Hadis ve ayetler ışığında hayat ve ölüm: Ölüme beş kala

Ölümün bitireceği varlık hükûmetini hak üzere teşkilatlandıran bir nefis, kusur ve eksikleriyle de olsa Rabbinin affına sığınamaz mı? Ölümü bir dost, vuslata gidişi bir yâren olarak bağrına basamaz mı? Bu, pekâlâ mümkün!

HAYATIN anlamı ve ölümün gerçekliği üzerine ne çok söz söylenmiş, ne çok his ve fikir ortaya atılmış. Kuşkusuz yaradılışın gayesini, ölüme giden yolda erişilmesi gereken kimliği ve ölümle birlikte açılacak perdeyi en doğru ve açık anlatan yegâne kaynak, ayet ve hadislerdir. Fakat oralara uğramadan evvel, âlimlerin bu hususta neler dediğine ve naçizane şahsî fikirlerime birkaç paragrafı feda etmek üzereyim. Rabbin kelâmı ve Peygamberimizin bildirdikleri üzerine söz söylenmez ya, öncesinde birkaç lakırdılık alan açmakta beis yoktur umarım.

Feridüddin Attar, Mantıku’t-Tayr’da, mahşer gününün hissiyatını ele veren bir anlatımla âdeta uyuyan zihinleri uyanışa davet ediyor. Mezkûr eserde şöyle bir bölüm var: “Bir aziz dedi ki, ‘Celâl sahibi olan Cenab-ı Hakk yarın bana mahşerde sorar, ‘Ey sevgili kulum, geldiğin yerden Bize ne getirdin?’ derse, ‘Ya Rabbi, zindandan ne getirilir ki?’ diye cevap veririm, ‘Talihsizliklere düştüm, zindandan çıkıp gelmişim. Kendimi kaybedip hayran kalmışım. Elim avucum boş, senin dergâhına toprak olmuşum, yolunun eri ve esiriyim. Beni atmayıp keriminden ve lütfundan bana elbiseler giydirmeni umuyorum. İçine düştüğüm şu kirlerden ve pisliklerden beni temizle, çekip kurtar. Müslümanlıkta beni yücelt, şereflendir. Vücudum toprak ve kerpiç içine gizlendi mi, iyi kötü ne yaptımsa hepsini görmezden gel’.”

Mahşere uzanan bu kadim yolda, insan muhakkak bir zindandadır. Fakat ne var ki, bu arzı zindan yapan sebeplerin bir kısmı insandandır. Fâni bir zamanda, fâni bir bedende ve her an kaybedilen anlarla anlam bulmaya çalışmak, bizi daracık bir zindan duygusuna hapsediyor, doğru. Eşref-i mahlûkat hiçbir surette yok olmak üzere var edilmediğinden, masivadaki bu yokluk duygusu sindirilemiyor. Hele ki dünyanın geçiciliği, malın mülkün, zevkin sefanın dışı süslü, içi kof niteliği biraz aklı meşgul etti mi, dünyalık bir şetaretin kalpte daimî konaklaması da mümkün olmuyor. O hâlde insan bir meraka düşüyor ister istemez. Ölüme giden bu kaybedişte yaşamak neyin nesi? Ama hemen biraz öncesine dönersek, âlemi zindan yapan tek unsur “fâni olması” değil.

İnsanın kendine dönük bir duyguda yaşayıp gitmesi, üzerinin ne kadar kirlendiğine aldırış etmeden etrafı kirletmesi, yaşanan zemini ayaklar altından çekiyor, uçsuz bucaksız feza altında bile ruhu daracık bir zindan duygusuna hapsediyor. Alıntı paragrafta da dediği üzere, kişi kendine hayran kaldığında kendini kaybetmiş oluyor. Ve ne yaparsa yapsın, Rabbin karşısına çıktığında üstünde dünyanın tozu, isi olacak; ne kadar gayret etse temizlemeye, beden toprağa girdiğinde ruhun kusurları da âyân olacak. Zira Mevlânâ da bu derdi anlatacak, kaybedişimizin mihenk taşı ahvali tercüme edecek şu sözleri fısıldıyor kalbimize: “Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allah’a vuslat olduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar… Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendi günah ve gafletlerinden korkuyorsun.”

İnsanı asla rücû edişten bu denli soğutan, insanın kendinden başka ne olabilirdi ki? Ölmek bedeni bırakıp gitmekse de aslına varmak, sonsuzluğu tatmak ve zindandan kurtulmak değil miydi? Öyleyse ölüme gitmek değil; bizi dayanılmaz sancılara duçar eden, kalbi endişeli atımlara bırakan, zihni allak bulak eden ve hep bir kaçış tutkusunda bizi meşgul eden yegâne dürtü, üstümüzdeki kirden pastan, ruhumuzdaki günahtan ve nefsanî gafletimizden inşâ edilecek sonumuza gidişin kaygısı… Mevlânâ’nın da dediği gibi, ölüm, insanın kendi renginden… Kapkara, is dolu dehlizlerde yürürken tertemiz bir bedenle, apaydınlık menzillere varmak nasıl mümkün olabilirdi ki?

Hayır işle, şerden sakın!

Madem gidiş kesin ve kaçış nâmümkün, öyleyse gidişi tamam eden yolculuğu doğru renge boyamalı. Bu yolda bütün adımları rikkat ve nezaketle atmalı. İmam Gazalî’nin risalelerinde yer alan bir kutsî hadiste, Yaradan’ın bu yolculuğa dair insana bildirdikleri, gayretin yönünü tayin etmede sapaksız bir yörüngeyi işaret ediyor. Öyle ki, bütün saadetli kapıları açacak anahtarları ve libası kirleten hâlleri bertaraf edecek dikkati gözler önüne seriyor.

Bismillahirrahmanirrahim.

Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Ey âdemoğlu! Hayır işle. Hayır, Cennet’in anahtarıdır ve oraya götürür. Şerden sakın. O, Cehennem’in anahtarıdır, sonuçta sahibini oraya sürükler.

Ey âdemoğlu! Bil ki, inşâ ettiklerin yıkılacak, ömrün harap, bedenin toprak olacak. Birikimlerin vârislerinin, nimetler de başkasının eline geçecek. Bütün bunlardan sana kalan, hesabı, pişmanlığı ve cezasını çekmek olacak. 

Kabirdeki arkadaşın amelindir. Hesaba çekilmeden önce sen kendini hesaba çek ve itaatime yapış, Bana isyandan sakın. Sana verdiğime rıza göster, şükredenlerden ol. 

Ey âdemoğlu! Güle güle günah işleyeni ağlaya ağlaya ateşe atarım. Benden korkarak ağlayanı gülerek Cennet’e koyarım.

Ey âdemoğlu! Hesaba çekileceği gün fakirlerden olmayı temenni edecek nice zenginler vardır. Nice zalimler de vardır ki, ölüm onları zelil kılmıştır. Nice tatlılıklar var ki, ölüm onları acılaştırmıştır.
Hâllerinden memnun ve mutlu niceleri var ki, ölüm bu sevinçlerini zehretmiştir. Nice kısa anlık sevinçlerin sonu uzun hüzünler olmuştur. Ey âdemoğlu! Hayvanlar senin ölüm hakkındaki bilgine sahip olsa açlık ve susuzluktan ölene kadar yemeden içmeden kesilirlerdi.

Ey âdemoğlu! Sana ölümden ve onun şiddetinden başka bir ceza verilmeyecek olsaydı dahi bunun şiddetinden geceleri sükûnet içinde olmaman, gündüzleri rahat bulmaman gerekirdi. Ölümün acısı bu ise, ya ardındaki daha şiddetli durumlarda hâlin nice olur?

Ey âdemoğlu! Ahiret yaşamında ulaşacağın nimetler vesilesiyle ölüm sırrını arkanda bırak, dünyada esef duyacağın tek şey, elden kaçırdığın hayırlar olsun. Dünya hayatında elde ettiklerinle şımarma, elinden çıkanlar için de üzülme.

Ey âdemoğlu! Seni topraktan yarattım, tekrar toprağa döndüreceğim ve bir kez daha topraktan dirilteceğim. Dünya ile vedalaş ve ölüme hazırlan. Bil ki, Ben bir kulu sevdiğimde dünyayı ondan uzak tutar ve onu ahiret için çalıştırırım. Ona dünyanın kusurlarını gösteririm; böylece ondan sakınır, Cennet ehlinin amelleri ile meşgul olur. Ben de bunun üzerine onu rahmetimle Cennet’e dâhil ederim. Bir kuluma da buğzedersem ona Beni bıraktırır, dünya ile meşgul eder ve dünya ameli için çalıştırırım. Böylelikle ateş ehlinden olur, onu cehenneme dâhil ederim.

Ey âdemoğlu! Uzun bile olsa her ömür fânidir. Tıpkı bir gölgenin uzantısı gibi kısacık bir an durur, fakat bir daha geri dönmemek üzere kaybolur gider.

Ey âdemoğlu! Seni yaratan Benim, sana rızk veren de. Sana can veren de, senden canını alacak olan da Benim. Yine seni diriltecek olan ve hesaba çekecek olan da Benim. Sen kendine herhangi bir yarar yahut zarar vermeye, hayata, ölüme ve dirilmeye sahip olmadığın hâlde işlediğin kötü işlerin karşılığını göreceksin.

Ey âdemoğlu! Bana itaatte bulun ve Bana hizmet et. Rızkın için endişe etme, Ben onun için sana yeterim. Senin için Bizzat Benim karşılayacağım şeylerin derdini kendine yük etme!

Ey âdemoğlu! Sana takdir edilmemiş ve ulaşamayacağın bir şeyin yükünü niçin çekersin? İşlemediğin bir amelin sevabını alamayacağın gibi, sana takdir edilmemiş bir şeye de sahip olamazsın.

Ey âdemoğlu! Yolu ölüm olan biri dünya ile nasıl sevinebilir? Evi kabir olan biri dünya yurdundaki evi ile nasıl mutluluk duyabilir?

Ey âdemoğlu! Şükrünü eda ettiğin az bir mal, şükrünü yapamayacağın çok maldan hayırlıdır.

Ey âdemoğlu! En hayırlı malın, önden gönderdiğindir. En hayırsızı ise ardından dünyada bıraktığındır. Nefsin için önden hayır yolla, ölümden önce onu yanında bulursun.

Ey âdemoğlu! Dertli olana dertten kurtuluş veren, istiğfar edeni affeden, tövbe edeni sakındıran, çıplağı giydiren, korku içinde olanın korkusunu gideren, aç olanı doyuran Benim. Kulum bana itaat ve kulluk üzere bulunur, emrime razı olursa onun işlerini kolaylaştırır, gücüne güç katar, göğsüne genişlik veririm.
Ey Musa! Her kim yetimin ve fukaranın malı ile zenginleşirse onu dünyada fakirleştirdiğim gibi ahirette de azaba çarptırırım. Kim fakirlere ve zayıflara karşı kibirlenip merhametsizlik ederse, onun binasını harap eder, Cehennem’i ona mesken yaparım.
‘Şüphesiz ki bunlar, evvelki sahifelerde İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde de mevcut olan öğütlerdir.’” (İmam Gazâlî, Gazâlî Risaleleri, Kutsî Hadisler, 38. Kudsî Hadis, s.80-85, Semerkand Yayınları, 2015)

Bu hakikat arayışında kendini bulma arzusuyla yol almak ve yitirip durduğumuz zamanı manidar bir kıymete eriştirmek için Rabbin kelâmından öteye geçiş olmadığını idrak etmek önceliğimiz... Hayır işlemekten ve şerden sakınmaktan başka hayatı ve ölümü derunî anlamıyla var edecek bir formül bulunmuyor. Öylesine yaşayıp gitmek ile şer içinde boğulmak arasında bir fark da yok. Kötülükten, günahtan uzak durmakla gafleti bertaraf etmek mümkün değil. Çünkü her ne kadar dursak ve kâinatta can yakan bir titreşime sebep olmasak dahi hayra uzatmadığımız eller, dakikaları ve saatleri birer birer gömüyor.


Akıbet ölüm, istikamet hak

Nisa Sûresi’nin 78’inci ayetinde, ölümün kaçınılmaz tabiatı ve savunma kabul etmez kesinliği Allah-u Teâlâ tarafından şöyle bildirilmekte: “Nerede olursanız olun, ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile…”

Böylesi bir gerçekliğe, bu İlâhî vaade ve yüzyıllar boyu deneyimlenmiş öğretiye “Dur!” demeye çalışmak kifayetsiz. Fakat durdurma gayreti illâki ölümden kaçma gafletiyle de vuku bulmuyor. İbadet ve hayırda bu denli fakirlik, masivanın renklerine tutkuyla bağlanış ve anların ölümünde nebzece nedamet duymayış, ölümün mühürlü bir vaat olduğunu idrakten yoksunluğa delâlet. Ölümün kendi başına alıp götürecekleri bir yana, günahların ağırlığınca kederlere düşecek olan bizler için ömür mühletini beyhude bir akışa teslim etmek akıl alır gibi değil.

Gelişimiz aşikâr, gidişimiz muhakkak. Öyleyse bu yolculuğun gayreti de, istikamedi de Hakk’a olmalı.

“Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 1-3)

İnsan ziyandadır, çünkü zaman sekteye uğratılamaz, bekletilemez. İnsan ziyandadır, çünkü yaptığı hayırlardan ziyadesiyle yapamadıkları olacaktır. İnsan ziyandadır, çünkü her an nefsine kulak vermekte, her an dünyanın bir rengine dalmaktadır. İnsan ziyandadır, çünkü ölüm gelmediği sürece gelmeyeceği ümidiyle zaman öldürmektedir.

Yağmur yağana kadar ıslaklığı hatırlamaz insan, mevsim dönene kadar yakıcı sıcakları unutur. Dört mevsim her an döner durur da, insan hangisindeyse bir öncekini hafızalardan siler, bir sonrakine aldırış etmez. Fakat mevsim hep döner. Hastalık bedeni titretene, beli bükene dek insan, kudretinin sarsılmaz olduğunu sanır. Acıkana kadar “Yemeden yaşarım” zanneder, susayana kadar susuzlukla baş edeceği gafletine kapılır, düşene kadar acı nedir bilmez. Ve sonra olanlar olur, başa gelenin bir zamanlar hülyalı bir tahayyüle benzeyen silik kimliği, bir an gelir, vücuda bürünür, insanın tam karşısında durur.

Bütün duygular, var olduğu anda kalbi ve ruhu kuşatır da çekip gittiğinde hiç yaşanmamış ve bir daha hiç yaşanmayacakmış gibi gerçekliğini kaybeder. İşte bu bilgi, milyon kez deneyimlenmiş ve insanın en derinlerine kadar işlemiş bir yanılgının tekerrür edişidir. Öyleyse ölüm de gelmeden evvel yokmuş gibidir ama geldiğinde bütün maddî gerçekliği yok hükmüne koyar. O an ki, yaşanan koca koca yılları bir kısa hatıra kıymetine düşürür. Milyonla an silinir hafızalardan, birkaç sızı kalır dünyalık.

Hiçbir ölüm, tamam edilmiş bir yaşamın mükemmel akıbeti olmayacaktır. İnsan ameliyle değil, Rabbin af ve merhametiyle ancak kurtuluşa erecek. Ama ne var ki, hiçbir amel olmadan ve hayır gayretine düşmeden de Rabbin af ve mağfiretine mazhar olmak da mümkün olmayacak. Rabbin vaadi gerçek.

Ölüm ne zaman?

Lokman Sûresi’nin 34’üncü ayetinde Yüce Rahmân, kıyametin ve insanın kendi ölümünün insan tarafından bilinemeyeceğini beyan eder. Bir tarih ve an olarak ölümünün zamanını bilmeye de gerek yoktur zaten. Çünkü her zaman ölüme beş vardır. Ölüm geldiğinde geçen zamanın ve tüketilen yılların niceliği hükmünü yitirir. Artık her şey bir andır. Bir an yaşanmıştır âlemde ve o an ya ağırlığınca hayrı ya da külfetince şerri ihtiva eder. Hayır de, şer de muhakkak vardır. Ne var ki, mizanda hiçbiri kaybolmaz, tamı tamına tartılır. İşte âlimlerin hadis ve ayetlerden yola çıkarak edindikleri şiar ve dervişlerin insanlığa bir uyanış yaşatabilmek üzere sarf ettikleri hikmetli sözler, her an ölecek gibi yaşamanın gerekliliğini fazlasıyla anlatır. Bu her an ölecek gibi yaşama gayreti yalnızca ölüm ve ahireti iyileştirmekle de kalmaz, bütün hayatı kıymettar ve derin bir anlamla, birbirinden güzel sıfatlarla donatır.

Hep biraz sonra ölüm gelebilir bilinciyle, her an duyulan ölüm kaygısı da anlamdaş olmasa gerek. Bütün duygularda bir denge lüzumunu bildirmiyor mu İslâm? Severken de, kızarken de bir dengede olmak zarureti, ölüm ve yaşam arasındaki terazi için de geçerli. Korku ve kaygıdan ziyade, bilinci ve hakikate imanı var edebilmek gerek. Kalbi ahiret sevgisiyle ve aklı ölüm bilinciyle eğitmek elzem.

Ölümün bitireceği varlık hükûmetini hak üzere teşkilatlandıran bir nefis, kusur ve eksikleriyle de olsa Rabbinin affına sığınamaz mı? Ölümü bir dost, vuslata gidişi bir yâren olarak bağrına basamaz mı? Bu, pekâlâ mümkün!

Ben de naçizane “Üç Nokta: Manaya Vuslat” adlı deneme kitabımda, giden hiçbir şeyin hayat olmadığını, yitirilen zamanları tutmanın ve en kıymetli sandıklara sarmanın yegâne yolunun da ibadet ve hayır üzere gayret etmek olduğunu, pek tabiî Rabbin ayet ve öğütlerinden aldığım terbiyeyle anlatma gayretine düşmüştüm. Ve yine altını çizme gereği duyuyorum ki, şimdi denilen zaman dilimi sürekli bir kaybediş öyküsüdür. “Şimdi”yi tutmanın imkânı yok. Fakat ölüme ve vuslata gidiş yolculuğunda akıbetimizin şekil ve rengini tayin edecek formül de insanın kendinde gizli. Elle, dille, bedenle ve kalple Allah için ve O’nun yolunda halis bir niyetle atılan adımlar, eyleme dökülenler asla bu kaybediş kümesine dâhil olamaz. Bütün hayır ve güzellikler, Rabbin katında kaybedilmemek üzere muhafaza edilir.

İşte makalemde yer verdiğim kutsî hadiste de zikredildiği üzere, kabirdeki tek arkadaşımız bu amellerimiz olacak. Öyleyse hayat, ölüme gidiş öykümüzü yazarken seçtiğimiz fiil ve sıfatlardan ibaret.