İmam Hâfız Mahmut Eroğlu

Hâfız Mahmut Eroğlu, yaptıkları, dostları ve dostluklarıyla Edirne’nin, Edirnelilerin ve Diyanet camiasının yüz akı, yaşayan şeref madalyasıdır âdeta. Gözü de, gönlü de, kapısı da herkese her kesime, her inanç sahibine yirmi dört saat açıktır. Gülmeyi de, güldürmeyi de, sevmeyi de, sevdirmeyi de, yemeyi de, yedirmeyi içirmeyi de iyi bilir.

BİR cami düşünün, tarihî mi tarihî olsun... Edirne’de olsun… Sultanlar yaptırmış, sultanlar eğitim görmüş olsun… Yıllar, asırlar, çağlar geçmiş üstünden. Harpte minaresi yıkılmış. Bağ bahçe, caminin içi dışı viran… Yılanlar çıyanlar kol geziyor bahçesinde. Baykuşlar ötüyor olmayan minarelerinde.

Bir cami düşünün… Çağ açıp çağ kapayan Fatih’in babası Sultan İkinci Murad tarafından ru’yay-ı sâdıka yani rüyasında Peygamber Efendimizi görmesi ve “Okulunu, camini de şuraya yap ya Murad” buyurması üzerine 1435’te tüm müştemilatı ile Tunca nehri kıyısına bina edilmiş olsun… Adı da Dârü’l-Hadîs konsun. Günümüz anlayışıyla bir nevi Hadis Fakültesi, İslâmî İlimler Fakültesi… Bu külliyede Osmanlı’nın en büyük şeyhü’l-İslâmları, âlimleri asırlarca ders versin. Bin bir İslâm âlimini yetiştiren bir ocak, bir mektep, bir mekân olsun. Bin bir hatim indirilip topluca duâlar edilsin senelerce. Hazîresi âdeta Osmanlı aile mezarlığı olup Fatih Sultan Mehmed’in erkek kardeşleri Şehzâde Hüseyin ve Şehzâde Orhan’dan Yavuz Selim ve İkinci Selim’in kızlarına, Sultan İkinci Mustafa ve Üçüncü Ahmed’in evlâtları, şehzâde ve sultanlara… Bu özelliği ile Bursa Muradiye Camii’nden sonra ikinci camii olma vasfına sahip olsun… 

Tarih hükmünü icra edecektir elbet, biz beğenelim veya beğenmeyelim, 1903 Suriçi Yangını, 1913 Bulgar ve 1921 Yunan İşgâlleri görsün ve top tüfekle çatışmalar… Nüfusu neredeyse onda bire inmiş metruk bir Edirne’de, 1923’e yani Cumhuriyet’e minaresi yıkık, harâbe bir cami olarak girebilmiş, gelebilmiş Dârü’l-Hadîs. Tek Parti döneminde askerî depo ve karargâh olarak kullanılmış. Tunca-Meriç taşmalarından dolayı zemini yetmiş santim kadar mille dolmuş sonra. 1990’lara kadar minaresiz, imamsız, cemaatsiz, camsız çerçevesiz, âdeta baykuşların mekânı olarak gelebilmiş Sultan İkinci Murad’ın yadigârı camimiz.

Derken, yıllar yıllar sonra, 1997 Ekim’inde imam olarak İstanbullu bir hâfız atanır bu virâne camiye. Her şey ve camimizin makus talihi bu tayinle değişecektir: Bir elli veya elli beş boylarında, hafif tombulca, kırmızı yanaklı, yirmi beş yaşlarındaki bu genç imam, kıpır kıpır, yerinde duramayan bir karaktere sahiptir. Caminin çevresindeki hanelerden yeni emekli olmuş, dine diyanete sempati ile bakan, gözüne kestirdiği yedi sekiz kişi ile diyaloga geçer, güven tesis eder arasında. Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen bu iyi kalpli insanlar, “Allah Allah! Bu genç adamda bir şeyler var, biraz yardım edelim bakalım ona, sevaptır hem” diye düşünür, destek olmaya karar verirler.

Elbirliği ile camiyi ibadete açarlar; kırık dökük de olsa cam çerçeve... Yılan çıyan yuvası, mahallelinin çamaşır yıkama, kurban kesme mekânı, âdeta çöplüğe dönmüş bahçeye el atarlar sonra. Artık günde beş vakit ezan okunmaktadır doksan dört sene sonra da olsa Dârü’l-Hadîs’in minarelerinden.

Caminin içi çok virânedir; zeminde altmış yetmiş santim toprak mil çamur birikintisi vardır; toz topraktan namaz kılınamamaktadır. Yeni imam önde, taze cemaat arkada, on kadar kişi karar verir: Geceleri bu toprak kazılacak, el arabaları ile karşıdaki boş alana nakledilecektir. O akşam, yatsı sonrası kazma kürek işe koyulur bizim iyi niyetli cemaat. Kan ter içinde biri boşalır, diğeri doldurulur arabanın. Derken bir otomobil durur, içinden kravatlı üç kişi iner. İnce uzunca boylusu, “İmam kim aranızda?” diye sertçe sorar. Gerisini Hâfız Mahmut Eroğlu’ndan dinleyelim:

“Çok ama çok korktum. Nihâyetinde kaçak kazı yapıyoruz. Birkaç gün önce de beni uyarmışlardı ‘Yakalanırsanız Ağır Ceza’da en az yirmi sene ile yargılanırsınız, mahkeme de beş on sene sürer’ diye. ‘Aha yakalandık!’ dedim içimden. Mahkeme sahneleri canlanmaya başladı gözümde. Sağıma baktım, soluma baktım, ‘İmam bu’ deyip yırtacağım, suçu üstüne atacağım birini aradım; cemaatten bana yardım edenlerin hepsi elli altmış yaşlarında adamlar… Çâresiz, mahcup bir yüz, kısık bir sesle ‘İmam benim’ dedim. Biraz bilgi aldılar, sorguladılar ne yapıp etmeye çalıştığımızı. ‘Hadi kolay gelsin’ deyip gittiler.

Ben içimden, ‘Bu kravatlı adamlar herhâlde şikâyet üzerine geldiler, hapı yuttuğumuzun resmidir’ diye düşünür, tir tir titrerken, biraz araştırdık ki bizi sorguya çekenlerin başındaki zât gerçek bir Edirne sevdâlısı, ömrünü bu şehre vakfetmiş, gönül adamı, şair, malî müşavir, akademisyen Mustafa Hatipler’miş. Sevdikleriyle haftanın birkaç akşamı şehri dolaşmaya çıkar, âdeta geceleri şehrin mânevî nöbetini tutarmış. Virâne camide ışık görünce de şaşırmış, ‘Ne oluyor burada acaba?’ merakıyla gelmiş bize.

O gün başladı Mustafa Ağabey ile dostluğumuz. Hemen bir cami yaşatma ve güzelleştirme derneği kurduk, başımıza da Mustafa Hatipler’i getirdik. Artık daha örgütlü, daha bilinçli, daha güvenli çalışıyorduk.’’

Yunan Başkonsolosunun yardımı (!

Altı ay, bir yıllık bir sürede ekip, çelik bir yürek olmuştur. Zemine inilmiş, şap ve tahta döşeme yaptırılmış, halı kilim döşenmiştir. Bahçe de bir güzel temizlenmiş, çerden çöpten arındırılmış, toprağı havalandırılmış, çimlendirilmiş; hazîresindeki şehzâde ve sultan hanımların türbeleri de ortaya çıkarılmıştır. Kısacası, tıp deyimiyle hasta yoğun bakımdan normal odaya alınmıştır ve sağlığına kavuşmak üzeredir. De… Bir sorun vardır! Onun çözümüne de Yunan Başkonsolosu yardım edecektir.

Dârü’l-Hadîs Camii İmamı Hâfız Mahmut Eroğlu’nun bir gün bir kalabalık dikkatini çeker. Sekiz on kişilik bir grup, caminin bahçesinde bir şeyler konuşmaktadırlar. Kulak kesilir konuşulanlara Mahmut. Başlarındaki zât, bozuk bir Türkçe ile yanındakilere “burasının bir cami değil, Rum kilisesi” olma ihtimâlinden söz etmektedir. Zaten caminin minaresi de yoktur ve bu, kilise olma ihtimâlini güçlendirmektedir konuşmakta olan Edirne Yunanistan Başkonsolosuna göre.

Mahmut’un yüreğine bir ateş düşecektir. Soluğu hemen Dernek Başkanı Mustafa Hatipler’in yanında alır, durumun nezaket ve vahametini iletir. Bu konuşmaların üzerinden bir ay kadar ya geçer, ya geçmez, bir sabah uyandığında herkes, vakfiyesinde yazılı olduğu üzere 1435 yılında inşâ edilen Dârü’l-Hadîs Camii’nin artık zarif ve lâtif bir minaresinin olduğunu göreceklerdir. Balkan Harbi hengâmında, 1913 yılında Bulgar topçu ateşiyle devrilen minare, geçen seksen beş senenin ardından sanki tıpkısının aynıyla ayağa kalkmış, ayağa kaldırılmıştır gizli el(ler) tarafından.

Ama hiçbir başarı bu ülkede cezasız kalmayacaktır; şikâyet edilir, Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan tahkikler, gelip gitmeler, soruşturmalar yaşanır. Ekibin başı mimar hanım sorar: “Siz göreve başladığınızda bu minare var mıydı Sayın Hocam?” Bizim Mahmut, sağ ayağını yerden keserek cevap verir: “Pek farkında değilim ama minaresiz cami mi olur hanımefendi, herhâlde varmıştır…” Minarenin de cami gibi tarihî olduğuna dair rapor tutulur da zor belâ cezasız atlatılır bu soruşturma da.

Hâfız Mahmut Eroğlu’nun tayini üzerinden yirmi iki yıl geçmiştir şimdi. Neler mi olmuştur bu yirmi iki yılda?

Bir kere Dârü’l-Hadîs Camii, Edirne’ye ziyarete gelenler tarafından dünya şaheseri Selimiye’den sonra en çok ziyaret edilen, en popüler ikinci cami unvanını almıştır. Zira bahçesi, mânevî havası, caminin içi ve dışı, bin bir hatim geleneğinin canlandırılıp binlerce kişinin katılımıyla her yıl yeniden icra edilmesi, engelsiz cami vasfı, bahçesinde otuz Ramazan akşamında fakir, kimsesiz ve yolda kalmışlara iftar verilmesi, 656 senedir yapılmasına rağmen neredeyse hiçbir Edirneli pehlivanın katılmadığı acı gerçeği karşısında gençlerden 10 kadar pehlivan yetiştirip her yıl Kırkpınar’a törenle uğurlanması, minare gölgesinde nikâhlar kıyılması, ziyaretçilere ücretsiz olarak günde yirmi saat çay ve kahve ikramı…

Caminin ve tabiî ki bahçesinin her türlü edebî, düşünsel, sanatsal ve kültürel etkinliğe mekân olması ile daha onlarca özellik sayılabilir. Türkiye’de web sitesi bulunan ender cami olduğundan, hemen her bir ziyaretin özçekim olarak bir dakika sonra web sitesinden dünyaya yayıldığından, istendiği -bağlantı yapıldığı takdirde- 365 gün camiden bütün dünyaya canlı mukabele yayını ve paylaşımı yapıldığından söz etmedim daha! 

Dârü’l-Hadîs Camii, gören herkesin de şahadet edeceği gibi, bir yeryüzü cenneti, bir huzur yurdudur. Onun bahçesinde herkes “bir”dir, Bir’ledir, “birce”dir. Orada sınıf, mâkâm, rütbe bulunmamaktadır. Orada sevgiden, saygıdan, gönülden başka geçer akçe yoktur. Orada gül alınıp gül satılmaktadır. Bu nedenle ünlü şair-düşünür Hilmi Yavuz, o nedenle ünlü televizyoncu/haberci Coşkun Aral, televizyon programcısı/sinema oyuncusu Şoray Uzun, Seksenler’in Pastacı Sami Abisi Berat Yenilmez, hikâyeciler Hüseyin Su, Recep Seyhan, Cemal Şakar, Güray Süngü, Aykut Ertuğrul, Işık Yanar, Bahtiyar Aslan, Şeyda Koç Asyalı, şair Hüseyin Akın, Ercan Yılmaz, Serkan Türk ve onlarcasının, yazarlar D. Mehmet Doğan, Fahri Tuna, Cihat Zafer’e ve onlarcasının, yönetmenler Derviş Zaim,  Zafer Karatay, Aybars Bora Kahyaoğlu’ndan Batuhan Kurt’a, fotoğraf sanatçısı İbrahim Zaman, Servet Sezgin, Nevzat Yıldırım’dan çizer Osman Suroğlu’na yüzlerce sanatçının ilk uğrak yeridir Edirne’de Dârü’l-Hadîs Camii.

Mahmut Eroğlu’nun öncülüğünde bu güzellikler 17 ödül kazandırmıştır Dârü’l-Hadîs’e ve tabiî derneğe, cemaate ve Mahmut’a. En anlamlısı da, “Türkiye’nin en çevreci camii ödülü”nü alması…

Peki, kim bu Mahmut Eroğlu?

Niğde Ulukışla Alihoca köyü nüfusuna kayıtlı; 1972’de İstanbul Bayrampaşa’da Mehmet Ali’den olma, Emine’den doğma bir garip âdemdir Mahmut Eroğlu.

On beşinde Yeşilcami Kur’ân Kursu’nda hâfızlığını ikmâl ediyor, on dokuzunda diğer İslâmî bilimleri. Bu arada dışarıdan ortaokul ve liseyi bitiyor. İlâhiyat Fakültesi ön lisansını da tamamlıyor. Dört sene, yetiştiği kurumda görev yapıyor; iki sene kadar da Topkapı Sarayı’nda huzur hâfızlığı.

1996’da Safranbolu güzeli Sibel Hoca ile evlenir. Bu evlilikten hâlen İslâmî ilimler okuyan Hâfız Mehmet Emin (1997) ve siyaset bilimi öğrencisi Rabia (1999) doğar. Çok güzel, örnek, moda tâbirle “butik” bir ailedir Eroğlu Ailesi.

1997’den sonraki Edirne günlerini anlattık zaten Mahmut Eroğlu’nun. Dört özelliğini eksik bıraktık ama: Birincisi, ülke genelinde en az kırk vilâyet ve yüz merkezde “örnek cami” projesini/uygulamalarını meslektaşlarıyla paylaşması… İkincisi, 1992’de geçirdiği trafik kazası sonucu sol elinden yüzde 52 engelli olması ve Engelliler Federasyonu’ndaki aktif görevlerinin yanında dileyen engellileri -masrafını çekecek hayırseverler bularak- sık sık umreye götürmesi… Üçüncüsü, Diyanet-Sen Edirne İl Başkanı olarak yaptığı, ülke geneline örnek olabilecek etkinlik ve organizasyonları… Ki bu minvâl üzere Edirneli imamlar ile Yunanistan papazları arasındaki dostluk futbol müsabakası düzenlemişliği bile vardır. Dördüncüsü de, Balkanları fetheden Edirne’de, Rumeli’den gelen hemen her gönül dostunun ve gencin ilk uğrak yeri yapmasıdır Dârü’l-Hadîs’i.

Unutmadan… Sultan İkinci Murad Han Vakfı’nı da kurdurdu Mahmut. Yakında külliyeye de başlanıyor. Birkaç sene sonra daha başka, daha da güzel, daha da büyük görürseniz şaşırmayınız Dârü’l-Hadîs’imizi.

Hâfız Mahmut Eroğlu, yaptıkları, dostları ve dostluklarıyla Edirne’nin, Edirnelilerin ve Diyanet camiasının yüz akı, yaşayan şeref madalyasıdır âdeta. Gözü de, gönlü de, kapısı da herkese her kesime, her inanç sahibine yirmi dört saat açıktır. Gülmeyi de, güldürmeyi de, sevmeyi de, sevdirmeyi de, yemeyi de, yedirmeyi içirmeyi de iyi bilir.

O örnek hâfız, örnek imam, örnek insandır. Virâneleri cennet bahçelerine dönüştüren kahramandır ekibi, dostlarıyla birlikte. Hesabî bir çıkar adamı değil, hasbî yani veren, ikram eden, güler yüzlü adamdır. Mahmut, benim altmış yıllık ömrümdeki en özel, en güzel, en unutulmaz kahramanlarımdandır.

Bakmayın bir elli beşlik boyuna, bir o kadar da yerin altındadır boyu, görünmez! Yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları da bunun delilidir. Mahmur Eroğlu, mezbelelik hâldeki bir camiyi, cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştüren, değiştiren kahramanımızın adıdır. Örnek imam, örnek din adamıdır.