EYYUBİLER… Ünlü kumandan ve
sultan Selahaddin Eyyubi tarafından Suriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan
devlet...
Hanedanın
kurucusu olan Selahaddin, Kürt kabilesi Hazbanilere mensuptu. Ancak bu kabile
uzun yıllar Türklerin hizmetinde bulunmuş, Türkleşmişti. Zaten Selahaddin’in
annesi de Türk kızıydı. Selahaddin Eyyubi, 1138’de çok sayıda askeriyle
birlikte Musul Türk kumandanı Zengi Bin Aksungur’un hizmetine girmişti. Daha
sonra Selahaddin’in kardeşi Şirkuh’u da Zengi’nin oğlu Nureddin hizmetine
almıştı. Şirkuh, hizmeti sırasında, 1169’da Mısır’ın kontrolünü ele geçirdi.
Fakat çok geçmeden öldü ve onun halefi olarak yerine Selahaddin geçti. Böylece
hanedanın gerçek kurucusu olarak ortaya çıktı.
Selahaddin,
ilk iş olarak iki yıl içinde, Mısır’da kök salmış olan Şii Fatımî idaresini
tamaıyla ortadan kaldırdı. Dört yıl sonra İsmail Zengi ile Böri Gazi’nin
kumanda ettiği orduyu Kurunhama’da bozguna uğrattı. Bu zaferle Eyyubi Devleti’nin
temellerini atmış oldu. Bir yıl sonra kardeşi Turan Şah’la beraber Yemen’deki
Abdün Nebi oluşumunu yıkan Selahaddin, Abbasî Halîfesi tarafından Suriye,
Yemen, Filistin ve Kuzey Afrika’nın sultanı ilân edildi. Bu durum aynı zamanda
Halîfe tarafından devletinin kabul edilmesi demekti.
Selahaddin
Eyyubi, zaman içinde Fatımî idaresinin Mısır’daki son izlerini de ortadan
kaldırdı. Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin
teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiiliğin yerine Sünnî mezhebini kökleştirdi. Bunda
başarılı olan Selahaddin, Mısır ve Suriye’de de Ehl-i Sünnet itikadının
yayılmasında önder oldu.
Selahaddin Eyyubi’nin takip ettiği siyâsetin diğer bir yönü de Haçlılara karşı cihad hareketinin başlatılmasıydı. Bilindiği gibi bu yüzyılda Haçlılar iki defa Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmiş ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hattâ bunlar, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı. Kutsal şehir Kudüs, yıllardır bu zalimlerin elinde bulunmaktaydı. Nitekim Selahaddin’in Haçlılara karşı tesirli bir şekilde başlattığı cihad siyâseti, bütün İslâmî gayret ve heyecanı onun etrafında birleştirdi. Türk ve Arap ordularının aynı gâye etrafında toplanmasını sağladı. Topladığı bu kuvvetlerle 1187 yılında Haçlıların karşısına çıkan Selahaddin Eyyubi, Hıttin’de parlak bir zafer kazandı. Perişan bir vaziyete düşen Haçlıların elindeki bütün kaleler, Kudüs dâhil, Eyyubilerin eline geçti.
Seksen
dokuz yıldan beri düşman elinde kalan kutsal şehir Kudüs’ün de ele geçirildiği
bu zaferle bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selahaddin, büyük bir
üne kavuştu. Avrupalılar bu hezîmet karşısında birbirine girdi ve Üçüncü Haçlı
Seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’dayken
hezîmete uğratıldı ve aleyhlerine bir antlaşma imzalandı.
Hemen
hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Orta Doğu’daki Haçlı varlığının
belini kıran ve onu asla eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece
Orta Doğu İslâm dünyasının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücahid Sultan, 4
Mart 1193 Çarşamba günü, Dımaşk/Şam’da vefât etti. Aynı şehirde bulunan kabri,
bugün büyük ziyaretgâhlardandır.
Selahaddin
Eyyubi, ölmeden önce devletinin çeşitli bölgelerini oğullarına ikta olarak
dağıtmıştı. Bununla beraber, merkezî kontrol kardeşi El-Âdil’in elindeydi. Bu
sultan zamanında, daha önceki aktif politika terk edilerek yumuşak bir siyâset
izlenmeye başlandı. Frenklerle barış yapılarak ilişkiler normal bir ortama
dönüştü. 1205 senesinde Samsat, Serve ve Rasulayn şehirlerine hâkim olan Melik
el-Efdal, amcası El-Âdil’le ilişkisini keserek Anadolu Selçuklu Sultanı
Keyhüsrev’e bağlandı. Bu dönemde Eyyubiler, 1208’de Ahlat’ı, 1215 senesinde ise
Yemen’i tekrar hâkimiyetleri altına aldılar. Beşinci Haçlı Seferi sırasında
Dimyat’ın Haçlılar eline geçmesi ile üzüntüsünden hastalanan Sultan El-Âdil,
1218’de vefat etti. Yerine oğlu Kâmil geçti.
El-Kâmil
kısa sürede orduyu toparlayarak Haçlıları geri püskürtmeye muvaffak oldu. Ancak
daha sonra İmparator İkinci Frederik ile anlaşan El-Kâmil, anlaşılamayan bir
tutumla Kudüs’ü Haçlılara terk etti. Böylece İkinci Frederik ile başlayan sulh
dönemi, Mısır ve Suriye’ye bazı iktisadî faydalar sağlarken, aynı zamanda
Akdeniz Hıristiyan devletleri ile ticaretin yeniden canlanmasına yol açtı.
Sultan El-Kâmil’in devri diğer taraftan iç çatışmalara ve çalkantılara sahne
oldu. Sultana karşı ülkede ittifaklar kuruldu. Aynı zamanda sultanın kardeşi
Muazzam ile Melik Eşref bile bu ittifakın içinde yer aldı. Hattâ Melik Eşref
bir ordu ile sultanın karşısına çıktı ise de âniden vefat ettiğinden kuvvetleri
dağıldı.
Eyyubi
Devleti son parlak devrini Sultan El-Kâmil ile yaşadı. Onun ölümüyle ülke
parçalanmaya yüz tuttu. Vefâtından sonra yerine oğlu İkinci Âdil geçti ise de
sultanlığı tanınmadı. Yerine geçen Es-Salih zamanında, ülke bir taraftan iç
mücadelelere sahne olurken, diğer yandan Altıncı Haçlı Seferi baş gösterdi. Bu
karışık vaziyete rağmen Haçlılara karşı başarılar kazanıldı ve Fransa Kralı Saint
Louis esir alındı. Sultan Es-Salih’in kısa bir süre sonra ölümü üzerine Mısır
Eyyubi ülkesi, 1250 yılında Türk Bahri Memluk birliklerinin eline geçti.
Eyyubilerin
Halep kolunda ise, 1236 senesinde ölen El-Aziz’in yerine geçen En-Nasır Yusuf,
Mısır’daki Sultan Salih’in ölümü üzerine bütün Suriye’yi ele geçirdi. Onun
Suriye üzerindeki iddiaları Mısır Memlukleri ile mücadelelere sebep oldu. Bu
sürekli mücadelelere ancak Moğolların taarruzu son verdi. Devamlı tâbi hâlde
yaşayan Hama’daki kol ise, varlığını 1342 senesine kadar sürdürdü. Bu tarihte
onlar da Moğollar tarafından ortadan kaldırıldılar. Sadece Diyarbakır ve
Hısnıkeyfa civarında mahallî bir beylik, Moğolların ve Timurluların hücûmlarından
kurtulabildi. Eyyubilerin bu kolu daha sonra Akkoyunlular tarafından ortadan
kaldırıldı.
Eyyubi
Devleti, Zengilerin bir devamıydı. Bu nedenle Eyyubi devlet teşkilâtı, diğer
İslâm devletlerindeki teşkilâtlardan farklı değildi. Başta bir sultan ve onun
hanedanı, sonra idarî ve askerî yetkiye sahip emirler, daha sonra bürokratlar
ve ilmiye sınıfına mensup olanlar gelirdi. Devlet işlerini yürüten üç divan
vardı. Divanü’l-İnşa, bürokrasinin idaresi ve diplomatik işlerin yürütülmesiyle
uğraşırdı. Divanü’l-Ceyş, ordu ve onun mâlî işlerinden sorumluydu. Divanü’l-Mal,
bugünkü mâliye bakanlığının görevini yapardı ve divanlar arasında en geniş
teşkilâta sahip olanı da bu divandı.
Eyyubi
Devleti’nin en önemli hedefi, Orta Doğu’da Haçlılar tarafından işgal edilen
İslâm topraklarını kurtarmaktı. Bu sebepten sultan, her zaman savaşa hazır güçlü
bir orduyu beslemek mecburiyetindeydi. Ordunun temelini, toprağa bağlı
süvariler meydana getiriyordu. Bunların yanında maaşlarını para olarak alan bir
miktar piyade ve süvari vardı. Piyadeler kale müdafaa veya muhasaralarında vazîfe
alıyorlardı. Diğer muharebelerde ise tımarlı süvariler savaşıyordu. Süvarilerin
en önemli kısmını, parayla satın alınarak veya devşirilerek yetiştirilen
memlukler teşkil ediyordu. Bunların büyük çoğunluğu Türk’tü.
Eyyubilerde
sağlık hizmetleri çok gelişmişti. Birçok şehirde hastaneler yapılmıştı. Bu
hastaneler arasında Dımaşk’taki Nureddin ve Kahire’deki Selahaddin Hastaneleri
mükemmel tıp merkezleriydi. Buralarda erkekler, kadınlar ve sinir hastaları için
ayrı kısımlar vardı. Tarihte sinir ve ruh hastalıkları için ilk ilâçlar bu
hastanelerde hazırlanmıştır. Hastanelerin yanında kimsesiz ve bakıma muhtaç
çocuklar ile fakirlerin korunması için birçok bakım evleri ve misafirhaneler
açılmıştır.
Eyyubilerde
teknik ve sanat da gelişmişti. Şam/Dımaşk ve Kahire’de döküm ve cam
imâlâthâneleri vardı. Ayrıca buralarda su ile çalışan kâğıt değirmenleri yer
alıyordu. Kâğıt; buğday, pirinç sapları ve pamuktan yapılıyordu. Musul
kumaşları, Mısır pamukluları ve Darut Tiraz’da imâl edilen yünlü, ipekli ve
pamuklu kumaşlar çok meşhurdu. Bakır işlemeciliği gelişmişti. Bugün Eyyubiler
devrine ait şamdanlar, leğen ve tabaklar çeşitli ülkelerin müzelerinde
bulunmaktadır. Silah imâlâtı da oldukça ileri seviyedeydi. Bilhassa Dımaşk
denilen Şam’ın çelik kılıçları çok ünlüydü.
Eyyubiler
Devri, ilmî hayat bakımından da İslâm tarihinin en canlı ve hareketli
dönemlerinden biriydi. Bazı sapkın inançlara karşı Sünnî öğretiyi yaymak
gâyesiyle Kahire ve Dımaşk’ta birçok medrese açıldı. Burada tefsir, hadîs,
fıkıh ilimlerinin yanında, fen ilimleri de öğretiliyordu. Ayrıca Kur’ân
ilimlerini öğretmek için Dâru’l-Kurra, hadîs ilimlerini öğretmek için Dâru’l-Hadîs
ve fen ilimlerini öğretmek için Dârü’l-Hendeseler açılmıştı. Medreselerin
yanında camiler de önemli ilim merkezleriydi. Camilerde çeşitli ilimlerin
okutulduğu halkalar ve köşeler vardı.
Tarihte
çok önemli bir rol bir oynayan Eyyubiler, Büyük Selçuklu Devleti’nin geleneklerini
yeniden kurarken, Şii Fatımîlere en büyük darbeyi vurmuş ve İslâm’ın yeniden
ihyasına canla başla çalışmışlardır. Haçlılara karşı büyük bir güç engeli
meydana getirmiş ve Kudüs’ü yeniden ele geçirebilmişlerdi. Eyyubilerin devlet
teşkilâtının izleri daha sonra Memluk ve Osmanlı devlet teşkilâtının
kurulmasında tesirli oldu.
***
Kendileri
küçük, cirmleri büyük: Saray ağaları
OSMANLI saraylarında bir
“Sümbül Ağa” geleneği vardı. Bu ağalar Siyahî köleler olup, saray haremine
girip çıkacak nitelikte kimselerdi. Yani hadımdılar; erkeklikleri burularak yok
edilmişti.
Ancak
iğdiş etme olarak da bilinen burma işi sarayda yapılmazdı; bunlar köle
edildikleri topraklardan bu özellikleriyle getirilirlerdi. Daha çok Sudan
yöresinden toplanan Zenci köleler, sanıldığının aksine, sarayın önemsiz
elemanları değillerdi. Yüksek derecelere kadar çıkabilen resmî görevlilerdi.
Darü’s-Saâde
ağalarının asıl işi, “Haremeyn-i Şerifeyn” de denilen Mekke ve Medîne
evkafının/vakıflarının idaresine nezâret etmekti. Haremeyn evkafının geliri,
her sene tahsil edildikten sonra ilgili deftere kaydedilerek padişaha arz
edilirdi. Daha sonra bu gelir Mekke, Medîne ve Kudüs’e gitmek üzere
görevlendirilen sürre alayları ile yerlerine gönderilirdi. Defterler kontrolden
geçtikten sonra Darü’s-Saâde ağasına iade edilir ve onun tarafından bir sene
boyunca saklanırdı. Osmanlılarda Haremeyn hazînesi, devlet hazînesinden ayrı
olarak idare edilirdi. Bu hazîneden, padişahın yazılı müsaadesi olmadan bir
akçe bile sarf edilemezdi.
Osmanlı
sarayında Enderun ve Harem ağalarının en büyüğüne “Kızlar Ağası” ismi
verilirdi. Kızlar ağalarının teşrifat/protokoldeki mevkii, kapı ağası ve sonradan
rütbesi yükselen silahtar ağadan daha yüksekti. Öyle ki, kızlar ağalarının
dereceleri sadrazam ve şeyhü’l-İslâmlardan sonra gelirdi; bir bakıma, onlar
devletin dördüncü adamıydılar. Darü’s-Saâde ağalarının asıl vazîfeleri, Topkapı
Sarayı’nın harem kısmını idare etmekti. Onlar bu vazîfelerini emirleri
altındaki Zenci ağalar vasıtasıyla yerine getirirlerdi. Afrika’dan koparılıp
İstanbul haremine satılan Zenci köleler en aşağı rütbede hizmete başlarlardı.
Sonra sırasıyla acemi ağalığı, nöbet kalfası, ortanca, hasıllı, on ikinci
hasıllıktan terfi ile yaylabaşı gulamı, yeni saray başkapı gulamı olurlardı.
Bunların arasından en kabiliyetli olanı, Darü’s-Saâde ağası/kızlar ağası olarak
tayin olunurdu.
Hadım
ağalarının en kıdemlisi, muhafız kapı oğlanlarına kethüda tayin olunur, sonra
terfi ederek başkapı oğlanı olur, daha sonra sultan ve sultanzâdelerin merkezi
olan eski saray ağalığına geçerdi. Oradan da münhal/boş olduğu takdirde Darü’s-Saâde
ağalığına getirilirdi. Darü’s-Saâde ağalarının rütbeleri, bu müessesenin
ihdasından itibaren uzun süre akağaların altında bulunmuş ise de, padişaha çok
yakın olmaları hasebiyle mânevî derece olarak yüksektiler. Fakat daha sonra
hukuken de akağaların üst rütbesine çıktılar.
Darü’s-Saâde
ağası tayin olan kişiye padişahın huzurunda samur kürk giydirilir ve tayinini
bildiren bir hatt-ı hümayun verilirdi. Bunlar azilleri hâlinde Mısır’a
gönderilir ve kendilerine “azatlık” denilen bir maaş tahsis edilirdi. Hizmete
devam eden ağaların ise belli miktarda hasları vardı.
Bu
arada, padişah vakıflarının idaresi de ağaların vazîfesi içindeydi. Darü’s-Saâde
ağaları, nezâretleri altındaki vakıfların işlerini tetkik etmek üzere her Çarşamba
divan kurarlardı. Divanda Haremeyn Evkafı müfettişi, muhasebecisi, mukâtaacısı
ile ruznâmeci, baş halife, yazıcı gibi memurlar hazır bulunurlardı. Haremeyn
Evkafına ait mukâtaaların ihalesi, ferağ, intikal ve mahlûlât işleri, selatin
(sultanlar) camileri hademelerinin azil ve tayinleri bu divanda görüşülür ve
karara bağlanırdı. Bütün kararlar mütevellilerin arzlarıyla alınırdı. Klâsik
sistem 1834’e kadar devam etti, sonra alınan bir kararla Haremeyn Vakfı
Nezâreti teşkil olundu ve Haremeyn Evkafının idaresi bu memuriyete devredildi.
Darü’s-Saâde
ağaları olarak da bilinen saray ağalarının nüfûzları bilhassa 17 ve 18’inci
asırlarda çok arttı. Gerçekten bu devirde yaşayan Hacı Mustafa Ağa ve Hacı
Beşir Ağa, devlet idaresinde geniş selâhiyetleri bulunan kişiler hâline geldiler.
Bu yüzyıllara dönem dönem tarihçilerin “Ağalar Devri” dedikleri de olmuştur.