Hak görünümlü küfrün din ile cengi (17)

Taştan yeşime geçip yeşimden Kerîm, Vehhâb ve Sanî’e yol alamazsak, senâmız varlığa delâlet edeceği için övgü değil, övgüsüzlük olur. Tam bu noktada Mevlâna bize harika bir uyarı yapar. Buna göre, bütün mâhiyet değiştirmelerin arka alanındaki dünya, ihsâna aittir. İhsân, bu özel dünyasında akıl ve bilinçle asla temas etmeksizin akıl ve bilinci peşinden sürükler. Çünkü İhsân Sahibinin olduğu yerde, Ondan maada hiçbir şey yoktur.

MEVLÂNA, “ihsân” kavramını Esmâü’l-Hüsnâ’nın bileşiminin bir yansıması olarak görür ki bu bakış açısına göre ihsân, Cenâb-ı Allah’ın bütün lütuf, kerem, bağış, ata ve inayetlerinin ana başlığı olarak değerlendirilebilir. Bu durumda ihsân, Cenâb-ı Allah’ın mahlûkunun mizaç ve mahiyetlerini değiştiren güzel sonuçlu bir güçtür. Bu itibarla ihsân, Yüce Hakk’ın Celâl sıfatlarının Cemâl sıfatlarıyla buluştuğu özel bir cem’ hâlidir.

“Nerde kulak varsa, gözdür ihsândan./ Nerde bir taş varsa, yeşimdir ondan.”

Mevlâna, ihsânla buluştuğumuzda duyu organlarının birbirinin yerini alacağını yahut birbirine dönüşeceğini söyler. Ona göre, ihsânla temas eden varlık; zayıftan kuvvetliye, çirkinden güzele, değersizden değerliye doğru giden bir seyir ve tekâmül izler. İhsan kulağı göze, taşı da yeşime dönüştürür. Taşın yeşime veya kulağın göze dönüşmesi, başka bir ifadeyle “aşağı olanın yukarının yerini tutması”, ihsânın üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir özellik olduğuna işaret eder. Temelde taş ve yeşim birer maden, kulak ve göz de birer organdır. Ancak taşı yeşim ve kulağı göz kılan bir ihsân cevheri olmadan bu mümkün olmamaktadır.

Bu durumda biz, sonu yeşim ve göz değil, ihsân olan bir boyut ile karşı karşıyayızdır. Lâkin ihsân kendisini göz ve yeşimle perdelediği için bizim ölçüm gücümüz, göz ve yeşim düzeyinde kalır. Ne var ki, göz ve yeşim, ihsân cevherinin bir sonucu oldukları için cevher değil, arâzdırlar. Bu hakikat bize, bu sûretler dünyasında maddeyle, mahlûkla, nesneyle temasımız esnasındaki ölçümümüzün -ihsânı göz ardı ettiğimizde- daima hatâlı olacağını bildirmektedir. Hazreti Pîr demek ister ki, “Ölçtüğümüz şeyler, ihsândan ayrı olmamakla birlikte ölçüp değerlendiremediğiniz her şey ihsânın ta kendisidir!”.

Mevlâna, şu beyitte yer alan kimya ve simya kavramları üzerinden meseleyi farklı bir yönden tekrar ele alır: “Kimya yapan odur, kimya nedir ki?/ Mucize bağışlar, simya nedir ki?”

Kimya yahut simya, insanlığın ezelden beri ulaşmak istediği ufuk ve gerçekleştirmek istediği rüyadır. İnsan doğasının gereği olarak her derdin ilâcı, her arzunun nesnesi ve her sıkıntının çözümü olarak kimya yahut simya denen bir iksir ve kibrit-i ahmeri aramıştır. Oysa insan bu iksiri elde etse bile, bunun kimyayı yapan ve mucizeyi bağışlayan yanında hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ihsân, kimyayı da, simyayı da bize getiren özel bir nimet olup, bağışlanan mucize ve bu mucizeyle gerçekleşen simya, ihsânın bir yönüyle tecellisinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın ihsânına maliksek, kimyanın da içinden geçmişizdir, simyanın da.

“Övgüyü terktir bendeki bu senâ/ Yanında varlık nedir? Kör ve âmâ!”

Mevlâna ihsânın, Rabbe karşı tavrımızın hamd ü senâdan başka bir şey olamayacağını söylemektedir. Fakat bu övgü ve senâ, ihsân karşısında o kadar yetersizdir ki böyle bir nimet, senâ ve övgü ile karşılanamaz. Mevlâna, senânın ihsân idraki karşılığında yapılmasını varlığa dayalı bir övgü olarak görmektedir. Varlığa dayalı övgü ise övgünün mâhiyetiyle çelişmektedir. Bu durumda övgü övgüsüzlük, senâ nankörlük konumunu almaktadır. Çünkü bize gelen bir şey karşılığında yaptığımız övgü varlığa ilişkin olmakta ve varlığa delâlet etmektedir. Varlık ise Mevlâna’ya göre bizzat hatâ ve kusurdur.

Varlığın hatâlı ve kusurlu oluşu, yaratılışından değil, yaratılış gâyesi olan ihsânı gizlemesindendir. İhsân Esmaü’l-Hüsnâ’ya, Esmaü’l-Hüsnâ da Cenâb-ı Allah’a ilişkin olduğu için, kendisine şükrettiğimiz varlık Yaratıcısını perdelediğinden bizi hatâya götürür.

Taştan yeşime geçip yeşimden Kerîm, Vehhâb ve Sanî’e yol alamazsak, senâmız varlığa delâlet edeceği için övgü değil, övgüsüzlük olur. Tam bu noktada Mevlâna bize harika bir uyarı yapar. Buna göre, bütün mâhiyet değiştirmelerin arka alanındaki dünya, ihsâna aittir. İhsân, bu özel dünyasında akıl ve bilinçle asla temas etmeksizin akıl ve bilinci peşinden sürükler. Çünkü İhsân Sahibinin olduğu yerde, Ondan maada hiçbir şey yoktur.

Mutlak Olan var dururken, ihsândan dolayı bir anlık var olanın varlığı yokluktan ibarettir. Varlık, İhsân Sahibine nispetle kör ve âmâdır. Neden böyledir? Çünkü varlıktaki varlık bilincinin cevheri ihsândır. İhsanı ondan çekip alırsanız, varlık külçe gibi yığılır kalır. Görme organı olan gözden nur ihsânını çekip alırsanız, geriye biraz yağ, biraz kandan ibaret bir nesne kalır. O hâlde varlıkta gören, duyan, talep eden her şey ihsân delâletiyle O’na bağlıdır.

“O mânâ önünde settir şekiller”

“O varken gerekir bize yok olma,/ Bilirdi şems sıcaklığını hemen./ Gök renkli olmasaydı, tutup matem,/ Buz gibi, nasıl donardı bu âlem?”

Eğer varlık, varlığının hatâ olduğunu bilmezse o bilmezlik, onun için körlük hükmündedir. Hakikatte varlık görme cevherine sahip olsaydı güneşi görür ve güneşin sıcaklığıyla körlükten dolayı donmuş olan kalbini eritip çözerdi.

Bu beyitteki “şems” yani “güneş” sözcüğü, Cenâb-ı Hakk’a işarettir. Varlık gözü, mutlak varlığı göremediği için güneşten uzakta, hissen ve kalben katılaşmakta bu da onun körlüğüne yol açmaktadır. Şayet güneşi görebilseydi körlüğü nura gark olacak ve göz perdeleri yırtılacaktı. Böylelikle kalbi o güneşin nuruyla dolup katılık ve soğukluktan kurtulacaktı. Varlık, o güneşten öyle uzaktır ki gökyüzü boydan boya matem elbisesi giyerek onu gözden kaybetmenin yasını tutmakta ve cihan, o güneşten uzaklaştığı için boydan boya buz tutmaktadır.

Mevlâna örtülü olarak Yüce Hakk’tan uzak düşen bir kalbin yuvarlandığı kasvet ve karanlığı, matem elbisesi giymeye benzetmektedir. Buzunu çözecek olan güneşi kaybeden kalp, kasvet kaftanını giyerek yas tutmaktadır.   

Mevlâna, hilekâr vezirin yaptığı hileler üzerine bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra sözü tekrar vezire getirir ve hilekârın hilesinin zararının netîcede kendisine döneceğini söyler. Ona göre zarar veren olarak aslında kendisi zarar görmektedir.

“Şah gibi vezir de gaflete eşti,/ Zâtı vacip Kadîm’le pençeleşti.”

Mevlâna, tuzak kuran hükümdar ve veziri, gafletin vücût bulmuş örnekleri olarak değerlendirir. Zira hileler yapmak ve tuzaklar kurmak, hak ve hakikatten gafil olmanın sonucudur. Mevlâna burada insanlık hâli olan gafleti değil, hile ve tuzaklar kuranların içine düştükleri gafleti konu almaktadır. İnsanlık hâli olan gaflet, af ve merhametten uzakta değildir. Hile ve tuzağa yol açan gaflet ise, bizzat Cenâb-ı Allah ile cenge girişmekte fâni olan, Zâtı vacip olan Kadîm’in yolunu kesmeye çalışmaktadır.

“Öyle Kâdirle ki, dilerse bir dem,/ Yaratır buna denk yüzlerce âlem.”

Oysa O Zâtı vacip olan öyle bir kudret sahibidir ki bir anlık dilemesiyle bu âleme benzer yüzlerce âlem yaratır. Hükümdar ile vezir, hilenin gözlerini perdelemesinden dolayı Kadîm ve Kâdir olanı görmemekte, tuzağa düşüreceği mazlumları avlama hırsıyla kendi tuzaklarını hazırlamakta, kendi kuyularını kazmaktadırlar.

“Kendiyle görmeyi verdiği zaman,/ Peyda eder, nazarında yüz cihan.”

Şayet Cenâb-ı Allah, bize Kendi ile görmeyi ihsân etseydi, biz o ihsân ile gözümüzdeki gaflet perdesini kaldırır ve gözümüzün önünde belirecek yüzlerce cihana hayret ile bakakalırdık. Mevlâna burada Cenâb-ı Allah’ın çok hususî kişilere hususî anlarda kendisiyle görme ve kendisiyle duyma ihsânı verdiğini de söylemektedir; ancak bu ihsân, bir an ve bir zaman içindir.

“Cihan büyük ve sonsuz sana göre./ Bil ki, olamaz kudrette bir zerre./ Ruhlarınıza mahbestir bu evren,/ Tez, sahranıza doğru gidin hemen!/ Bu cihan sınırlı, sınırsız o yer,/ O mânâ önünde settir şekiller.”

Biz baktığımız halde kör, duyduğumuz halde sağır, ölçtüğümüz nispette ölçüsüz olduğumuz için, ölçümlerimizin sonunu büyük ve sonsuz olarak belirleriz. Oysa gafletin görmemizi engellediği kudrete oranla bizim sonsuz ve büyük zannettiğimiz şeyler, birer zerre ve parçadan ibarettir. Mevlâna aslında bu uçsuz bucaksız evrenin daracık bir hücre olduğunu söylemektedir. Hâlbuki biz öyle bir evrenden bu darlık çölüne geldik ki tekrar oraya gidip de oradan buraya bakacak olsaydık, bu cihanın sınırlı ve o cihanın da sınırsız olduğunu görürdük. Bir sûret ve şekiller evreni olan bu yer, o yüce mânâ ve ihsânların önüne çekilmiş bir set ve benttir.

Eğer o mânânın önünde bu şekillerin bir set olduğunu gören bir göze ve bu sınırlı cihanın o sınırsız cihanı perdelediğini kavrayan bir bilince sahip olsaydık, o zaman bizde yerleşmiş bütün hüküm ve bilgilerin birer yol engeli olduğunu kavrardık. Böyle bir bilinçle önümüze açılan âlemde her şeyin nasıl farklı bir mâhiyet aldığını derhâl fark ederdik.

Mevlâna, şu beyitte ise böyle bir göz ve idrak düzeyine eriştiğimizde neyi nasıl göreceğimizi mükemmelen izah ediyor: “Firavun’un yüz bin mızrağını Hakk/ Kırdı Mûsâ’nın bir asâsıyla, bak!”

Bizim göz ve idrakimizden bakıldığında Firavun ile Hazreti Mûsâ’nın cenginin sonucu vahim bir yanılmayla netîcelenir. Hazreti Mûsâ zamanındaki Firavun, arzın en güçlü hükümdarı olduğu için, bu güç vehmiyle zehirlenerek kendisini tanrı ilân etmiş ve şirke düşmüş birisiydi. Emrinde koca bir ülke, güçlü bir ordu, kuvvetli bir sermaye ve gücüne tapınan bir halk vardı. Böyle bir güce karşı Cenâb-ı Allah, Hazreti Mûsâ’yı sadece bir asâ ve yanında kardeşi Hazreti Harun ile cenge gönderdi.

Bir Hazreti Mûsâ’nın tek başına Firavunluğa yetmeyeceğini her akıl idrak ederdi. Ancak Hazreti Mûsâ’nın elinde Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden bir ihsân olan asâsı vardı. Hazreti Mûsâ’nın Medyen’de Hazreti Şuayb’ın koyunlarını gütmek için sıradan bir ağaçtan kestiği bu çoban değneği kutsal Tuva Vadisi’nde vahye mazhar olunca, vahiy cevheriyle asâlıktan ejderhalığa terfi etmişti.

Mevlâna’nın yukarıdaki ifadesiyle taş yeşime dönüşmüş, vahiy simyasının tesiriyle Hazreti Mûsâ’nın kuru bir ağaç olan fâni sopası, sahte yılanlar yutan hakikî bir ejderha hâlini almıştı. Hazreti Mûsâ ile Firavun’un cengi, iman ile küfrün cengine işarettir. Nasıl ki Hazreti Mûsâ, Hakk fermanının bir gereği olarak Firavun’un ve Firavunluğun üzerine yürüdüyse, Hakk yolundaki bir toplumun da azlık ve çokluk, güç ve güçsüzlük vehimlerinden kurtularak küfür, şirk ve sulta ile mücadeleden asla geri durmaması ve yüz çevirmemesi gerekir. Çünkü Hazreti Mûsâ’nın elindeki asâ ne ise, inanan topluluğun imanı ve Hakk’ın rızâsına uygun mücadele biçimi de odur.

Bu durumda o kavim Hazreti Mûsâ’ya, o kavmin imanı da Hazreti Mûsâ’nın elindeki asâya dönecektir. Hazreti Mûsâ, kendisine vahiy gelinceye kadar elindekini sıradan bir çoban sopası zannediyordu. Vahiy gelip kendisine “Ya Mûsâ, sağ elindeki nedir?” suali eriştiğinde, Hazreti Mûsâ, “O benim asâmdır; ona dayanmakta, onunla sürüm için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var” (Tâ-hâ, 17-18) demiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, “Onu yere bırak!” buyurduğunda, “Hemen bıraktı. Bir de ne görsün: Hızla kıvrılıp sürünen, kocaman bir yılan oldu!” (Tâ-hâ, 19-20).

Mevlâna, Cenabı Hakk ile görmenin ve Cenabı Hakk ile bilmenin göz ve idrakte nasıl bir dünya açtığını bu kıssa üzerinden hareketle şöyle açıklar: “İsimler aldatıcıdır, aslolan, ismin müsemmâsı olan mânâdır. Hazreti Mûsâ’ya göre elindeki, asâ idi; ancak Hakk katındaki adı ejderha idi.”


İman asâsı

İşte Mevlâna, bu değerlendirme biçimi ile âlemdeki bütün isimlerin yani ismin temsil ettiği varlıkların gerçek anlamlarını hakikî mânâsıyla bu âlemde çözemeyeceğimizi, onların gerçek anlamlarının Cenâb-ı Hakk’ın bilgisine dâhil olduğunu ve onların hikmetinin onun bilgisinde mahfuz bulunduğunu söylemektedir.

Hazreti Mûsâ’nın asânın müsemmâsına şâhit oluşu, vahiy ihsânı netîcesindedir. Bu demektir ki, bizim herhangi bir ismin mânâsına dair yaptığımız keşif, çıkarım ve hükümler, gayretimize binaen Cenâb-ı Allah’ın ihsân şimşeğinin anlık çakışı esnasında görüp kavradığımız şeylerdir. Hazreti Mûsâ, elindeki asânın hakikî varlığının ejderha olduğunu kavradıktan sonra Firavun’la cengin fitilini ateşlemiş idi.

Buradan bizim hissemize düşen şey, inanan bir topluluğun imanını muhafaza ettiği sürece küfür, şirk ve zulümle mücadeleden geri adım atmasının İlâhî murâd ve buyruğa zıt adım atmak olacağıdır. İnanan bir topluluğun imanı, Cenâb-ı Hakk’ın asâsı hükmündedir. Nasıl ki Hazreti Mûsâ, o asâ ile Firavun’un yüz bin mızrağını yani o zamanın güç ve kuvvetini temsil eden ordusunu yendiyse, o buyruğun izinden giden topluluk için de böyle bir zafer müjdesi vardır.

Hazreti Mûsâ’nın Firavun’dan önce Firavun’un büyücüleriyle cenge girmesi, çok ince mesajlar içerir. O cenkte Firavun’un büyücüleri, Firavun’un gücünü olduğundan fazla gösteren bir algı kurumu idiler. Firavun’un emriyle halka gösteriler düzenleyen büyücüler, ipleri yılanlar sûretinde koşturarak, halkın Firavun’un ilâh olduğuna dair algılarını olgu hâline getiriyor ve Firavun’un tanrılığını pekiştiriyorlardı. Ancak müsabaka günü, Hazreti Mûsâ’nın hakikatte ejderha olan asası, Firavun’un büyücülerinin ip ve değneklerinin oluşturduğu sahte yılanları yutarak oluşturdukları algıya son verdi.

Bu durumda küfür, şirk ve zulüm cephesiyle cenge tutuşan inanan bir topluluk için, sînedeki imanlarının onları, Firavun’un büyücüsü mâhiyetinde olan her türlü medya algılarından ve kara propagandalardan koruyan bir özellik taşıdığına dair işaret vardır. Netîcede inanan kavim, kendini hedef alan, bütün medya algıları ve kara propagandalardan kurtulduğu gibi, o algı ve yalanları hem tersine çevirip hükümsüz bırakır, hem de o algı sahiplerini kendi doğrusuna boyun eğdirir.

Hazreti Mûsâ, önce Firavun’un ilâhlığını pekiştiren büyücüleri mağlûp edip üstelik onları kendi safına kattıktan sonra, Firavun’u hak yola davet etmiştir. Firavun inkârı arttırdıkça Cenâb-ı Allah tarafından kendisine uyarıcı mâhiyette türlü azaplar erişmiştir.

Cenâb-ı Hakk, önce Firavun’un kavmine şiddetli bir yağmur göndermiş, Nil nehrinin taşmasıyla evler ve ürünler sular altında kalmıştır. Bunun üzerine Firavun’un adamları Hazreti Mûsâ’dan bu belâyı kaldırması karşılığında imana geleceklerini söyleyerek belânın def’i için duâ etmesini istemişler, Hazreti Mûsâ da duâ ederek bu belânın kalkmasına vesîle olmuştur. Ancak iman etmeyince, bu kez üzerlerine çekirge afeti gönderilmiş, onlar yine Hazreti Mûsâ’ya kendilerini bu belâdan kurtarması mukabilinde iman edeceklerini bildirmişler ve Hazreti Mûsâ’nın duâsı ile bu azaptan kurtuldukları hâlde sözlerinde durmayınca üzerlerine haşarat gönderilmiş, bu afetten de yine Hazreti Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla kurtulmuşlar, ancak iman edeceklerine, onu sihirle suçlayınca bu kez kurbağa belâsına maruz bırakılmışlardır.

Kurbağalardan kurtulamayınca Hazreti Mûsâ’ya gelip kendilerini kurbağadan kurtarırsa muhakkak iman edeceklerini söylemişler, ancak yine iman etmeyince bu kez üzerlerine kan yağdırılmış, yedikleri içtikleri her şey kana dönüşmüştür.

Firavun ve kavmi bu kadar açık uyarılara kulak asmayınca Hazreti Mûsâ’nın asâsını vurarak kavmi için denizde açtığı yoldan onu helâk etmek üzere saldırıya geçmişler ve sonuçta yolun kapanmasıyla kendileri helâk olmuşlardır.

Böylelikle bir asâ, Firavun’un yüz bin asâsını kırarak İlâhî idam yaftasını onun ve kavminin boynuna asmıştır.

Demek olur ki, Hazreti Mûsâ’nın asâsı hükmünde olan inanan bir topluluk da iman asâsıyla zamâne Firavun ve firavunluklarının kibirli burunlarını kırarak gücün kimde olduğunu alenen gösterir. (Devam edecek…)