MEVLÂNA, “ihsân”
kavramını Esmâü’l-Hüsnâ’nın bileşiminin bir yansıması olarak görür ki bu bakış
açısına göre ihsân, Cenâb-ı Allah’ın bütün lütuf, kerem, bağış, ata ve
inayetlerinin ana başlığı olarak değerlendirilebilir. Bu durumda ihsân, Cenâb-ı
Allah’ın mahlûkunun mizaç ve mahiyetlerini değiştiren güzel sonuçlu bir güçtür.
Bu itibarla ihsân, Yüce Hakk’ın Celâl sıfatlarının Cemâl sıfatlarıyla buluştuğu
özel bir cem’ hâlidir.
“Nerde kulak
varsa, gözdür ihsândan./ Nerde bir taş varsa, yeşimdir ondan.”
Mevlâna,
ihsânla buluştuğumuzda duyu organlarının birbirinin yerini alacağını yahut
birbirine dönüşeceğini söyler. Ona göre, ihsânla temas eden varlık; zayıftan
kuvvetliye, çirkinden güzele, değersizden değerliye doğru giden bir seyir ve
tekâmül izler. İhsan kulağı göze, taşı da yeşime dönüştürür. Taşın yeşime veya kulağın
göze dönüşmesi, başka bir ifadeyle “aşağı olanın yukarının yerini tutması”, ihsânın
üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir özellik olduğuna işaret eder.
Temelde taş ve yeşim birer maden, kulak ve göz de birer organdır. Ancak taşı
yeşim ve kulağı göz kılan bir ihsân cevheri olmadan bu mümkün olmamaktadır.
Bu
durumda biz, sonu yeşim ve göz değil, ihsân olan bir boyut ile karşı
karşıyayızdır. Lâkin ihsân kendisini göz ve yeşimle perdelediği için bizim ölçüm
gücümüz, göz ve yeşim düzeyinde kalır. Ne var ki, göz ve yeşim, ihsân
cevherinin bir sonucu oldukları için cevher değil, arâzdırlar. Bu hakikat bize,
bu sûretler dünyasında maddeyle, mahlûkla, nesneyle temasımız esnasındaki
ölçümümüzün -ihsânı göz ardı ettiğimizde- daima hatâlı olacağını
bildirmektedir. Hazreti Pîr demek ister ki, “Ölçtüğümüz şeyler, ihsândan ayrı
olmamakla birlikte ölçüp değerlendiremediğiniz her şey ihsânın ta kendisidir!”.
Mevlâna,
şu beyitte yer alan kimya ve simya kavramları üzerinden meseleyi farklı bir
yönden tekrar ele alır: “Kimya yapan
odur, kimya nedir ki?/ Mucize bağışlar, simya nedir ki?”
Kimya
yahut simya, insanlığın ezelden beri ulaşmak istediği ufuk ve gerçekleştirmek
istediği rüyadır. İnsan doğasının gereği olarak her derdin ilâcı, her arzunun
nesnesi ve her sıkıntının çözümü olarak kimya yahut simya denen bir iksir ve
kibrit-i ahmeri aramıştır. Oysa insan bu iksiri elde etse bile, bunun kimyayı
yapan ve mucizeyi bağışlayan yanında hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ihsân, kimyayı
da, simyayı da bize getiren özel bir nimet olup, bağışlanan mucize ve bu
mucizeyle gerçekleşen simya, ihsânın bir yönüyle tecellisinden başka bir şey
değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın ihsânına maliksek, kimyanın da içinden
geçmişizdir, simyanın da.
“Övgüyü terktir
bendeki bu senâ/ Yanında varlık nedir? Kör ve âmâ!”
Mevlâna
ihsânın, Rabbe karşı tavrımızın hamd ü senâdan başka bir şey olamayacağını
söylemektedir. Fakat bu övgü ve senâ, ihsân karşısında o kadar yetersizdir ki böyle
bir nimet, senâ ve övgü ile karşılanamaz. Mevlâna, senânın ihsân idraki
karşılığında yapılmasını varlığa dayalı bir övgü olarak görmektedir. Varlığa dayalı
övgü ise övgünün mâhiyetiyle çelişmektedir. Bu durumda övgü övgüsüzlük, senâ
nankörlük konumunu almaktadır. Çünkü bize gelen bir şey karşılığında yaptığımız
övgü varlığa ilişkin olmakta ve varlığa delâlet etmektedir. Varlık ise
Mevlâna’ya göre bizzat hatâ ve kusurdur.
Varlığın
hatâlı ve kusurlu oluşu, yaratılışından değil, yaratılış gâyesi olan ihsânı
gizlemesindendir. İhsân Esmaü’l-Hüsnâ’ya, Esmaü’l-Hüsnâ da Cenâb-ı Allah’a
ilişkin olduğu için, kendisine şükrettiğimiz varlık Yaratıcısını
perdelediğinden bizi hatâya götürür.
Taştan
yeşime geçip yeşimden Kerîm, Vehhâb ve Sanî’e yol alamazsak, senâmız varlığa
delâlet edeceği için övgü değil, övgüsüzlük olur. Tam bu noktada Mevlâna bize
harika bir uyarı yapar. Buna göre, bütün mâhiyet değiştirmelerin arka
alanındaki dünya, ihsâna aittir. İhsân, bu özel dünyasında akıl ve bilinçle
asla temas etmeksizin akıl ve bilinci peşinden sürükler. Çünkü İhsân Sahibinin
olduğu yerde, Ondan maada hiçbir şey yoktur.
Mutlak
Olan var dururken, ihsândan dolayı bir anlık var olanın varlığı yokluktan
ibarettir. Varlık, İhsân Sahibine nispetle kör ve âmâdır. Neden böyledir? Çünkü
varlıktaki varlık bilincinin cevheri ihsândır. İhsanı ondan çekip alırsanız,
varlık külçe gibi yığılır kalır. Görme organı olan gözden nur ihsânını çekip
alırsanız, geriye biraz yağ, biraz kandan ibaret bir nesne kalır. O hâlde
varlıkta gören, duyan, talep eden her şey ihsân delâletiyle O’na bağlıdır.
“O
mânâ önünde settir şekiller”
“O varken gerekir
bize yok olma,/ Bilirdi şems sıcaklığını hemen./ Gök renkli olmasaydı, tutup
matem,/ Buz gibi, nasıl donardı bu âlem?”
Eğer
varlık, varlığının hatâ olduğunu bilmezse o bilmezlik, onun için körlük hükmündedir.
Hakikatte varlık görme cevherine sahip olsaydı güneşi görür ve güneşin
sıcaklığıyla körlükten dolayı donmuş olan kalbini eritip çözerdi.
Bu
beyitteki “şems” yani “güneş” sözcüğü, Cenâb-ı Hakk’a işarettir. Varlık gözü,
mutlak varlığı göremediği için güneşten uzakta, hissen ve kalben katılaşmakta
bu da onun körlüğüne yol açmaktadır. Şayet güneşi görebilseydi körlüğü nura
gark olacak ve göz perdeleri yırtılacaktı. Böylelikle kalbi o güneşin nuruyla
dolup katılık ve soğukluktan kurtulacaktı. Varlık, o güneşten öyle uzaktır ki
gökyüzü boydan boya matem elbisesi giyerek onu gözden kaybetmenin yasını
tutmakta ve cihan, o güneşten uzaklaştığı için boydan boya buz tutmaktadır.
Mevlâna
örtülü olarak Yüce Hakk’tan uzak düşen bir kalbin yuvarlandığı kasvet ve
karanlığı, matem elbisesi giymeye benzetmektedir. Buzunu çözecek olan güneşi
kaybeden kalp, kasvet kaftanını giyerek yas tutmaktadır.
Mevlâna,
hilekâr vezirin yaptığı hileler üzerine bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra sözü
tekrar vezire getirir ve hilekârın hilesinin zararının netîcede kendisine döneceğini
söyler. Ona göre zarar veren olarak aslında kendisi zarar görmektedir.
“Şah gibi vezir de
gaflete eşti,/ Zâtı vacip Kadîm’le pençeleşti.”
Mevlâna,
tuzak kuran hükümdar ve veziri, gafletin vücût bulmuş örnekleri olarak
değerlendirir. Zira hileler yapmak ve tuzaklar kurmak, hak ve hakikatten gafil
olmanın sonucudur. Mevlâna burada insanlık hâli olan gafleti değil, hile ve
tuzaklar kuranların içine düştükleri gafleti konu almaktadır. İnsanlık hâli
olan gaflet, af ve merhametten uzakta değildir. Hile ve tuzağa yol açan gaflet
ise, bizzat Cenâb-ı Allah ile cenge girişmekte fâni olan, Zâtı vacip olan Kadîm’in
yolunu kesmeye çalışmaktadır.
“Öyle Kâdirle ki,
dilerse bir dem,/ Yaratır buna denk yüzlerce âlem.”
Oysa
O Zâtı vacip olan öyle bir kudret sahibidir ki bir anlık dilemesiyle bu âleme
benzer yüzlerce âlem yaratır. Hükümdar ile vezir, hilenin gözlerini
perdelemesinden dolayı Kadîm ve Kâdir olanı görmemekte, tuzağa düşüreceği
mazlumları avlama hırsıyla kendi tuzaklarını hazırlamakta, kendi kuyularını
kazmaktadırlar.
“Kendiyle görmeyi
verdiği zaman,/ Peyda eder, nazarında yüz cihan.”
Şayet
Cenâb-ı Allah, bize Kendi ile görmeyi ihsân etseydi, biz o ihsân ile
gözümüzdeki gaflet perdesini kaldırır ve gözümüzün önünde belirecek yüzlerce
cihana hayret ile bakakalırdık. Mevlâna burada Cenâb-ı Allah’ın çok hususî
kişilere hususî anlarda kendisiyle görme ve kendisiyle duyma ihsânı verdiğini
de söylemektedir; ancak bu ihsân, bir an ve bir zaman içindir.
“Cihan büyük ve
sonsuz sana göre./ Bil ki, olamaz kudrette bir zerre./ Ruhlarınıza mahbestir bu
evren,/ Tez, sahranıza doğru gidin hemen!/ Bu cihan sınırlı, sınırsız o yer,/ O
mânâ önünde settir şekiller.”
Biz
baktığımız halde kör, duyduğumuz halde sağır, ölçtüğümüz nispette ölçüsüz
olduğumuz için, ölçümlerimizin sonunu büyük ve sonsuz olarak belirleriz. Oysa
gafletin görmemizi engellediği kudrete oranla bizim sonsuz ve büyük zannettiğimiz
şeyler, birer zerre ve parçadan ibarettir. Mevlâna aslında bu uçsuz bucaksız
evrenin daracık bir hücre olduğunu söylemektedir. Hâlbuki biz öyle bir evrenden
bu darlık çölüne geldik ki tekrar oraya gidip de oradan buraya bakacak olsaydık,
bu cihanın sınırlı ve o cihanın da sınırsız olduğunu görürdük. Bir sûret ve
şekiller evreni olan bu yer, o yüce mânâ ve ihsânların önüne çekilmiş bir set
ve benttir.
Eğer
o mânânın önünde bu şekillerin bir set olduğunu gören bir göze ve bu sınırlı
cihanın o sınırsız cihanı perdelediğini kavrayan bir bilince sahip olsaydık, o
zaman bizde yerleşmiş bütün hüküm ve bilgilerin birer yol engeli olduğunu
kavrardık. Böyle bir bilinçle önümüze açılan âlemde her şeyin nasıl farklı bir
mâhiyet aldığını derhâl fark ederdik.
Mevlâna,
şu beyitte ise böyle bir göz ve idrak düzeyine eriştiğimizde neyi nasıl
göreceğimizi mükemmelen izah ediyor: “Firavun’un
yüz bin mızrağını Hakk/ Kırdı Mûsâ’nın bir asâsıyla, bak!”
Bizim
göz ve idrakimizden bakıldığında Firavun ile Hazreti Mûsâ’nın cenginin sonucu
vahim bir yanılmayla netîcelenir. Hazreti Mûsâ zamanındaki Firavun, arzın en
güçlü hükümdarı olduğu için, bu güç vehmiyle zehirlenerek kendisini tanrı ilân
etmiş ve şirke düşmüş birisiydi. Emrinde koca bir ülke, güçlü bir ordu, kuvvetli
bir sermaye ve gücüne tapınan bir halk vardı. Böyle bir güce karşı Cenâb-ı
Allah, Hazreti Mûsâ’yı sadece bir asâ ve yanında kardeşi Hazreti Harun ile cenge
gönderdi.
Bir
Hazreti Mûsâ’nın tek başına Firavunluğa yetmeyeceğini her akıl idrak ederdi. Ancak
Hazreti Mûsâ’nın elinde Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden bir ihsân olan asâsı vardı.
Hazreti Mûsâ’nın Medyen’de Hazreti Şuayb’ın koyunlarını gütmek için sıradan bir
ağaçtan kestiği bu çoban değneği kutsal Tuva Vadisi’nde vahye mazhar olunca,
vahiy cevheriyle asâlıktan ejderhalığa terfi etmişti.
Mevlâna’nın
yukarıdaki ifadesiyle taş yeşime dönüşmüş, vahiy simyasının tesiriyle Hazreti
Mûsâ’nın kuru bir ağaç olan fâni sopası, sahte yılanlar yutan hakikî bir
ejderha hâlini almıştı. Hazreti Mûsâ ile Firavun’un cengi, iman ile küfrün
cengine işarettir. Nasıl ki Hazreti Mûsâ, Hakk fermanının bir gereği olarak Firavun’un
ve Firavunluğun üzerine yürüdüyse, Hakk yolundaki bir toplumun da azlık ve
çokluk, güç ve güçsüzlük vehimlerinden kurtularak küfür, şirk ve sulta ile
mücadeleden asla geri durmaması ve yüz çevirmemesi gerekir. Çünkü Hazreti
Mûsâ’nın elindeki asâ ne ise, inanan topluluğun imanı ve Hakk’ın rızâsına uygun
mücadele biçimi de odur.
Bu
durumda o kavim Hazreti Mûsâ’ya, o kavmin imanı da Hazreti Mûsâ’nın elindeki
asâya dönecektir. Hazreti Mûsâ, kendisine vahiy gelinceye kadar elindekini
sıradan bir çoban sopası zannediyordu. Vahiy gelip kendisine “Ya Mûsâ, sağ
elindeki nedir?” suali eriştiğinde, Hazreti Mûsâ, “O benim asâmdır; ona
dayanmakta, onunla sürüm için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için
daha başka yararlar da var” (Tâ-hâ, 17-18) demiştir. Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah, “Onu yere bırak!” buyurduğunda, “Hemen bıraktı. Bir de ne görsün: Hızla
kıvrılıp sürünen, kocaman bir yılan oldu!” (Tâ-hâ, 19-20).
Mevlâna, Cenabı Hakk ile görmenin ve Cenabı Hakk ile bilmenin göz ve idrakte nasıl bir dünya açtığını bu kıssa üzerinden hareketle şöyle açıklar: “İsimler aldatıcıdır, aslolan, ismin müsemmâsı olan mânâdır. Hazreti Mûsâ’ya göre elindeki, asâ idi; ancak Hakk katındaki adı ejderha idi.”
İman
asâsı
İşte
Mevlâna, bu değerlendirme biçimi ile âlemdeki bütün isimlerin yani ismin temsil
ettiği varlıkların gerçek anlamlarını hakikî mânâsıyla bu âlemde
çözemeyeceğimizi, onların gerçek anlamlarının Cenâb-ı Hakk’ın bilgisine dâhil
olduğunu ve onların hikmetinin onun bilgisinde mahfuz bulunduğunu
söylemektedir.
Hazreti
Mûsâ’nın asânın müsemmâsına şâhit oluşu, vahiy ihsânı netîcesindedir. Bu
demektir ki, bizim herhangi bir ismin mânâsına dair yaptığımız keşif, çıkarım
ve hükümler, gayretimize binaen Cenâb-ı Allah’ın ihsân şimşeğinin anlık çakışı
esnasında görüp kavradığımız şeylerdir. Hazreti Mûsâ, elindeki asânın hakikî
varlığının ejderha olduğunu kavradıktan sonra Firavun’la cengin fitilini
ateşlemiş idi.
Buradan
bizim hissemize düşen şey, inanan bir topluluğun imanını muhafaza ettiği sürece
küfür, şirk ve zulümle mücadeleden geri adım atmasının İlâhî murâd ve buyruğa
zıt adım atmak olacağıdır. İnanan bir topluluğun imanı, Cenâb-ı Hakk’ın asâsı
hükmündedir. Nasıl ki Hazreti Mûsâ, o asâ ile Firavun’un yüz bin mızrağını yani
o zamanın güç ve kuvvetini temsil eden ordusunu yendiyse, o buyruğun izinden
giden topluluk için de böyle bir zafer müjdesi vardır.
Hazreti
Mûsâ’nın Firavun’dan önce Firavun’un büyücüleriyle cenge girmesi, çok ince mesajlar
içerir. O cenkte Firavun’un büyücüleri, Firavun’un gücünü olduğundan fazla
gösteren bir algı kurumu idiler. Firavun’un emriyle halka gösteriler düzenleyen
büyücüler, ipleri yılanlar sûretinde koşturarak, halkın Firavun’un ilâh
olduğuna dair algılarını olgu hâline getiriyor ve Firavun’un tanrılığını
pekiştiriyorlardı. Ancak müsabaka günü, Hazreti Mûsâ’nın hakikatte ejderha olan
asası, Firavun’un büyücülerinin ip ve değneklerinin oluşturduğu sahte yılanları
yutarak oluşturdukları algıya son verdi.
Bu
durumda küfür, şirk ve zulüm cephesiyle cenge tutuşan inanan bir topluluk için,
sînedeki imanlarının onları, Firavun’un büyücüsü mâhiyetinde olan her türlü
medya algılarından ve kara propagandalardan koruyan bir özellik taşıdığına dair
işaret vardır. Netîcede inanan kavim, kendini hedef alan, bütün medya algıları
ve kara propagandalardan kurtulduğu gibi, o algı ve yalanları hem tersine
çevirip hükümsüz bırakır, hem de o algı sahiplerini kendi doğrusuna boyun
eğdirir.
Hazreti
Mûsâ, önce Firavun’un ilâhlığını pekiştiren büyücüleri mağlûp edip üstelik
onları kendi safına kattıktan sonra, Firavun’u hak yola davet etmiştir. Firavun
inkârı arttırdıkça Cenâb-ı Allah tarafından kendisine uyarıcı mâhiyette türlü
azaplar erişmiştir.
Cenâb-ı
Hakk, önce Firavun’un kavmine şiddetli bir yağmur göndermiş, Nil nehrinin
taşmasıyla evler ve ürünler sular altında kalmıştır. Bunun üzerine Firavun’un
adamları Hazreti Mûsâ’dan bu belâyı kaldırması karşılığında imana geleceklerini
söyleyerek belânın def’i için duâ etmesini istemişler, Hazreti Mûsâ da duâ
ederek bu belânın kalkmasına vesîle olmuştur. Ancak iman etmeyince, bu kez
üzerlerine çekirge afeti gönderilmiş, onlar yine Hazreti Mûsâ’ya kendilerini bu
belâdan kurtarması mukabilinde iman edeceklerini bildirmişler ve Hazreti Mûsâ’nın
duâsı ile bu azaptan kurtuldukları hâlde sözlerinde durmayınca üzerlerine
haşarat gönderilmiş, bu afetten de yine Hazreti Mûsâ’nın duâsı berekâtıyla
kurtulmuşlar, ancak iman edeceklerine, onu sihirle suçlayınca bu kez kurbağa
belâsına maruz bırakılmışlardır.
Kurbağalardan
kurtulamayınca Hazreti Mûsâ’ya gelip kendilerini kurbağadan kurtarırsa muhakkak
iman edeceklerini söylemişler, ancak yine iman etmeyince bu kez üzerlerine kan
yağdırılmış, yedikleri içtikleri her şey kana dönüşmüştür.
Firavun
ve kavmi bu kadar açık uyarılara kulak asmayınca Hazreti Mûsâ’nın asâsını vurarak
kavmi için denizde açtığı yoldan onu helâk etmek üzere saldırıya geçmişler ve
sonuçta yolun kapanmasıyla kendileri helâk olmuşlardır.
Böylelikle
bir asâ, Firavun’un yüz bin asâsını kırarak İlâhî idam yaftasını onun ve
kavminin boynuna asmıştır.
Demek
olur ki, Hazreti Mûsâ’nın asâsı hükmünde olan inanan bir topluluk da iman asâsıyla
zamâne Firavun ve firavunluklarının kibirli burunlarını kırarak gücün kimde
olduğunu alenen gösterir. (Devam edecek…)