Hacı Bektaş-ı Velî

Hacı Bektaş-ı Velî, Karayol’da kurduğu dergâhta, mekânın küçüklüğü ile kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir tasavvuf mektebi kurmuş, akıl ve imanı birleştiren son derece aksiyoner fikirleriyle büyük bir tasavvufî anlayış inşa etmiştir. Ondaki fikirlerin, Türk töresi ile İslâm anlayışının terkibinden gelen son derece kuvvetli fikirler olduğunu ileri sürebiliriz. Zannedildiğinin aksine, onun fikirleri kesinlikle İslâm ve şeriat dairesinin dışına çıkmaz. Ancak onun görüşleri, bu daireler içerisinde hamle gücü yüksek, yeni ve diri fikirler olarak kendisini gösterir.

HORASAN bölgesinin Nişabur şehrinde dünyaya gelen Hacı Bektaş-ı Velî’nin soy ve sopunu Hz. Ali’ye dayandırarak ona seyyidlik yükleyen kaynak ve silsilenamelerin verdiği bilgiler, tenkide muhtaç bilgilerdir. Vilâyetname, babasını Horasan hükümdarı İbrahim-i Sani, annesini ise Şeyh Ahmed adlı âlim bir zâtın kızı olarak gösterir.

Vilâyetname’deki bu nispet biçimininse Eflakî’nin, Mevlâna’nın babası için anlattığı nesep hikâyesiyle benzeşmesi dikkat çekicidir. Şu farkla ki, orada Mevlâna’nın annesi Belh hükümdarının kızı, babası da âlim bir zâtın oğludur. Ancak Vilâyetname’deki bu bilgilerden Hacı Bektaş-ı Velî’nin Nişabur’da doğduğunu, varlıklı bir aileye mensup bulunduğunu ve bu mensubiyete bakarak kuvvetli bir tahsil gördüğünü ileri sürebiliriz. Bu tahsilin, Nişabur’un 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başındaki konumuna bakarak iki yönlü bir tahsil olduğunu tahmin etmek yanıltıcı olmaz. Muhtemelen Nişabur’da medrese eğitimi alan Hacı Bektaş-ı Velî, ilerleyen yıllarda muhitin tesiri ve kendisinin de talebiyle tasavvufa yönelmiş olmalıdır.

O dönemde Nişabur, Moğollar önünden kaçan Türk ve diğer Orta Asya ulusları tarafından doldurulmuş vaziyetteydi. Bu realitenin sonucu olarak da en yaygın ve baskın tasavvufî anlayış, Buhara ve Semerkant merkezli olan Melâmîlik anlayışıydı. Bir Horasan tasavvuf mektebi olan Melâmîliğin Yesevîlik, Kalenderîlik ve Haydarîlik gibi alt kolları da Nişabur’da faaldiler. Hacı Bektaş-i Velî, bu tasavvufî anlayışlar içerisinde Ahmet Yesevî’nin kurduğu Yesevîliğe intisap etmiştir.

Kaynaklar, Hacı Bektaş’ı doğrudan Ahmet Yesevî’ye intisap etmiş olarak gösterirler. Ancak tarihî hakikat, 1166’da ölmüş olan Ahmet Yesevî ile 1200’lerin başında doğmuş olan Hacı Bektaş-ı Velî’nin görüşmelerinin imkânsız olduğunu söyler. O hâlde arada, Hacı Bektaş-ı Velî’yi Ahmet Yesevî ocağına bağlayan ve Ahmet Yesevî’nin halifelerinden olan bir zâtın bulunması gerekir. Vilâyetname, bu zâtın “Lokman-ı Perende” adıyla meşhur bir Yesevî şeyhi olduğunu kaydeder.

Hacı Bektaş-ı Velî, Yesevîliğin “4 kapı 40 makam” anlayışını Nişabur’daki Yesevî dergâhından öğrenmiş ve kısa zamanda temayüz ederek bu dergâhtan icazet almıştır.

Hacı Bektaş-ı Velî’nin Anadolu’ya gelişi ve sonrası

Hacı Bektaş-ı Velî’nin Nişabur’dan ayrılmasına sebep olan şey, onun gibi diğer derviş ve şeyhlerin de ayrılmasına sebep olan Moğol istilasıdır. Hacı Bektaş-ı Velî, Nişabur’da Horasan hükümdarının oğlu olmasa da Çepni boyunun bir kolu olan Bektaşlı oymağının reisi olan İbrahim-i Sani’nin oğlu olmalıdır. Zira Hacı Bektaş-ı Velî, Anadolu’ya tek başına değil, Bektaşlı oymağıyla beraber gelmiştir.

Onun Anadolu’ya geliş yılları, 1239’da baş veren Babaîler İsyanı’ndan önce olmalıdır. Bektaşî Vilâyetnamesi’nde yer alan şekliyle onun Hacca gidip “Hacı” unvanını aldıktan sonra Anadolu’ya geldiğini belirten rivayet de yine Mevlâna ailesinin izlediği yola çok benzemektedir. Oymak Anadolu’da Elbistan, Amasya, Sivas, Kayseri gibi kentler arasında bir müddet gezdikten sonra, Hacı Bektaş-ı Velî ve kardeşi Menteş, Amasya’ya giderek, daha sonra Babaîler İsyanı’nı başlatacak olan “Baba Resul” lakaplı şeyh İlyas-ı Horasanî ile görüşmüşlerdir. Kaynaklar bu görüşmeden hareketle ve Baba Resul’ün de Vefayî şeyhi olmasına dayanarak onu “Vefayîliğe girmiş ve Baba İlyas’tan halifelik almış” gibi gösterirler. Ki bu bilginin doğruluğu tartışmaya açıktır.

O, fikirlerini işlerken amaçladığı ideal kişiye bazı vasıflar tayin eder. Bunlar “kişinin ilim sahibi olması, kendini ve hâddini bilmesi, hoşgörülü olması, tevazudan ayrılmaması, her millete aynı gözle bakıp kimseyi incitmemesi, edep ve hayâdan ayrılmaması” gibi temel vasıf ve fikirlerdir. 

Hacı Bektaş-ı Velî’nin Vefayîliğe intisap etmesinde bir sıkıntı yoktur. Zira bu tarikatın kurucusu Bağdatlı Ebu’l-Vefa da tarikat eğitimini Buhara’da tamamladığı için Melâmîliğe mensup bir şeyhtir ve tasavvufî anlayışı Hacı Bektaş’ın Yeseviliği ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Ancak Hacı Bektaş-ı Velî, sanıldığı gibi Baba İlyas’a intisap etmiş bir Vefayî halifesi olsaydı, Babaîler İsyanı’na iştirak etmekten başka bir tercihi olamazdı. Bize göre Hacı Bektaş-ı Velî, Baba İlyas’la bir Yesevî halifesi olarak görüşmüş ve muhtemelen Baba İlyas’ın kendi isyan çevresine katılma teklifini usulünce reddetmiştir.

Ancak öyle anlaşılıyor ki, Bektaşlı aşiretinin beyi olan kardeşi Menteş, isyanın kendi siyasî beklentilerine denk düştüğünü hesap ederek bu teklifi oldukça sıcak karşılamıştır. Bu görüşmeden sonra Hacı Bektaş-ı Velî, Baba İlyas’ın nüfuz alanında bulunan Amasya, Sivas, Tokat, Malatya, Maraş ve Elbistan gibi yerlerde hoş karşılanmadığı için Kayseri yoluyla Babaîlerin tesir dairesinin dışında bulunan Kırşehir’e gelerek bugünkü adı “Hacıbektaş” olan Karayol’a ulaşmış ve kendi boyu olan Çepni boyunun bu küçük kışlağına yerleşmiştir.

Eğer Hacı Bektaş-ı Velî, Baba İlyas’la şu veya bu şekilde bir münasebette bulunmuş olsaydı, Selçuklu Devleti’nin onu orada yaşatması mümkün olmazdı. Gerçek şu ki, kardeşi Menteş’e bağlı kendi oymağı isyana iştirak etmiş ve Menteş, Sivas’taki çarpışmada öldürülmüştür. Kardeşi ve oymağı isyana iştirak etmiş birinin affedilmesi için adının hiçbir şekilde bu başkaldırı ile anılmaması gerekir ki, Hacı Bektaş-ı Velî’nin izlediği yol da tamamen bu hareket tarzına uygundur.

Ev sahibi İdris ve Fatma Bacı

Bugün Hacıbektaş adıyla anılan Karayol köyü, Kırşehir’e 40 kilometre mesafedeki bir tepe üzerinde yerleşik küçük bir Çepni köyü idi. Hacı Bektaş-ı Velî, bu köyde “İdris” adlı bir şahsın evine boydaşlık ve soydaşlık hukukuna binaen yerleşmiş olmalıdır.

İdris’in, Bektaşî kaynaklarında “Kadıncık Ana” namıyla bilinen “Fatma Bacı” adında bir eşi vardır. Klasik kaynaklara rağmen Fatma Bacı’yı İdris’in kızı olarak gösterip Hacı Bektaş-ı Velî’yi onunla evlendiren “sonradan üretilmiş türedi kaynaklardaki” bilgilerin herhangi bir değeri yoktur! Bektaşîler arasında çok muteber bir kaynak olan “Vilayetname”de, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Kadıncık Ana ile evlendiğine dair en ufak bir işaret bile bulunmaz.

Hacı Bektaş’ın Karayol’a gelerek gözden uzak küçük bir köye yerleşmesi, ondan bahseden ilk Osmanlı kaynaklarında onu değersiz gösteren bir tutuma yol açmıştır. Ancak bu kaynakları iyi incelediğimizde, bu küçümseyici tavrın geçmiş bir hesaplaşmaya dayandığını görürüz. Elvan Çelebi ve Âşık Paşazade gibi müellifler, Baba İlyas soyundan gelen müelliflerdir ve Hacı Bektaş-ı Velî’yi, dedelerinin kendilerince haklı isyanına karışmadığı için gözden düşürmeye çalışırlar.

Hacı Bektaş-ı Velî’nin İdris’in evinde kalmasından İdris’in kardeşi Sarı’nın hoşnut olmadığını belirten Vilâyetname, Sarı’nın, Kırşehir Emiri Nurettin Caca’ya giderek Hacı Bektaş-ı Velî’yi şikâyet ettiğini belirtir. Ancak yine Vilâyetname’deki bazı kayıtlar, emirin, Hacı Bektaş-ı Velî’nin manevî konumunu gözlemlemesi üzerine bu şikâyetin amacına ulaşmadığını gösterirler. Öyle anlaşılıyor ki, Hacı Bektaş-ı Velî’nin evine sığındığı bu İdris adlı zât sıradan biri olmayıp, manevî hâl ve heyecanları olan ve muhtemelen tasavvuftan nasipli bir kişiydi. Hele Kadıncık Ana’nın, Ahi Evran’ın eşi olan Fatma Bacı’dan başka biri olmadığına dair iddia doğruysa durum bambaşka bir mahiyet alır!


Ahiler, şeyhleri Ahi Evran önderliğinde güçlü oldukları Kırşehir’de Moğollara karşı bir isyan başlatmış ve bu isyan, Ahilerin güçlü olduğu Kayseri, Ankara, Çankırı, Tokat ve Denizli gibi yerlerde de baş göstermiştir. İsyan sonucunda 90 yaşındaki Ahi Evran ölmüş ve muhtemelen onun genç yaşta olan eşi Fatma Bacı, birileri tarafından himaye amacıyla Karayol’a kaçırılmıştır. Bu itibarla İdris’in Fatma Bacı’yı Kırşehir’den Karayol’a getiren kişilerden biri olduğunu, Ahiliğe mensup bulunduğunu ve Kırşehir’in Moğollar tarafından talan edilip Ahi Evran’ın da öldürülmesi üzerine Fatma Bacı’yı nikâhına aldığını söyleyebiliriz.

Bu durumda Kadıncık Ana’nın Evhadüddin Kirmanî’nin kızı, Ahi Evran’ın eski eşi ve Hacı Bektaş’ın yeni müridi olmak hasebiyle üç büyük velînin yadigârı olarak müstesna bir konuma yükseldiğini söyleyebiliriz.

Çocuğu olmayan Kadıncık Ana’nın, Hacı Bektaş’ın duası ve berekâtıyla üç çocuğu olduğu anlaşılıyor. Bu üç çocuktan Mahmut ölmüş, Habib ile Hızır Lale hayatta kalmıştır. Bektaşî geleneği bu çocukları “İdris’in çocukları” yerine “Hacı Bektaş’ın keramet çocukları” sayar ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin soyunu bunlar üzerinden yürütür.

Tam bu noktada Hacı Bektaş’ın -evlilik de dâhil- dünya nimetlerine talip olmayan bir istiğna karakteri taşıdığını söyleyebiliriz. Zaten onun fikirlerine bakıldığında nizamın bozulmasına rıza göstermek gibi bir anlayıştan uzak olduğu görülür. Daha Anadolu’ya ilk geldiği dönemlerde Baba İlyas’ın Selçuklu’ya karşı isyanına taraf olmamış ve Müslüman bir devletin, yaklaşan Moğol tehlikesi karşısında zaafa düşürülüp nahak yere kardeşkanı akıtılmasını hoş karşılamamıştır.

Onun, süreç içerisinde tanıyıp değer verdiği bir şeyh olan Ahi Evran’ın da Baba İlyas’ın isyanına katılmayışını, bu isyanın Ahi tarafından başarıya ulaşma ihtimâlinin zayıf görülmüş olmasına bağlayabiliriz. Çünkü herhangi bir başarısız kalkışmanın, binlerce masum Müslümanın canına mâl olacağı çok açıktır. Bu duruma bakarak Hacı Bektaş-ı Velî’nin neticesiz isyanlardan uzak durulması ve Müslümanların zalimler elinde helâk olmaması konusunda Mevlâna ile mutabık olduğunu söyleyebiliriz.

Dergâhı ve düşüncesi

Hacı Bektaş-ı Velî, Karayol’da, kısa zamanda bir çilehane ve arkasından da dergâh açarak faaliyete geçer ve müritler edinerek yavaş yavaş fikirlerini yaymaya başlar. Özellikle isyanda Ahilerin katledilmesi ve bölgeyi zorunlu terklerinden sonra doğan boşluğu, Hacı Bektaş-ı Velî’nin kısa zamanda doldurduğunu söyleyebiliriz.

Bu sürede Hacı Bektaş-ı Velî’nin “Makalat” adlı eseri başta olmak üzere “Besmele Şerhi”, “Fatiha Tefsiri”, “Fevaid” ve “Makalat-ı Gaybiyye” gibi eserlerini yazdığını yahut yazdırdığını söyleyebiliriz. Bu eserlerden “Makalat” Arapça, “Besmele Şerhi” Türkçe, diğerleri ise Farsçadır. Bu eserlerin muhtevasına bakarak Hacı Bektaş’ın Kur’an ve hadisler başta olmak üzere pek çok imanî, itikadî ve tasavvufî kaynağa dayanarak fikir ürettiğini söyleyebiliriz. Onun ürettiği fikirler, temel İslâm anlayışından kesinlikle ayrılmaz. Ancak daha sonraları Hacı Bektaş-ı Velî’nin fikirlerine karşı geliştirilen olumsuz algılar tamamen maksatlı olup, onun şahsiyet ve eserleriyle örtüşmezler.

Hacı Bektaş-ı Velî’nin ne zaman öldüğüne dair kaynaklarda birbirini tutmayan çelişik bilgiler varsa da, onun yaşadığı dönem ve çağdaşları ile ilişkisine bakarak bu yılı “1271” yılına tarihlemek en doğrusudur. Hacı Bektaş-ı Velî’nin mezarı, Hacı Bektaş dergâhının üçüncü avlusu olan “Hazret Avlusu”nun giriş kapısının karşısındaki bölmededir. Türbesi 1582’de, Yasinabad Livası Emiri Murat bin Abdullah tarafından yaptırılmıştır.

Hacı Bektaş-ı Velî, Karayol’da kurduğu dergâhta, mekânın küçüklüğü ile kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir tasavvuf mektebi kurmuş, akıl ve imanı birleştiren son derece aksiyoner fikirleriyle büyük bir tasavvufî anlayış inşa etmiştir. Ondaki fikirlerin, Türk töresi ile İslâm anlayışının terkibinden gelen son derece kuvvetli fikirler olduğunu ileri sürebiliriz. Zannedildiğinin aksine, onun fikirleri kesinlikle İslâm ve şeriat dairesinin dışına çıkmaz. Ancak onun görüşleri, bu daireler içerisinde hamle gücü yüksek, yeni ve diri fikirler olarak kendisini gösterir.

Hacı Bektaş-ı Velî’nin amacı “aksiyon adamı yetiştirmek” olduğu için, fikirlerini kısa, az, öz, ancak çok çarpıcı bir edayla ifade eder. Lâkin sanılmasın ki bu fikirler zayıf ve sığdırlar. Aksine bu fikirler, bir yorum ustasının çekirdeğinde ulu ağaçlar gizleyen fikirleridir.

Hacı Bektaş-ı Velî, en karmaşık fikirleri çok kolay bir şekilde somutlaştırıp tasnif etme yeteneğine sahip bir velîdir. Onun fikriyatı, en sığ idrakler tarafından bile kolayca anlaşılıp özümsenecek bir mahiyet arz eder. Bu fikirler, onun ölümünden kısa bir süre sonra Abdal Musa gibi müritleri tarafından Osmanlı Devleti’nin en dinamik tasavvufî anlayışlarından biri hâline getirilir. Taptuk Emre ve Yûnus Emre gibi halifeleri eliyle kurucu bir dil ve fikir abidesi hâlini alır. Öyle anlaşılıyor ki Karayol’daki o küçük ve mütevazı dergâh, kurucu dehaya sahip bir velî tarafından cihan çapında büyük bir amacın merkezine oturtulmuştur.

Hacı Bektaş-ı Velî, Yesevîlikte olduğu gibi düşüncelerini dört kapı ve kırk makam esasına göre işlemiştir. O, fikirlerini işlerken amaçladığı ideal kişiye bazı vasıflar tayin eder. Bunlar “kişinin ilim sahibi olması, kendini ve hâddini bilmesi, hoşgörülü olması, tevazudan ayrılmaması, her millete aynı gözle bakıp kimseyi incitmemesi, edep ve hayâdan ayrılmaması” gibi temel vasıf ve fikirlerdir. Dört kapıyı “şeriat, tarikat, marifet ve hakikat” olarak tanımlayıp, her kapıyı on makam ile açıklamıştır. Bu kapı ve makamlardan geçen derviş, sonunda hakikate ulaşarak yetkin insan, “insan-ı kâmil” olur.

 

Kaynakça

Aytaş, Gıyasettin, Sümer, Uğur (2010), Hacı Bektaş Velî Külliyatı, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Araştırma Merkezi, Ankara.

Güzel, Abdurrahman (2011), Hacı Bektaş Velî El Kitabı, Akçağ, Ankara.

Kara, Bülent (2016), Mutasavvıf Çizgide Bir Hoca: Lokman-ı Perende, Turkish Studies (Volume 11 Issue 13), S. 217-228.

Ocak, Ahmet Yaşar (1996), “Hacı Bektaş-i Velî”, DİA, C.14, S. 455-458.

Öztürk, Yaşar Nuri (2013), Tarihi Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut, İstanbul.

www.aa.com.tr