Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât-ı Gaybiyye’sinin Yûnus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’si üzerindeki tesiri (2)

Yûnus, sabredenin öfke denen kem huydan kurtulacağını belirtir. Sabır içinde öyle gizli hünerler vardır ki sabreden kişi, sabırla arşa çıkıp manevî miraca erer.

HACI Bektaş-ı Veli’nin Makâlât-ı Gaybiyye’sinde üzerinde olduğumuz konuyu ilgilendiren kısmı böylece değerlendirdikten sonra, şimdi bu eserin Yûnus Emre’nin Risâletü’n- Nushiyye’sindeki tesirine gelelim.

Risâletü’n- Nushiyye’deki cenkler

Yûnus Emre’nin eserinde de birbiriyle mücadele hâlinde iki sultan vardır ve bu sultanların ismi, Makâlât-ı Gaybiyye’deki sultanlarla aynıdır: “Rahmânî/Aklî Sultan ve Şeytanî Sultan”... Rahmânî Sultan can katından, Şeytanî Sultan ise kin katından gelir. Makâlât-ı Gaybiyye’de iki sultanın askerleri eşit sayıda iken, Risâletü’n- Nushiyye’de Rahmânî Sultan’ın on üç bin askeri, Şeytânî Sultan’ın ise dokuz bin askeri vardır. Şeytanın askerlerine “nefs çocukları” da denir.

Yûnus Emre’nin eserinde Şeytanî Sultan’ın ordusunda nefs çocukları adı verilen beş komutan üzerinde durulur. Bu komutanlar ten mülkünü ele geçirmek için art arda sefer düzenlerler. Yûnus Emre bu itibarla eserini, Şeytan ordularıyla Rahmân ordularının yaptığı altı cenge göre “beş cenk destanı” olarak kurgular.

Risâletü’n-Nushiyye’deki ilk cenk destanı, Hırs adlı nefs komutanı ile Kanaat adlı Akıl/Ruh komutanı arasında geçer. Ten ülkesine saldıran Hırs, nice yiğit ve demir yürekli cengâveri esir edip zindana attırmış ve ayaklarına da demir gülleler taktırmıştır: “Bin kişidir silahlı Hırs çerisi/ Cengâver ve yiğittir her birisi/ Tuttukların atarlar bu zindana/ Demir gülle takıp ayaklarına…”

Akıl Sultanı, casusunun bu durumu kendisine haber vermesi üzerine huzuruna Kanaat adlı komutanını çağırtarak Hırs’ın işgal ettiği yerlerden çıkarılmasını ister. Kanaat, açtığı yeşil sancak altına asker toplayarak büyük bir hışımla Hırs’ın üzerine yürür. Kanaat’in büyük bir orduyla üzerlerine geldiğini gören Hırs askerleri, cenge girmeden bozgunluk alâmeti gösterip kaçmaya başlarlar ve arkalarından yetişen Kanaat’in askerleri tarafından kılıçtan geçirilirler: “Askerine dar edip dört bir yeri/ Kurtarırlar Hırs’tan köyü ve şehri…”

İkinci cenk, Kibir ile Tevazu arasında geçer. Nefs’in en tehlikeli komutanlarından biri olan Kibir, Hırs’ın mağlûbiyetinden sonra ten mülküne ikinci kez saldırır ve bazı bölgeleri işgal eder. Kibr’in saldırısını haber alan Akıl Sultanı, huzura bu kez de Tevazu adlı komutanını çağırır ve düşmanı tenkil görevini ona verir. Tevazu bin asker çekerek Kibr’in üzerine yürür. Kibir meydan savaşı yapmak yerine dağlara çekilip derbentleri tutarak karşı koyar. Ancak Tevazu, düşmanın çevik erlerini yenerek işgal ettikleri tüm bölgeleri ele geçirir. Tevazu’un ten mülküne hâkim olması üzerine Kibr’in askerleri saklanıp gözden kaybolurlar. Casus, Tevazu’un kazandığı savaşı Akıl hükümdarına bildirince Sultan çok sevinir, halka muştuluklar dağıtır: “Casus gidip Akl’a haber iletti/ Bu Tevazu Kibr’e gör neler etti/ Eline ne geçti hele gör Kibr’i/ Diri kurtulmadı bin erden biri/ Akıl bunu duyunca çok sevindi/ Muştuluk vererek tahtından indi…”

Üçüncü cenk, Öfke ile Sabır arasında gerçekleşir. Nefsin en şerir komutanlarından biri olan Öfke, ten mülküne büyük bir hırsla saldırarak ele geçirmeye başlar. Durumdan haberdar olan Sultan Akıl, casuslarına ülkedeki dirlik ve düzenin ne hâlde olduğunu sorar. Casuslar, ülkedeki dirlik ve düzenin Öfke yüzünden bozulduğunu ve ahalinin dört bir yana dağıldığını söylerler. Sultan bunun üzerine hemen Sabır adlı komutanını çağırır ve Öfke’den ülkeyi kurtarmasını ister. Hükümdardan bu görevi alan Sabır, Öfke yenmede adeta zamanın İbrahim Edhem’i gibi aşırı gayret sahibi biridir. Sabır bu gayretin verdiği şevkle Öfke’nin üzerine öyle bir çullanır ki cenk meydanında Öfke’nin izinden eser kalmaz. Öfke ortadan kalkınca dirlik ve düzenlik yeniden tesis edilir: “Buyurdu: ‘Sabır hemen tutsun onu/ Şehri harap etti Hışm’ın ziyanı!’/ Sabır çıkageldi huzura o dem/ Tut öfke kırmada İbrahim Edhem/ Kayıp oldu Öfke, izi de yoktur/ Geç izi, izinin tozu da yoktur/ Bu kez gördüm Düzenlik’le Dirlik hoş,/ İçip aşk meyini olmuşlar sarhoş…”


Dördüncü cenk, Haset ve Cimrilik ile Cömertlik arasında geçer. Şeytanî Sultan’ın komutanlarından Haset ve Cimrilik’in ülkeyi işgal ettiklerini öğrenen Akıl Sultanı, onları ülkeden sürme görevini Cömertlik adlı komutanına verir. Cömertlik adlı komutan, düşmanla mücadelede seleflerinden farklı bir yöntem izler. Cimrilerin dünya malına karşı zaafları olduğunu çok iyi bilen Cömertlik, bütün malını onlara yağmalatır ve onların mal ve mülkü ele geçirmelerine engel olmayarak dünya leşini onların önüne atıverir: “Gördüler ki o leş dışarı düştü/ Cimriler it gibi ona üşüştü./ Çekiştirip onu it gibi yerler/ ‘Dünya bir leş, talibi de köpekler’…”

Cömertlik adlı Rahmânî ordu komutanının bulduğu bu yöntem ile her bir Cömertlik askeri yüz bin Cimri’yi yenecek bir güç kazandığı için, Cömertlik düşmanına bir ok bile atmadan parlak bir zafer kazanır.

Risâletü’n-Nushiyye’deki son cenk destanı, Gıybet ve İftira ile Doğruluk arasında geçer. Nefs’in çocuklarından ve Şeytan Sultan’ın ikili komutanlarından Gıybet ve İftira’nın ten mülküne saldırdığını öğrenen Sultan Akıl, Doğruluk adlı komutanıyla onun önde gelen seçme alplerini huzura çağırarak ülkeyi bunların yağma ve işgalinden kurtarmasını buyruk verir. Buyruğu alan Doğruluk, gözü kara bir orduyla İftira ve Gıybet’in birlikte yönettikleri Hâricî çapulcularını darmadağın ederek ülkeye nizamı yeniden getirirler: “Nasihat alırsan sen bu haberden/ Hâricîler sürülmeli şehirden/ Şehir içre bin erenin bir eli/ Hâricî’yi sürüp bir etti ili./ Düşman yenilince şehr ele geçti/ Bize hizmet eden göklere uçtu.”

Yûnus Emre de tıpkı Hacı Bektaş-ı Veli gibi, alegorik anlatımdan muradı olan kavramlardaki hikmeti nasihat yoluyla açıklar. Yûnus Emre’nin Kanaat ile Hırs arasındaki mücadeleden maksadı, Hakk yolundaki dervişleri Hakk’a ulaşmaktan alıkoyan hırsa karşı uyanık olmaları ve onun aldatmasından kurtulduklarında önlerine açılacak olan mânâ dünyasına dikkat çekmektir. Dervişin/insanın nefsin en azgın çocuklarından biri olan hırsa karşı koymak için kanaati ahlâk hâline getirmesi gerekir. Derviş hırsını yenip kanaati ahlâk hâline getirdiğinde, Cenab-ı Allah’ın özel bir ihsanı olan manevî rızka yani İlâhî sırlara mazhar olacaktır.

Kibrin kişiyi isyana düşürerek imandan edeceğini söyleyen Yûnus, imandan mahrum olan bir kişinin de Hakk’tan uzak düşeceğini ve dolayısıyla can cevherinden mahrum kalacağını belirtir. Kibirlinin basiret nazarı olmadığı için, göz ve gönlünde Hakk nuru bulunmadığını söyleyen Yûnus, o bedbahtın bu yüzden gönlünden Hakk’a giden yolu göremediği gerçeğine işaret eder. Yûnus, insana vefası olmayan kibri ten evi yıkılmadan yıkmayı salık verir. Zira insana tövbe kapısını kapayan kibir, insanın bizzat kendisine düşmandır. Yûnus kibrin ilacı olarak yerin göğün üzerinde durduğu tevazuu tavsiye eder. Mütevazı olanı definelerin beklediğini ileri süren Yûnus, devlete ermenin sırrının tevazuda yattığını ifade eder.


Yûnus’un öfke bahsindeki öğüdü, öfkenin de iman ile cengi olan fena bir huy olduğudur. Öfkeyi imanı yakan bir ateşe benzeten Yûnus, onu her yerde insanın yolunu kesen bir haramî sayar. Öfke can evini harap ederek gerçek yârin oraya gelmesine mâni olur. Eğer Hakk’ın can evimize gelmesini istiyorsak, can evini öfke pisliğinden arıtmamız lâzımdır. Öfkeyi ancak sabrın yeneceğini söyleyen Yûnus, sabredenin öfke denen kem huydan kurtulacağını belirtir. Sabır içinde öyle gizli hünerler vardır ki sabreden kişi, sabırla arşa çıkıp manevî miraca erer. Sabrın cemil ve güzel olanı, zehri bal eyler. Her hâlinde sabrı gözetenler, aziz olup ulu mânâ ve ulu devlete ulaşırlar. Sabır, nebiler ve veliler menzilidir; insanın bu dünyadaki serüveni sabırla iyiye doğru gider. Sabrı ahlâk hâline getiren kişiye Hakk’tan inayet gelir, zira sabreden, Hakk ile beraberdir.

Yûnus, dördüncü cenkte haset ve cimriliği ikili olarak ele alır. Ona göre haset, kişinin kendi kendine ziyan vermesi ve acımasızca öz canına kıymasıdır. Hasetten dolayı hiçbir işe el atmayan hasit, ömrünü başkalarına kuyu kazmakla geçirir ancak kazdığı kuyuya da akıbet kendi düşer. Cimri ise yediğini kendinden sakınıp kazandığını kendinden esirger. Yûnus’a göre cimri akıldan mahrum, hasetçi ise daima gönül darlığına duçardır. Hırsları çok olduğu için, edepten mahrum olan hasetçi ile cimri, bu hırs ateşiyle bir dem içinde bin kez helak olarak yaşar. Beğenilen hiçbir huyu olmayan bu kötücül tipler, şeytan gibi kovgundurlar. Cimrinin haşrinin Karun ile olacağını söyleyen Yûnus, cimrinin akıbetinin mala tapan Karun’un akıbeti gibi olacağını belirtir. Bunların durakları cehennem olup, ateşten kurtulmaya mecalleri yoktur.

Yûnus, cimriliğin devasını cömertlikte görür. Ona göre cömertliğin hası, Hakk uğruna dünyadan geçmektir. Bu tavır, bütün dünyayı diğerlerine bırakıp gönle habbe kadar da olsa dünya nimetlerinin sevgisini düşürmemektir. Cömertlik, bir terk ahlâkıdır. Malı, soyu sopu ve makamı terk etmek en büyük cömertliktir; yola böyle çıkanlar, yâri bulanlardır. Cömertlik öyle yüksek bir gına ahlâkıdır ki onlar bırakınız dünyayı terk etmeyi, cennetten bile vazgeçerler. Dosta gidenin gözünde iki cihan bir hiçtir, bu yüzden cömert huylular o pazar için akçaya değil, aşka talip olurlar. Çünkü o pazarda aşktan başka geçerli sermaye yoktur.

Yûnus, son cenk destanında insanlar için bir afet olan gıybet ve iftira ikilisi üzerinde durur. Bunlar şehir ve yurttan sürülmesi gereken Hâricîler gibi behemehâl gönül evinden sürülmelidir. Gıybeti ağızdan hayz görmeye benzeten Yûnus, gıybet edenin ebediyyen rahmet göremeyeceğini söyler. Gıybet ve iftira, balı katran kabına koymak ve can cevherini çirk kuyusuna atmak gibidir. Bu habis huylar, hak öğüdü veren ulular sözündeki ibreti görmeye mâni olmakta, bu yüzden kişi düşmanını dost sanmaktadır. Yûnus, gıybet ve iftiranın karşısına doğruluğu koyar. Doğruluk gıybet evini yakıp kara yer eyleyen bir haslettir. Arşı ve ferşi vatan tutmayan doğru kişiler, perdesizlik cihanına vasıl olurlar. Doğruluk sahiplerine ne ezel ve ahir vardır, ne de bâtın ve zahir. Kişi doğru olunca herkesin doğru olacağını söyleyen Yûnus, eğri olanın doğrudan mahrum kalacağını ifade eder. Şayet kişi gözünü doğruluk gösteren bir göz eylerse, eğri ve fena işlerden kurtulur.

Yûnus destanların sonunda ten mülkünü istila ederek gönül evini karartan hırsızı ifşa eder: Şeytan… Evdeki şeytanı ifşa eden ışık ise çıradır; bu çıra iman nuru olup, iman sahipleri Hakk’ın yüzünü o çıra sayesinde görürler. Bir an içinde binbir fitne koparan şeytandan kurtulmanın yolu, can evini ibadet suyuyla yıkamaktır. Manen yıkanıp arındıkça yükselir ve mutlaka ulu devlete ulaşırız: “Çıra yandı doğru delil bulundu/ Ev aydınlık oldu, hırsız bilindi/ Çıra dersem iman nurudur mutlak/ Gösterir yüzünü imanlıya Hakk/ O hırsız dediğim şeytandır, gezer/ Her lahza içinde bir fitne dizer./ Makamını yur isen ibadetle/ Muradına ulaşırsın devletle…”

Mukayese

Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât-ı Gaybiyye adlı eserindeki ilgili kısmın ve Yûnus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’sinin içerikleri üzerinde durmamızın nedeni, bu iki büyük zat arasındaki dil ve düşünce birliğini somut olarak göstermektir. Öyle anlaşılıyor ki, Yûnus Emre, zahirde Hünkâr Hacı Bektaş’ın nefesinden mahrum kalmış ama onun eserlerinin mânâsından nasiplenmiştir. Demek ki Yûnus, manevî pîrinin eserlerini çok iyi okumuş ve onlardaki fikirleri kendi şahsiyetiyle yoğurarak eserlerinde kullanmıştır. Hatta o fikirleri sadece şiirlerinde kullanmamış, Hazret’in bazı fikir ve tespitlerini kendine uyarlayarak o fikirleri genişleten müstakil bir eser de yazmıştır.

Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için Makâlât-ı Gaybiyye ve Risâletü’n-Nushiyye’ye arasındaki ilişkiyi gösteren aşağıdaki tablonun dikkatle incelenmesi yararlı olacaktır.


Üzerinde olduğumuz konuya bir de yukarıda sunduğumuz tablo üzerinden bakacak olursak, her iki eserde de soyut kavramların somutlaştırılarak daha anlaşılır hâle getirilmek istendiği görülür. Zira bu iki büyük zatın da asıl amacı, ele aldıkları konuları, özelde dervişlere, geneldeyse halka kavratmaktır. Her iki eserde de yer gönüldür. Hacı Bektaş-ı Veli, bu mekâna “Gönül Şehri” derken Yûnus Emre “Ten Mülkü” demektedir. Ama maksadının bu mülkün kalpgâhı olan can evi olduğu açıktır. Zira Yûnus, eserin sonunda can evinin hırsızdan kurtarılmasını ve bu evde iman çırasının uyandırılmasını söyleyerek manevî şeyhi ile aynı noktaya gelir.

Bu şehir yahut ülkedeki sultanlar da birbirinin aynıdır. Hacı Bektaş-ı Veli bu sultanı Akıl olarak nitelerken, Yûnus Emre aynı sultan için başta Akıl ve Ruh isimlerini kullanmakta eser içinde ise Akıl Sultanı olarak zikretmektedir. Yûnus Emre, elbette müstakil bir mesnevî kaleme aldığı için doğal olarak bu konuyu daha geniş olarak işler. Hatta o, eserin giriş kısmında Akl’ın tarifine özel bir yer ayırarak şunları söyler:

“Padişah’ın ezelî nurundan olan akıl üç türlüdür: Biri akl-ı ma’âştır; dünya hayatını, dirlik ve düzenini bildirir. Biri akl-ı ma’âdtır; âhiret ahvalini bildirir. Birisi de akl-ı küllîdir; Yüce Allah’ın marifetlerini bildirir.

Padişah’ın hidayet nurundan olan iman üç türlüdür: Biri ilmelyakin, biri aynelyakîn, biri de Hakkelyakîndir. İlmelyakin olan imanın yeri akıl, aynelyakîn olan imanın yeri gönül ve Hakkelyakîn olan imanın yeri de candır. Canla gelen iman, can ile gider.

Cennet Padişah’ın kerem nurundan, cehennem de adalet nurundandır. Toprak Padişah’ın nurunun, su hayatının, rüzgâr heybetinin ateş de öfkesinin ışığındandır. Toprakla suyun yeri cennet, ateşle rüzgârın yeri cehennemdir.

Ateş ve rüzgâr ile bin eri olan dokuz binbaşı gelir. Bunlar, uğradıkları kişiyi kendi yerlerine götürmek için uğraşırlar.

Toprak ve su ile de yine bin eri olan on üç binbaşı gelir. Bunlar da uğradıkları kişiyi cennete götürürler.

Canla gelen dört kişidir. Bunlar canla gelip canla giderler. Bunların da bin eri vardır. Bunlarla olanlar, Hakk’ın Cemaline gark olurlar.

Toprak ve su ile gelenler cennette olanlar, ateş ve rüzgârla gelenler cehennemde kalanlar, canla gelenler de Hakk’ın huzurunda nura gark olanlardır.”

Gönül şehrine hâkim olmak için iktidar mücadelesi veren kötücül sultan ise her iki eserde de İblis/Şeytan olarak zikredilmektedir. Her iki eserde de sultanların isimleri konusunda tam bir mutabakat vardır. Her iki eserde de sultanların haberci olarak bilgisine başvurdukları birisi vardır; bu haberci Hacı Bektaş’ta Fehim olarak kişileştirilir ve bu habercinin sadece casus olmayıp aynı zamanda vezirlik görevini icra eden biri olduğu anlaşılır. Yûnus’un eserinde ise bu haberci sadece casus olarak geçmekte olup, bu casusa vezirlik görevinin yüklenmediği görülür.

İki eser arasında en belirgin fark, Akıl Sultan’ın komutanları kısmındadır. Bu kısımda Akıl Sultan’ın komutanları birbirinden tamamen farklı ama işlevleri bakımından birdirler. Makâlât-ı Gaybiyye’de bu komutanları adları İlim, Perhiz, Edep, Nezaket, Ahlâk; Risâletü’n-Nushiyye’de ise Kanaat, Tevazu, Sabır, Cömertlik, Doğruluk’tur.

Her iki eserde de Akıl Sultan’ın komutanları bahsinde isim farklılığı bulunurken, Şeytan’ın komutanları bahsinde büyük bir uyumluluk vardır. Hacı Bektaş’ta Şeytan’ın komutanları Kibir, Haset, Cimrilik, Tamah, Öfke; Yûnus’ta ise Hırs, Kibir, Öfke, Haset ve Cimrilik, Gıybet ve İftira olarak sıralanmaktadır. Aradaki fark, Hacı Bektaş’ın Haset ve Cimrilik’i farklı komutanlar olarak zikretmesi, Yûnus’un ise bunları eş komutanlar olarak birleştirip bunlara iki eş komutan olan Gıybet ve İftira’yı eklemesidir. Ancak her iki eserde de bu komutanlar beş kişi olup beş orduya hükmetmektedirler. Yûnus’taki eş komutanlar ayrı ayrı orduları değil, aynı orduyu yönetmektedirler. Bu komutanların yönettikleri ordulara Hacı Bektaş, beş komutan için beş ordu sayar: Sinirlilik, gıybet, kahkaha, aşırı şaka ve şehvet... Yûnus’ta ise bu orduların tek bir ismi vardır, “Hâricîler”.

Cenk nedeni olarak Hacı Bektaş’ta manevî bir düzlem tercih edilerek riya ve şaşkınlık içinde kalmış bir grubun gönül şehrindeki faaliyetleri zikredilirken, Yûnus’ta hem maddî, hem manevî düzlemde cenk nedeni olarak ten mülkünün/can evinin işgaline duyulan tepki söz konusudur. Makâlât-ı Gaybiyye’de gönül şehrinde nizamı bozan bu riyakâr ve şaşkınların üzerine aynı anda Akıl, Sabır, Kanaat adlı komutanlar yönetiminde üç ordu birden sevk edilirken, Yûnus Emre’de her işgalci şeytan ordusuna karşılık Rahmânî bir komutan yönetiminde bir ordu sevk edilmektedir. Komutanlar bazen Cimrilik/Haset ve Gıybet/İftira gibi eş komutanlar olsa da ordunun mahiyeti değişmemektedir.

Cenkten sonraki süreçte Hacı Bektaş, daha çok irfanî bir boyut üzerinden giderek kemâle ulaşmanın bazı kapılarını sır, gizlilik, münacat, oruç, namaz kavram ve eylemleri üzerinden açarken, Yûnus Emre yine konuyu iki boyut üzerinden ele almaktadır: Dirlik, düzen, huzur, hırsızın ifşası, iman çırasının yanması, ibadet.


Yûnus Emre’nin irfanî ve derunî kavramları Hacı Bektaş’ın hilafına bir de zahirî ve sosyal yönden ele alması, muhtemelen yaşadığı dönemdeki büyük sosyal kargaşanın tesiriyle olsa gerektir. Her iki eser de sonuçta kılavuzluk ettikleri yolcuları manevî bir miracın içinden geçirerek ruhen ve ahlâken yükseltir. Bu manevî yükselişin temelinde ise kötü huyların terki yatmaktadır. Bu kötü huylar ruhu kirletip can evini mezbeleye dönüştürmektedir. Can evi, iman ve ibadet suyuyla yıkanarak bu pisliklerden arınınca, “Yâr”, o tertemiz eve çıkagelmekte ve didarını maşuka göstermektedir.

Konuyu bitirirken söylemekte yarar vardır; Hacı Bektaş-ı Veli’nin, dervişlerin sorularına verilen cevaplar biçiminde telif ettiği eseri aslında bir nasihatnâmedir. Bu eseri Hazret’in ölümünden sonra kaleme alan kâtip derviş, eserin başında şu tespiti yapar: “Bu Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eser, yüce insan Hünkâr Hacı Bektaş el-Horasanî’ye ait olup, bütün toplumu ve taraftarlarını bilgilendirmek için verdiği nasihatlerdir.”

Bu tespitten de anlaşılacağı üzere, Yûnus Emre, eserine Risâletü’n- Nushiyye adını verirken Makâlât-ı Gaybiyye’nin bir öğüt kitabı olduğunu hatırdan çıkarmamış ve kendi eserini de o kitabın mahiyetini gözeterek nasihatnâme türünde yazmış olmalıdır.