taktiklerinden biridir. Hilekârların tutturdukları tarz üzerinde en çok dikkat ettikleri hususlardan biri, arkalarında iz bırakma endişesidir. Kendileri arkada bırakılmış izler üzerinden takip sürdükleri için, kendi tarzlarının başkası tarafından keşfedilmesini istemezler. Çünkü böyle bir durumda saklayıp gizledikleri her şeyin bir ipucu teşkil ettiğini tecrübî olarak bilirler. Onların tarzı, karda gezip iz bırakmama üzerine bir hilekâr çaba içerir. Fakat tuhaftır, bir yolu aynı prensipler izleyerek yürüyen hakikî mürşitlerin arkasında ayaklarına dolanacak ve önlerini kesecek hiçbir perde bulunmazken, aynı yolu aynı prensiplerle yürüyen sahtekârların niyetlerinin hile ve iva olmasından dolayı, zemin kayalık bile olsa diz kapaklarına kadar battıkları ve zemin sulak bile olsa bastıkları yeri kuruttukları görülür.

Mevlâna, niyetlerin ilkeleri öncelediğini söyler. Hâlis niyetle yol alan bir Hakk yolcusunun, önünde tuzaklar kurulmuş olsa bile bu tuzakları Hakk’ın inâyet eliyle aştığı veya bu tuzakların etrafından dolandığı görülür. Hakk yolcusu, yolculuk esnasında bu belâların üstünden ve kıyısından geçtiğini bilmese bile, işin sonunda anlaşılır ki, tuzakların üstünden geçmiş ve kenarından dolanmıştır. Zira hâlis niyet, yolcunun önünde Hakk’ın inayetiyle buluşarak bir tuzak bozucu ve yol açıcı olarak devreye girer.

Sûretâ tıpkı Hakk yolcusunun hâlisane dile getirdiği ilkeleri gönlüyle değil de diliyle söyleyen hilekârlar, düz yolda arkasından gelenlere tuzaklar kurarak ilerlerler. Tam menzile yaklaştıkları esnada niyetlerinin bozukluğu Cenâb-ı Hakk’ın gazâbıyla birleşerek bu müfsit yolcuyu mutlaka kendisinin kurduğu tuzaktan daha büyük bir tuzağa düşürür. Hilekâr, bütün ömrünce suyunu içmek için yürüdüğü vahayı görür ama gözünün önünde âb-ı hayat gibi dalgalanan o marifet suyunu içmeye muvaffak olamaz. Her şeyden önce, delilci kendisidir. Öğüt verdiği başkalarıdır. Oysa vezir, kendisini öğütçü ve müritleri delil peşinde olmakla suçlayarak hilekârların temel argümanlarından olan “yansıtmaya” başvurur.

Su akar, yolunu bulur

Mevlâna, burada bizi hilekârların yansıtma taktikleri üzerinde çok dikkatli durmamız gerektiği konusunda uyarmaktadır. Bu demektir ki, bir yol sahtekârı sık sık muhataplarını yolun esaslarından ayrılmakla suçluyor ve suçlama tavrını bir karakter hâline getiriyorsa, gün gibi aşikârdır ki, kendi menhus emellerini örten bir din taciri ile karşı karşıyayızdır. Şu hususu unutmamak gerekir; örtme, gizlenme gibi görünme ve yansıtma, bu tip sahtekârların birini çıkarıp öbürünü giydikleri aldatıcı giysilerdir. Biz her defasında muhatabın kendisine değil de libaslarına takıldığımız için önce gözümüzden, ardından da kulağımızdan aldanırız.

Vezir, görüldüğü gibi delilci olarak müritleri nazara vermekte ve kendisini de Hakk öğütçüsü olarak takdim etmektedir. Oysa delil müritlerde iğreti; nasihatçılık ise sahtekâr vezirde iğretidir. Bu sahne, gerçek bir mürşit ve müritler arasında cereyan etseydi, mürşit, hikmet üslûbuyla konuşacağı için nefsini yermek üzere delilci olarak kendisini, öğütçü olarak da müritleri gösterecekti. Burada sahneden bir an sahtekâr vezir ve müritlerini çekersek, arka plânda Mevlâna’nın, senaryonun dışından konuştuğunu görürüz.

Mevlâna’da delil ve öğüt zıtlığı, iki ayrı anlayışın cedelleşmesidir. Biz bu sahnede örtülü de olsa medrese mensuplarıyla tekke mensuplarının yollarının sıhhati üzerinde münakaşa ettiklerini görürüz. Medrese ehli, ilmin yatay boyutunda kaldığı için delillerden asla kopmayan bir bakış açısına dayanan hayat algısı inşâ eder ve bu algının dışındaki her şeyi akıl ve mantığa mugayir eder. Mevlâna ise tam aksi görüştedir. Ona göre, bir meselede delillerden kopmadan yürümek, delilin, hakikatin önünü kesmesi tehlikesini taşır. Ona göre bizde Hakk parçaları olan can ve gönül, fıtrî olarak Hakk istikametinde bir yol tutarlar. Delil, işte bu Hakk parçalarının düz yollarını kesen bir haramîden farksız olarak önlerine geçer ve onları ikna gücünden dolayı yoldan çıkarır.

Hilekâr vezirin asıl öldürücü cümlesi, “Derunî hâllerle meşgulüm” cümlesidir. Bu “derunî hâl” vurgusu, Hakk yolunda yürüyenlerin en uzak emellerinin adıdır. 

Mevlâna, delil ne kadar az ise, can ve gönlün yolunun o nispette açık olduğunu söyler. Can ve gönül, delille kendi yollarını bırakıp delilcinin yoluna saptıkları hâlde öğüt ve nasihatle istikamet şaşmaksızın kendi menzillerine doğru yol alırlar.

Sahtekâr vezir, müritlerin delil dolayısıyla yanlış yolda olduklarını ve bu yüzden can ve gönülde öğüde yer kalmadığını söylerken, aslında riyakârlara mahsus iki dillilik ile konuşmaktadır. Bu dillerden biriyle sözü doğru olarak söylemekte, öbür diliyle de bu doğru sözü özden yoksun hâle getirerek hak öğüdün içini boşaltmaktadır.

Müritler kendisine saygı ve bağlılıkta hiçbir kusur işlemedikleri hâlde, vezir, sahte bir alınganlık ve celâlle doğrunun arkasına sığınarak eğri nefsini tatmin etmektedir. Burada Mevlâna bize, sahte mürşitlerin en dikkat çekici taraflarından birinin de asla içinden çıkamadıkları ezikliklerinin hıncını “doğru” sûretindeki öfke ve azarlamalarla eğri nefislerini tatmin etme hâleti içinde bulunduklarını belirterek gösterir. Aslında bu hastalıklı tiplerin bütün çabaları, âlim kılığı altına girerek karşısındaki herkesten hakikatin temsilcisiymiş gibi bir edâ ile hınç almalarıdır. Zira yalan ve sahtekârlık bunların hakikî mizacı hâline geldiği için, söz ağızlarından doğru olarak çıksa bile niyetleriyle sözün özünü bozduklarından, nasihat verirken bile hınç ve intikam almış olurlar.

Hokkabaz

Vezir, kendisini muhataplarına “dinin emîni” olarak kabul ettirmiştir. Emîn olan birinin suçlanması, o terbiye sistemi içerisinde mümkün değildir. Zira emîn, bir şeyi aksi yönden söylese dahi bir hikmet gizler. Sözgelimi, Hızır, gemiyi batırmaya çalışır. Ancak Hızır’ın gemiyi batırmasında yüz hikmet gizlidir. Gemi sahibinin rızkını korumaya çalışması bu hikmetlerden sadece biridir. Vezir de burada kendisine Hızır’ın ve Hızır meclisli olanların hikmetlerinden pay çıkararak, “Ben de onlar gibi, yaptığı işlerde hikmetler gizlenen bir emînim! O hâlde benim göğe zemin dememe suçlayıp delil getirerek onun gök olmadığını ispata girişmeyin” demektedir.

Müfsit vezir, “Velev ki gökyüzüne yeryüzü demiş olsam bile beni suçlamayın, ben emînim” derken, aslında bu işi sözgelimi olsun diye yapmayıp doğrudan doğruya yönteminin bizzat kendisi olarak icra etmektedir. Mevlâna, bu tiplerin “emniyet” (emîn olmak) kisvesi altına saklanarak kavramların yerlerini değiştirdiklerini ve bu kisve altında bir tür kavram hokkabazlığı yaptıklarını söylemektedir.

Meseleyi inanç alanına çekersek, bu tiplerin “sözgelimi” görüntüsü altında helâle haram, harama helâl diyerek, güya bunu söylerken fena bir maksatları yokmuş gibi davranarak, helâl ve haramın dengesini bozdukları ve ölçüsünü kaçırdıkları görülür. Denge bir kez bozulmayagörsün, bu bozuluş bütün kavramlara sirâyet ederek Hak Dinin bütün temel prensiplerinin içini boşaltır ve değerleri itibarsızlaştırır. Mevlâna’nın tâbiriyle önemli olan, “helvaya sarımsağı katmamaktır”. Sarımsak bir kez bulaştı mı, koku helvanın kokusu değil, sarımsağın kokusu olur.

Hilekâr vezirin diline doladığı bir başka kavram ise, “kemâl” kavramıdır. Kemâl, dinin istedikleriyle donanma işidir. Kul, dinin emir ve yasakları çizgisinde ilerlediğinde noksanlarını tamamlayarak kendisini kemâl evresine ulaşır. Bu evreye ulaşan mümin, kâmil mümindir. Elbette onun bu kemâle giderken hem ilim, hem de irfan kanadını tekmil etmesi beklenir. Bu tekmil edişin neticesinde, karşımıza nasihatleri hak olan hâl ve hareketleriyle “dinin emîni” sıfatını hak eden bir insan-ı kâmil belirir. İnsan-ı kâmil olmak bir Hakk nimeti olduğu için, bu nimetin inkârı, ziyanda olanların işidir. Zira Hakk, Kendisine yaklaşanları tamamlar, Kendisinden uzaklaşanları ise nâkıs bırakır.


Kemâl, hilâlin dolunay olması; noksanlık ise, hilâlin bulut ardına girmesidir. Bulut, imanın üzerini örten perde işlevindedir. Hilâlin üzerine bir kez inkâr bulutu çekilmeyegörsün, artık o, bulut arkasında bir dolunay olur. Ancak ışık saçmak yerine karartıcı, yol aydınlatmak yerine yol kesicidir. Hilâl, hak yolunda da dolunay olur, inkâr yolunda da. Ancak birisi gönül safası veren ışıklar saçarken, öbürü rûhun mevcût ışığını da çeken rûh karartıcı bir dolunay, her türlü ümit ve nûru çekip yutan bir habîs, karadelik ve lânetli bir gözdür.

Mevlâna, “Sözgelimi şöyle yapsam, böyle yapsam” biçimindeki masum örneğin din ve inanç alanına taşındığında ne kadar tahrip edici ve sakıncalı bir tavır olduğunu da ihsas eder. Sözgelimi burada gerçek bir mürşitmiş gibi konuşan hilekâr vezir, “Mademki emînim”, “Mademki kâmilim” dedikten sonra, emîn suçlanmaz ve kemâl de inkâr edilmez. Sağlam kabullerini ileri sürer, ancak “Ben böyleyim ama velev ki bunun aksini söylesem, velev ki emniyet ve kemâlattan beklenmeyen işler yapsam, yine de inkâr edip suçlamayın!” derken, bu kabul ve kavramlara iki yönlü bir zarar vermektedir. Bunlardan birincisi; yaptığı işlerde sorgulanmazlık ve masumiyet zırhlarına bürünmesi, diğerinde ise “Suçlanır mı, inkâr mı edilir?” derken bu kavramların esâsını zedeleyerek suçlama ve inkâr ile birlikte ele almakta masum zihin ve gönüllere “Emîni suçlayın, kâmili inkâr edin!” şeklindeki dolaylı telkinini yapmaktadır.

Zira din ve tasavvufta ideal emîn ve ideal kâmil Hazreti Peygamber olduğu için, o eminliğin suçlanması ve o kemâlin inkâr edilmesi, iman ve inanç tesbihinin imâmesinin koparılması anlamına gelmektedir. İmâme bir kez kopmayagörsün, daha önce aynı ipte Tevhidî bir zikri tekrarlayan taneler, Tevhid ipinden fırlayarak her biri ayrı bir yol tutan tanelere bürünür ve hepsi ayrı bir yerde, Tevhid’den kopuk sesler vererek istikametten uzaklaşır.

Kendisini ne kadar hakikî olarak gösterirse göstersin, hattâ dinde emîn ve kâmil rütbesine kadar yükselsin, netîcede sahte olan, kemâle ermeden çürümeye, emniyet nûru yaymadan sönmeye başlar. Ne var ki, İlâhî müsamaha bunları kemâlin ve eminliğin eşiğine kadar taşımış olur. Ancak bu tayfa, hiçbir zaman o eşiği aşıp o menzile giremez!  

Menzil ile gelinen yol arasındaki eşik, sahteyi, kötü niyeti ve hileyi, asla gizlenemeyecekleri biçimde açığa çıkaran bir mihenktir. Buradan anlaşılır ki, Cenâb-ı Hakk, eminliğin, kemâlin ve bunlarla eş değer bütün yüce değerlerin timizhânesine bu kararmış gönülleri bastırmaz. O eşik, hak ile bâtılı ayıran bir mizan eşiğidir. O tartıdan içi dolu olanlar içeri alınır, kof olanlar ise dışarı atılır. Aslında halis niyet sahipleri süreç içerisinde kabuklarının içini iman meyvesi ile doldururlarken, müfsit ve hilekârlar ise süreç içerisinde kabuklarının içindeki özü de çürüterek helâk olurlar.

İşin tuhaf tarafı, Kur’ân-ı Kerîm, böylesi tipleri kalplerinin kararıp içlerinin boşalmasından dolayı “zalimler” olarak niteler ve böylesi zalimler hakkında dünyada rezil edileceklerinin teminatını verirken onlar için ahiret azabını da hemen arkasından haber verir. Bu demek olur ki, hüsran ile hasar gören böylesi zalimlerin iki cihanda da kof kalmalarının resmi budur!

Müfsit vezir, hak görünümlü bâtıl öğüdünün en ifsat edici, en aldatıcı ve en yoldan çıkarıcı kısmını son cümleye yerleştirir. Bu tercih, özellikle seçilmiş, bilinçli bir tercihtir. Zira hatibin dinleyiciler üzerinde en etkili sözü genellikle “son söz” olduğu için, bu tip hilekârlar, inanç zehrinin en etkili kısmını daima bitiriş cümlesine şırınga ederek masum idraklere acımasızca zerk ederler. Tâbiri caizse, afyonun en büyük parçası son fasılda verilerek, kitle, kıpırdayamayacak hâle getirilir.

Müritler zannederler ki, kendileri için aşılması gereken dağlar ve geçilmesi gereken geçitlerin arkasındaki derunî hâller menzilinde, işte şu karşılarındaki pîr-i fani oturmaktadır. Böyle bir zâta sevgi, saygı ve hürmetten başka ne gösterilebilir ki?

Fedâ ama neyi?

Vezir müritleri “Hakk öğüdü” adı altında azarlarken, aslında onlar üzerinden bütün Hıristiyan inanırları azarlamakta, bütün masumları tehdit diliyle hizaya sokmakta ve ardından inançları bozan zehri boca etmektedir. Güya müritlerin yalvarıp yakarmalarına, onları doğru yolda görmüyormuş gibi sahte bir hiddet göstererek o doğru yolu bütünüyle kendisi tutuyormuş gibi bir tavır takınmakta ve bu oyununu sürdürerek kendisinin dünyaya ait hiçbir emel ve arzusunun bulunmadığı anlayışını zihin ve gönüllere yerleştirmektedir. Bu örtülü algının gizlediği en temel gerçek, bu tiplerin hiç istemez göründükleri dünyanın mal ve mâkâm gibi vaatlerine iflâh olmaz bir tutkuyla bağlı oluşlarıdır. Onların bu hırsı öyle bir raddededir ki, bir günlük dünya saltanatı için ebedî ahiret saltanatını fedâ etmekten çekinmezler. Zira hırsları dünyaya ilişkin taleplerin peşinde koştuğu için, bunların âhiret inancı da göstermeliktir. Fedâ ettikleri şey, hakikat olan şey değil, göstermelik olan şeydir.

Hilekâr vezirin asıl öldürücü cümlesi, “Derunî hâllerle meşgulüm” cümlesidir. Bu “derunî hâl” vurgusu, Hakk yolunda yürüyenlerin en uzak emellerinin adıdır. Müritler zannederler ki, kendileri için aşılması gereken dağlar ve geçilmesi gereken geçitlerin arkasındaki derunî hâller menzilinde, işte şu karşılarındaki pîr-i fani oturmaktadır. Böyle bir zâta sevgi, saygı ve hürmetten başka ne gösterilebilir ki? İşte müfsit vezir de müritleri tam bu psikolojide teslim alarak hak görünümlü bet niyetinin kölesi yapar! Çünkü onları baştan beri getirip içine attığı kuyu, teslimiyet kuyusudur. Böylelikle özelde vezirin müritleri, genelde ise bütün Hıristiyan inanırları, artık vezirin istismar pençesinin altında birer avdırlar.

“Derunî hâllerle meşgul olmak” ibâresi, tasavvufta ucu açık bir ibâredir. Bu sözü söyleyen, bu söz ile bir mânevî hali de, her mânevî hâli de kastedebilir. İbâre böylesi bir genişlik içerdiği için her muhatap, onunla kastedilen mânevî hâlin kendisindeki yahut kendi algılarındaki mânevî hallere denk geldiğini sanarak tutulur ve teslim olur. İşte direncin kırıldığı bu noktadan itibâren sahneye vezir çıkar ve ucu açık olan “derunî hâl” kavramıyla her algıya göre oynayacağı bir alan bulur.

Derunî hâl, Hakk’tan vâsıtasız ilham alma başlığını da içerir, yol büyükleriyle rûhânî meclis kurmayı da. Hakikati bâtıldan “akla karayı ayırır” gibi ayırmayı da içerir, kendi lîsanına gelen mânevî beyanları da. Mânâ tohumlarını çatlatan feyzi de içerir, Hakk katından verilen özel ilmi de. Vezirin karşısındaki kitle bunlardan hangisine yatkınsa, derunî hâl algısında o yatkınlığa göre bir anlam belirecek ve bağlılığı o anlam üzerinden pekişecektir.

Hakikatte ise derunî hâl ile vezirin derunundaki hâl tamamen birbirinden farklıdır. Derunî hâlde mânâ güneşleri peş peşe doğarken, vezirin derununda bütün güneşler batmaktadır. (Devam edecek…)