Hâddim

İnsanları deryaya, şahsımı gemiye, bilincimi ve idrakimi de kaptana benzetirsek, bir insanın büyüklüğünü nasıl anlayacağım? Milyarlarca deryanın arasında, gönlünde, kalbinde ve dimağında bu gemiyi batırmadan sağ salim nasıl yürüteceğiz? Haddimi bileyim ki gemimi gönüllerden çıkmadan, kayalıklara vurmadan götürebileyim…

SİZDEN bir istirhamım var: Lütfen, bana haddimi bildirir misiniz? Şaka yapmıyorum, haddimi bilmek istiyorum. Tabiî haddinizi bilerek haddimi bildirmenizi istirham ediyorum, aksi halde “İki çıplak bir hamama yakışır” misali, siz de bilmez, ben de bilmezsem ne anladım ki bundan? Yoksa çok zor bir şey mi istedim?

Sizden talep ettiğim hususu lütfen anlayışla karşılayın. Birçok büyük ve aklı başında insan sık sık altını çizerek der ki, “Haddini bilmek çok önemli. Hatta İslam’ın altıncı bir şartı olsaydı, bu, haddini bilmek olurdu”. Madem bu kadar önemli, ben neden bilmeyeyim ki haddimi? Bu konuda sizden yardım istememi anlayışla karşılayacağınıza da eminim. Ya siz benden böyle bir şey isteseydiniz ben ne yapardım? Tabiî ki bir şey yapamazdım. Zira haddimi bilmiyorum, size nasıl yardım edeyim?

Ancak bu sözlerimi “Haddimi biliyorum” diye yorumlayanlar da oluyor… Şimdi içimi açayım size ve haddimi bilmekteki zorluklarımı anlatayım…

Ya şikâyet, ya başarı

Bir işe kalkışmak istiyorum ve içimde iki tane alternatif beliriyor. İlki, “Bırak, bu işlere kalkışma, haddini bil! Senin geldiğin sosyal kesim, ekonomik seviyen, bireysel kapasiten bunları yapmana müsait değil. Üstüne üstlük sakatsın ve Türkiye gibi karmakarışık bir ülkede yaşıyorsun” diyor; bu alternatif hoşuma gitmese de işime geliyor, “Gel keyfim gel” deyip yatıyorum. Bedeli ise mutsuzluk, huzursuzluk ve vicdan azabı; yaptığım tek şey, hangi meseleyle karşılaşsam “Bu ülke adam olmaz! Her şey rezalet... Yaşanmaz kardeşim bu ülkede!” gibi şikâyetler etmek.

Diğer alternatif ise şöyle diyor: “Herkes doğuşta eşittir. Senden öncekilerin kurguladığı sosyal statülere niçin teslim oluyorsun? Her şey para değildir. İyi fikir parayı da bulur, insanı da, sen mücadelene bak. Sakatlığını ileri sürme, zira bir sakatın ne yapıp yapamayacağını sakat olmayanlar veya sakat olarak onu denemeyenler söylüyor. Onu da bırak, bir sakat denemiş ve yapamamış olabilir, sonraki birinin yapamayacağını kim söyleyebilir? Sakat olsun veya olmasın, insanın neyi yapıp yapamayacağını denemeden bilmesi mümkün değildir. Zira herkesin yetenekleri, becerileri farklıdır. Birinin yapamadığını diğeri yapabilir.” İkinci alternatifi dinlersem gece gündüz, durmadan ve dinlenmeden çalışmam gerekiyor. Sonunda da başarı denen tuhaf duyguyu yaşıyorum doğrusu. Şikâyetlenmekten daha iyi bir duygu…

Benzer alternatifli durumları sürekli yaşıyorum. Herhangi bir ortamda konuşan birine soru sormak veya fikirlerimi söylemek istiyorum, tam bu anda alıyor içimi bir kaygı: “Acaba haddimi aşıyor muyum? Aman boş ver, sormasam ne olur, kim ne kaybeder?”

Peki, bu kaygı esnasında kurduğum cümleler mi haddimi bilmektir, yoksa  “Kardeşim! Seni bu millet vergileriyle okuttu, pozisyon verdi. Sen sorularınla ve fikirlerinle katkı yapmayacaksın da ne işe yarayacaksın?” cümlesi mi?

Hangi işe kalkışmalıyım, hangi sözü veya hangi davranışı hangi ortamda yapmalıyım? Sorular, sorular, sorular... İyi de nereden bileceğim haddimi aşıp aşmadığımı? Bu yüzden sizden yardım istiyorum, “Haddini bil!” demesi kolay, iki kelime. Yeni konuşan çocuğa öğret, o da söylesin sana, bana. Hem herkese değer vermem, sohbet edip mütevazı olmam isteniyor, hem de “Cahilden dostun olacağına âlimden düşmanın olsun” ya da “Ahmakla girdiğim bütün tartışmaları kaybettim” gibi veciz sözler söyleniyor. Tamam, kibirlenmeyeyim de söylediği sözlerin çoğu yalan ve gerçekle alakası olmayan cümleleri bilgi diye pazarlayan, onu bunu aşağılayan, herkese tepeden bakan bir meymenetsize karşı nasıl davranayım?

Ölçü ne?

Atın bevletmiş de üzerine bir saman çöpü düşmüş; saman çöpünün üstüne konan sinek, kendi kendine “Şu deryalarda ne kadar da güzel gemi kullanan bir kaptanım ben” diyor. Hikâye bu, hangimiz bu sineğin durumundayız veya değiliz? Sineğe göre birikinti bir derya, saman çöpü ise gemi olabilir, sineğin çapına göre bu normal. Sinekten şunu bekliyoruz: Akdeniz, Ege, Atlas gibi deryaları bilsin, koca koca gemilerin büyüklüğünü anlasın, büyük deryalarda koca gemileri devasa dalgalardan aşırarak limanlara ulaştıran kaptanların becerilerini idrak etsin ve dönüp kendine bakarak desin ki, “Ben kimim ya?! Kaptan olmak kim, ben kim? Alt tarafı at bevline düşmüş saman çöpündeki bir sineğim”.

Benden de bu sineğinki gibi bir cümle beklerseniz, çok beklersiniz. Niye mi? İnsanları deryaya, şahsımı gemiye, bilincimi ve idrakimi de kaptana benzetirsek, bir insanın büyüklüğünü nasıl anlayacağım? Milyarlarca deryanın arasında, gönlünde, kalbinde ve dimağında bu gemiyi batırmadan sağ salim nasıl yürüteceğiz? Haddimi bileyim ki gemimi gönüllerden çıkmadan, kayalıklara vurmadan götürebileyim. Haddimi bileyim ki uçsuz bucaksız kalp derinliklerinde, semalarında yıldırımlar çarpmadan, kasırgalar yok etmeden korunabileyim. Haddimi bileyim ki dimağın çöplüklerine fırlatılmayayım…

Deryalardan daha derya olan insanların büyüklüğünü, derinliğini ne yapayım, nasıl yapayım da anlayayım? Kıyafetine baksam hangi derya vardır modaya uygun giyinmiş? Banka hesaplarına baksam zalimde de, âlimde de hesap kabarık olabiliyor, ayıramıyorum. “Sağlam kafa sağlam vücutta olur” deyip bedenine baksam, tartışmasız deryalar, Yakup ve Şuayb (a.s.) ya da sabır timsali Eyüp (a.s.), soyuna sopuna baksam Nuh’un (a.s.) kâfir ölen oğlu aklıma geliveriyor.

Size becerebildiğim bir lisan-ı münasiple içimi açtım ve haddimi bilmekteki zorluklarımı arz ettim. Diliyorum ki herkes haddini biliyordur ve benimle hemdert değildir. Lakin haddimi aşan bir söz zikredeceğim: Haddini bilmek gibi bir kaygısı olmayanlar da olabiliyor. Dileğim onlarla yolumun kesişmemesi, çakışmaması. Ümidim ise, sizin gibi büyük ve derin deryaların, şahsımız gibi kaptanların derme çatma, basit, küçücük gemilerine gönül limanlarının kıyısında köşesinde yer verebilme büyüklüğünü gösterme ihtimalleri üzerinedir.