
HACI Bektaş-ı Veli ile
Yûnus Emre arasındaki ilişkiye dair en eski bilgi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin
ölümünden sonra “15’inci yüzyılın son çeyreğiyle 16’ncı yüzyıl başları arasında
yazıya geçirilmiş bulunan”
Vilâyetnâmeler içinde en tanınmışı olan Firdevsî-yi Tavîl’in manzum Vilâyetâme’sindeki
meşhur Buğday-Nefes kıssasına dayanır.
Vilayetnâme’deki anekdota göre yaklaşık 1260-1270 yılları
arasına tarihlenebilecek bu ilişkinin üzerinden en az iki asır geçtikten sonra
kaleme alınması ve menakıbnâme türü gibi kurgusal yönü ağır basan bir eserde
yer alması, söz konusu ilişkinin doğruluk derecesini sorgulatacak cinstendir.
Hacı Bektaş-ı Veli’yle Yûnus Emre’nin bir araya geldiğine dair şimdilik,
Vilâyetnâme haricinde hiçbir eserde bilgi yoktur.
Menâkıbnâme türündeki eserlerde yer alan bilgiler, tam
anlamıyla bir tarih vesikası sayılamazlar ancak yine de tarihe ışık tutacak pek
çok yön içerdiklerinden incelenmeye değer bilgilerdir.
Hacı Bektaş-ı Veli ile Yûnus Emre münasebetini bir yana
bırakalım, Vilâyetnâme’nin Hacı Bektaş-ı Veli müridi olarak zikrettiği Tapduk
Emre ile münasebetinin derecesi de bulanıklık içindedir. Tapduk Emre üzerine
yapılan son çalışmalar, onun tarikat silsilesini, şeyhi Barak Baba üzerinden
Sarı Saltuk’a bağlar. Vilâyetnâme’nin Tapduk Emre ve onun müridi Yûnus Emre’yi
Hacı Bektaş-ı Veli öğretisi etrafında toplamasının tamamen hayâl mahsulü
olduğunu söylemek de mümkün değildir. İşte tam bu noktada, bu meçhul alanı
aydınlatacak yeni verilere ihtiyaç olduğu açıktır. Elimizde Tapduk Emre’ye dair
herhangi bir eser olmadığı için, onun fikirleriyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin
fikirleri arasında derinlikli bir mukayese yapma imkânından mahrumuz. Ancak Tapduk
Emre’nin bir tür canlı eseri olan ve “Halka
Tapduk manisin saçdık Elhamdülillah” diyen Yûnus Emre ile Hacı Bektaş-ı
Veli’nin fikirleri arasında ciddî mânâda benzerlikler vardır. Kuşkusuz bu
benzerliklerin büyük bölümü, kökü Ahmed Yesevî’ye çıkan “dört kapı, kırk makam”
ilkesinden gelmektedir.
Bu ilke bağlamında Hacı Bektaş-ı Veli ile Yûnus Emre’nin
eserleri arasında yapılacak mukayeseli bir çalışma muhakkak ki araştırıcılara
veriye dayalı bir kıyas imkânı sunacaktır. Biz bu makalede bu tip bir
çalışmanın örneği olarak Hacı Bektaş-ı Veli’nin bilim dünyasınca fazla
bilinmeyen bir eseri olan “Makâlât-ı Gaybiyye” ve “Kelimât-ı Ayniyye” adlı eseri ile Yûnus Emre’nin “Risâletü’n-Nushiyye”si arasındaki
benzerlik noktaları üzerinde durduk. Bu benzerlik noktalarından hareket edince,
Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş-ı Veli ile Yûnus Emre’ye ilişkin aktarılan
Buğday-Nefes kıssasının o eserde boş yere kayıt altına alınmadığını gördük.
Önemine binaen, o kıssayı ana çerçevesiyle vermek çok faydalı olacaktır:
Yûnus bir kuraklık yılında, öküzünün sırtına bir heybe atarak,
kuraklıktan etkilenenlere geçimlik buğday veren Hacı Bektaş dergâhının yolunu
tutar. Dergâha eli boş varmamak için, yol boyu alıç toplayarak dergâha iletir.
Dergâhta birkaç gün dinlendikten sonra memleketine dönmeye karar verir. Ancak
Yûnus Emre’deki cevheri gönül gözüyle gören Hacı Bektaş, ona bir derviş
göndererek, “Buğday mı verelim, nefes mi?” diye sordurur. Sorunun sırrından
gafil olan Yûnus, “Nefesi ne yapayım, bana buğday gerek” der. Dervişin bu cevabı
getirmesi üzerine Hacı Bektaş, “Her çekirdek başına on nefes verelim” diye yeni
bir teklif iletir. Yûnus, “Çoluk çocuğum var, bana buğday gerek” diyerek
kararından vazgeçmez. Bunun üzerine buğdayı alıp yola düşen Yûnus, köyün
çıkışında gaflet uykusundan uyanır ve hemen tekkeye dönerek buğdayı indirir ve
karşılayan dervişe, “Erenler, himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana”
der. Durum Hacı Bektaş’a bildirilince, “O kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye
sunduk, gitsin, nasibini ondan alsın!” cevabını verir. Bu cevap üzerine Yûnus, Tapduk
Emre dergâhına giderek olan biteni anlatır. Tapduk Emre, “Hâlin bize malûm oldu”
der ve yol haritasını çizer: “Hizmet et, emek ver, nasibini al!”
Bu kıssaya göre Yûnus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’nin müridi olmamıştır ancak Hazret, Yûnus’un Tapduk Emre’ye mürid olmasının yolunu bizzat açarak dolaylı yoldan da olsa onun üzerinden himmet elini çekmemiştir. Bu cümledeki “himmet elini çekmemek” ibaresini bir maksada yönelik olarak özellikle seçtiğimizi belirtelim. Zira Hazret’in Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye adlı eseri yakın zamanda bilim dünyasının dikkatine sunulunca görüldü ki, Hacı Bektaş-ı Veli ile Yûnus Emre arasındaki münasebet, fikir ve irşat düzleminde kesintisiz olarak devam etmiştir.
Makâlât-ı Gaybiyye’deki anlatım
Soru-cevap tarzında bir muhavere düzeni ile kaleme alınan Makâlât-ı
Gaybiyye, ideal bir dervişin dünyevî ve nefsî boyutta neleri terk ederek neleri
kazanacağına dair bir dizge izleyerek sonunda dervişi insan-ı kâmil olma
menziline götürmeyi amaçlar. Derviş, dünyevî ve nefsî olan engellerden
arındıkça Hakk tarafından çekilen ve gerçek mânâya ulaşan bir “salik-i meczup”
olur. “Salik-i meczup süluk edip cezbe
bulduğunda kemâle eren kimsedir... Salik olmayan meczup, aracısız cezbe bulup
temizlik denizinde gerçek sevgili hazretlerinde boğulandır. O fenafillah
makamında bâki kalır ve cümle yükümlülüklerden arınır.”
Hacı Bektaş-ı Veli, bu eserinde dervişlerinden gelen 20
soruyu tarif, tasnif ve tavsiye yöntemiyle üçlü bir boyutta cevaplar. Hacı
Bektaş-ı Veli, müridlerin sorusunu önce tarif eder, sorudaki meselenin tarifini
yaptıktan sonra tarifini yaptığı kavramın tasnifine geçer. Hazret’in yaptığı
tasnifler, tasavvufî gelenekte özellikle Abdullah-ı Herevî’nin “Menâzil-i
Sâirîn” adlı eserindeki üçlü tasnife benzer biçimde bir tasniftir. Makâlât-ı
Gaybiyye’de tasniften sonra tavsiye kısmı gelir. “Bu kısım, Hacı Bektaş’ın
tasnif münasebetiyle izah ettiği bilgilerin dervişler tarafından nasıl
anlaşılması gerektiğine dair uyarıcı ve toplayıcı bir mahiyet içerir”.
Netice olarak Hacı Bektaş-ı Veli bu eserde tasavvufun temel
ilkelerini, o sohbet meclisinde bulunan dervişlerine açık, net, anlaşılır ve
somut bir şekilde kavratmak ister. Eserdeki gayenin fikir serdetmekten ziyade
insan inşâsı olduğu derhâl göze çarpar. İnsan yetiştirmek, özelde ise bir
dervişi kâmil insan hâline getirmek için sadece bilgi yetmez, bu bilginin amele
yani davranışa dönüşmesi gerekir. İşte Hacı Bektaş-ı Veli bu eserde izlediği
yöntemle dervişlere verdiği tasavvufî bilgileri onlarda amel ve ahlâka dönüştürmek
ister. Bundan muradı ise bilginin davranışa dönüştükten sonra “marifet” denilen
yeni bir bilgi kapısını açmasıdır. Bu yüzden de Hazret, yöntemini “dört kapı ve
kırk makam” olarak belirler. Onun kapıları, her kapının bilgisini davranışa
dönüştürmüş dervişlerin marifet odalarına girdikleri kapılardır.
Bu eserin Yûnus Emre ile münasebetini belirleyen nirengi
noktası, halkın kaç çeşit olduğu sorusuna verilen cevaptır. Hacı Bektaş-ı Veli,
halkın “abidler, zahidler, arifler ve muhipler” olmak üzere dört bölüğe
ayrıldığını söyledikten sonra, gelen tavsiye kısmında dervişlere şu öğüdü
verir:
“Ey derviş, bilmen
gerekir ki, gönül büyük bir şehirdir ve şehirde iki sultan yaşamaktadır. Biri
akıldır, diğeri iblis. Akıl bir sultandır ki, sultan tahtına oturmuş ve anlama
(fehim) onun yardımcısıdır (naib).Bu sultanın komutanları vardır. Deniliyor ki,
bu komutanların birincisi ilim, ikincisi perhiz (sakınma), üçüncüsü edep,
dördüncüsü nezaket, beşincisi iyi ahlâktır. Bu beşi tamamlanınca Yüce Allah ona
marifet verdi. Marifet gelince canın içine yerleşti. Can onunla hayat buldu ve akıl
ile anlaştı.
İkinci sultan
şeytandır. O, yasaklanmış işler yapar; yardımcısı (naib) da nefstir. Şeytanın
da komutanları vardır. Birincisi kibir, ikincisi haset, üçüncüsü cimrilik,
dördüncüsü tamah ve beşincisi de öfkedir. Bu beş komutan insanı, dünyayı
bırakmaktan alıkoyarlar. Şeytanın diğer orduları şunlardır: Sinirlenmek, gıybet
etmek, kahkaha ile gülmek, aşırı şaka yapmak, geçici ve şehvetli zevklerden
hoşlanmak. Bu askerler onu sakınmaktan alıkoyarlar. Fakat Allah’ın ilgisi ve
yardımı ile akıl sultanı güçlenip ordularını hazırlayınca anlama yetisini
(fehm) casus olarak gönderip iblis ordusundan bir kimsenin kalıp kalmadığını
araştırdı. Casus gelip, ‘Ey padişah! Bir grup riya ile şaşkınlık içinde
kalmıştır’ dedi.
Padişah ruhanî ve
manevî yükselme (miraç) gerçekleşsin diye akıl, sabır ve kanaati gönderip
onları da defetti. Sonra sır ve gizlilik, Allah’a yakarma (münacat) ve oruç arasında
bizzat amacına ulaştı. ‘Salat müminin yükselmesidir (miraç)’ gerçeğine ulaştı.”
Hacı
Bektaş-ı Veli’nin bu nasihatlerine yakından bakınca, onun, hitap ettiği
dervişin şahsında kâmil insana giden yolu çizdiği görülür. Alıntı metne
yakından bakınca, onun hücrede bir derviş ve dünya hücresinde bir insanın neyle
nasıl mücadele ederek menzile ulaşacağına dair bir müfredat görülür. Kâmil
insana giden yolda ana karargâh gönül olduğu için, Hacı Bektaş-ı Veli, gönlü
bir şehre benzetir. Gönül şehre benzeyince, bu şehirde yaşayan bir de ahalinin
olması gerekir. Bu durumda teşbih teşhisi çağıracağı için, Hazret, kavramları
kişileştirmek suretiyle alegorik anlatımlı bir kısa metin kurar.
Gönül
bir şehirdir ve bu şehirde de iki sultan yaşamaktadır. Bu sultanlardan biri Akıl,
diğeri de İblis’tir. Bu iki sultan arasında doğal olarak ülkeye tek başına hâkim
olma mücadelesi vardır. Akıl Sultanı’nın Fehim (anlama yetisi) adlı bir veziri
ve ordularının başında da birbirinden mahir İlim, Perhiz, Edep, Nezâket ve Ahlâk
adlı komutanları vardır. Bu komutanların görevi gönül ülkesini İblis Sultan’ın
ordularından korumaktır. Hacı Bektaş-ı Veli, kavramları kişileştirerek ne
dediğini rahatça kavrattıktan sonra bu kavramlarla neyi murat ettiğini de
söyler. Ona göre gönülde ilim, perhiz (sakınma), edep, nezaket ve iyi ahlâktan
ibaret olan beş eksik tamamlanınca dervişe/insana Allah tarafından marifet
bağışlanır. Böylece marifet gönül ülkesine girerek akıl ile anlaşır ve bir
hakikat rehberi olarak aklın önüne düşerek onu yoldan çıkarmadan menzile
ulaştırır.
Gönlü
ele geçirmek isteyen Şeytan/İblis adlı bir sultan daha vardır. Bu kötücül
sultan, gönül şehrini yasaklanmış işleri yapmak için ele geçirmek istemektedir.
Bu sultanın vezirinin adı Nefs’dir. Ordularının başındaki komutanları ise Kibir,
Haset, Cimrilik, Tamah (Hırs) ve Öfke’dir. Bu komutanların yönetimindeki
ordular ise sinirlilik, gıybet, kahkaha, aşırı şaka ve şehvettir. Hacı Bektaş-ı
Veli, bu kavramlarla neyi murat ettiğini de şöyle açıklar: Şeytanın beş komutanı
ile ifade edilen beş hâl, insanın dünya ile bağını kesmesine mâni olan ve onu
dünyaya mahkûm eden beş hâldir. Şeytanın orduları olarak zikredilen beş hâl ise
dervişin/insanın kendisini fenalıklardan korumasına engel olan hâllerdir.
Gönül
ülkesini ele geçirmede iki sultanın pozisyonları, komutanların ve onların
komutasındaki orduların denk olması yönünden eşittir. Her ne kadar metinde Akıl
Sultanı’nın orduları söylenmemiş olsa da biz beş komutanın varlığından Akıl Sultanı’nın
beş ordusunun olduğunu anlıyoruz. Görünüşte iki ordu birbirine denk olsa da
böyle bir eşitlikte Allah’ın yardımı Sultan Akl’ın yanında olduğu için onun
orduları güçlenir ve Akıl hükümdarı bu güce güvenerek veziri Fehim’i Şeytan
ordularının durumlarını rapor etmesi için keşfe gönderir. Bu istihbarat
çalışması sonrası Vezir Fehim, Şeytan ordularının Sultan Akl’ın ordularından
korkup kaçtıklarını ama riya ve şaşkınlık içindeki bir grubun ise hâlâ şehirde
olduğunu söyler. Sultan Akıl, bunun üzerine Akıl, Sabır ve Kanaat adlı
komutanlarını bunların üzerine göndererek hepsini işgal ettikleri yerlerden
çıkarır.
Hacı
Bektaş-ı Veli, bu alegorik anlatımdan sonra, ele aldığı kavramlarla neyi murat
ettiğini açıklar. Ona göre riya ve şaşkınlık, dervişin/insanın ruhanî miracına
engel olan şeylerdir. Bu engelleri ortadan kaldırmak için akıl, sabır ve
kanaati elden bırakmamak lâzımdır ki riya ve şaşkınlık üzerimizde baskın hâl
olarak kalmasın ve gönülden uzaklaşarak bizimle ilgisini kessin. Bu durum
gerçekleşince ruhanî miracın önündeki son engel de kalkmış olur ve arkasından
münacat (Allah’a yakarış) ve oruç süreçleri yani gerçek çile başlar ve bu
çilenin akabinde de İlâhî sırlar zuhur ederek, “Namaz müminin miracıdır”
hadisindeki hikmetin sırrına erişilmiş olur.