BAZI şehirler vardır
ki, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasanız dahi hal diliyle birçok şey anlatır
size. Şehre girer girmez sizi yakalayıveren bir tılsımın peşinde kaybolmayı
göze alarak her sokağını, her caddesini görmek istersiniz. Saraybosna, bu
şehirlerden bir tanesi. Asırlar boyu birçok medeniyete ev sahipliği yapmış,
birçok rejim görmüş, dolayısıyla çok çeşitli sosyal yaşamlara ve toplumsal
olaylara şahitlik etmiş bir şehir.
Tarih,
kalın sayfalarla donatılmış tozlu raflardaki bir ders kitabından ibaret değil
burada. Dışarıya her adım atışınızda tarihi yanınızda hissediyor ve
soluyorsunuz. Evet, bu şehrin sokakları buram buram tarih kokuyor. Merhamet,
hoşgörü, zulüm, savaş her türlü duyguyu yaşamış ve hâlâ yaşamaya devam eden,
bir canlılık arz eden bu şehir, kendi hikâyesini her sokağında kendi dilince
anlatıveriyor size.
Tarihin
en yakın şahidi, yirmi yıl önceki savaşta taranmış ve kurşun izleri silinmemiş
evler. Yıkılmamış ama derin yara almış evler, tıpkı Bosna gibi, Müslüman
Boşnaklar gibi, her nesli farklı bir devlet görmüş ve farklı bir savaş yaşamış,
derin yaralar almış ama asla yıkılmamış bu millet gibi…
Sultan
Fatih’le başlayan İslam medeniyeti yıllarının izlerine rastladıkça bir Osmanlı
şehrinde gezdiğinizi hatırlıyorsunuz. Camileri, külliyeleri, medreseleriyle
Osmanlı ruhunu her solukta hissediyorsunuz. Kanunî’nin Sancak Beyi Gazi Hüsrev
Bey Camii’nde, her öğle namazı sonrasında Fatih’in ve cümle şehitlerin ruhuna
hatim indirildiğini, caminin tam karşısındaki medresenin açıldığı günden bu
yana hâlâ aktif olduğunu görünce görünce bir çocuk gibi seviniyor ve yıllardır
buralıymış gibi hissediyorsunuz.
Aslında
çok da yanlış değil, yıllardır buralıyız, Bosnalıyız -hatta asırlardır-.
Yazıktır ki, zihnimize çekilen sınırların esiri olmuşuz da ırak bellemişiz bu
Evlad-ı Fatihan diyarını kendimize.
Yeniden
cami avlusundayız. Ortada bir şadırvan ve tavanında da sekiz farklı hat ile
yazılmış bir ayet: “Biz canlı her şeyi sudan yarattık.” İşte estetik ve zarafet!
Tarih
ve medeniyetin naif rüzgârını hissettiğiniz yerlerden bir diğeri de tekkeler.
Çok zorlu dönemlerden geçmiş olmasına rağmen aslından kopmamış ve bugünlere
kadar gelmiş olan sufi anlayış, bir kısım Boşnak Müslümanlar tarafından bir
kültür olmaktan ziyade bir hayat tarzı olarak kabul görmüş. Savaş zamanlarında
şehir bombalanırken dahi ara verilmeden devam etmiş bir Mesnevî ders halkasının
varlığı dahi tasavvufun etkisini göstermeye yetiyor.
Çarşı
pazarda, şehrin belli başlı merkezlerinde dolaşırken Türk kültürünün buraya ne
kadar derinden işlendiğini görebiliyorsunuz. Gerek Türkiye’nin son dönemdeki
atılımları, gerek savaş dönemindeki yardımlar, ama belki en önemlisi de bir
asır önce Devlet-i Aliye’nin sancağı altında birlikte yaşıyor olmanın verdiği
yakınlık ile Boşnaklarla iletişim kurmakta hiç zorlanmıyorsunuz. Türk
olduğunuzu anladıkları an heyecan, samimiyet ve güleryüzle sizinle muhabbete
başlıyorlar. “Kardeşim”le başlayan cümleler, “Allah’a emanet”le bitiyor.
Şehrin
eski bölgelerindeki küçük Osmanlı mahallelerinde tarihle baş başa kalıyor ve o
günün sosyal yaşantısına şahitlik ediyorsunuz. Osmanlı döneminde bir beyin evi
olan konak muhafaza edilmiş ve müze olarak koruma altına alınmış. Koca bir
ailenin bütün mahremiyet sınırlarına riayet ederek bir arada yaşayabileceği
nezaket ve edep kokan yapılar, Osmanlı kültür yapısının ev adabına nasıl riayet
ettiğinin en büyük göstegesi.
Bir
Abdullah’ın bahçesi
Saraybosna,
aslında birçok zıt duyguyu bir arada yaşayabileceğiniz bir yer. Aynı gün içerisinde
bu tarihî zarafete hayran kalmak ve heyecanlanmakla birlikte, bir savaş hikâyesi
dinleyerek ya da bir şehitliğin önünden geçerek bütün neşenizi hüzne
çevirebilecek garip bir yapıya sahip. Şehrin birçok noktasında, yakın dönemdeki
savaşta şehit olmuş Müslüman Boşnakların mezarları var. “Mezarlıkların şehrin
içinde, hayatla içi içe noktalarda olması, acaba yaşanan sıkıntıların
unutulmaması için özellikle düşünülmüş bir durum mudur?” diye de sorası geliyor
insanın bu duygu karmaşasına kendi benliğinde şahit olunca. İncecik, bembeyaz
mezar taşları sıralanıp uzadıkça bir hüzün kaplıyor bütün bedeninizi.
İşte
o mezarlardan bir tanesi! “Beni ecdadımın mezarlarının yanına gömün” demiş.
Şehitliğin hemen yanında eski bir Osmanlı mezarlığı var. “Sade bir mezar
yapılsın, şatafatlı olmasın” istemiş, gayet mütevazı bir mezar.
Ve
en çarpıcı olanı, “Mezar taşıma yalnız ‘Abdullah’ yazın!” diye vasiyete etmiş.
Aliya İzzetbegoviç... Batı’nın ve Doğu’nun yakından tanıdığı adam… Bir devlet
adamı, bir komutan, bir münevver ve bir mütefekkir… Halkının verdiği özgürlük
mücadelesinin liderliğini yaparken, aynı zamanda İslam’ı bir hayat nizamı
olarak görmüş, yaşamış ve tüm dünyaya da böyle anlatmış bir ideolog… Tıpkı
diğer şehitler gibi, o da şehrin içindeki bu mezarlıkta toprağı ve dini için
can vermiş halkının arasında, mütevazı bir mezarda ve yalnız “Allah’ın kulu”
olarak meftun bulunuyor. Dünyanın ve dünya Müslümanlarının ondan öğrenecek çok
şeyi var. Allah makamını âli eylesin...
Savaş
çok şey alıp götürmüş Bosna’dan. Ancak başta da söylediğimiz gibi, sallamış ama
yıkamamış Avrupa’nın göbeğindeki bu Müslümanları. Sırf Osmanlı eseri olduğu
için aylarca bombalamışlar Mostar Köprüsü’nü. Bütün stratejilerini, bütün
planlarını onu yıkmak üzerine kurmuşlar. Onlar saldırdıkça Boşnaklar korumaya
almış bu tarihî köprüyü. Bir kilit taşı Mostar; koskoca bir medeniyetin, Boşnak
Müslümanların kaynağı olan Osmanlı’nın simgesi. Yüzyıllardır orada sapasağlam
dururken, bu Müslüman kente kimliğini hatırlatırken hedefi olmuş Avrupa’dan
İslam’ı ve Müslümanları silmek isteyenlerin. Bütün saldırılara rağmen öyle
direnmiş ki, neyin simgesi olduğunu bir kez daha hatırlatmış her iki tarafa.
Aylar süren bombardıman üzerine, 9 Kasım 1993’teki yıkılışının görüntülerini
izlerken “En nihayetinde bir köprü diyemiyorsunuz” işte taşıdığı bu derin
manadan ötürü. Bu yüzden mütevazı bir Osmanlı kenti olan Mostar’da, köprünün
başında bir taş var ve üzerinde sadece “1993’ü unutma!” yazıyor.
Savaş,
dünya tarihinin kaçınılmaz senaryosu, insanoğlunun ne kadar
hırçınlaşabileceğinin, ne kadar canileşebileceğinin ve yeryüzünde nasıl fesat
çıkarabileceğinin en net vesikası. Ama burada yaşananlar bir savaşın çok daha
ötesinde, bir nesli yok etme projesi, bir soykırım…
Ah
Bosna!
Srebrenitsa’dayız...
Geçtiğiniz yollarda çok değil, yirmi yıl önce yaşananlar anlatıldığında dahi
ürktüğünüz bir coğrafya… Üzerinden geçtiğiniz her yerin bir mezar olma ihtimali
var. Bir milleti yok etmek için açıktan bir saldırıyla harekete geçmiş Sırp
askerlerinin binlerce insanı hunharca katlettiği acının coğrafyası burası.
İnsan düşünmeden edemiyor: Nasıl bir kin, nasıl bir nefret, nasıl bir psikoloji
binlerce masumu toplu olarak katletmeyi makul görebilir? Belhüm-adal tarifi
galiba bu gibi durumları karşılıyor.
Güvenli
bölge olduğuna inanarak Birleşmiş Milletler bölgelerine sığınan binlerce Boşnak,
Sırp kasaplarının ellerine terk ediliyor ve insanlık tarihine kara bir leke
olarak geçen o soykırım gerçekleşiyor. Bize ve bundan sonraki nesillere ise 20.
yüzyılda gerçekleşen ve akıllara durgunluk veren bu canice hareketi bütün
insanlığa hatırlatmak düşüyor. Çünkü büyük liderin de dediği gibi, “Unutulan
soykırım tekrarlanır”.
Bosna
bir medeniyet beşiği, bir duygu karmaşası, tarihî ve yerel güzellikleriyle
birlikte Avrupalı bir Müslüman toplum örneği, hem Doğulu gibi düşünen, hem de
Batılı gibi yaşayanların memleketi… Ve Bosna, kafanızdaki birçok tabunun
yıkılacağı ve de gün geçtikçe daha fazla şaşırabileceğiniz sürprizlerle dolu akışa
sahip, Avrupa’da bizden bir yer…
1917’de,
İngilizler Kudüs’e girdiğinde General Allenby, Selahaddin Eyyubî’nin mezarına
giderek “Kalk Selahaddin, biz geldik!” derken Srebrenitsa katliamı öncesinde de
Sırp komutan Ratko Mladiç, “Türklerden intikam almanın vakti geldi!” diyordu.
Bu iki örnek dahi göstermektedir ki, “küfür tek millettir”. Bosna’nın en yüksek
dağının tepesine her yerden görülebilecek bir haç koymuş olsalar ne yazar, Hilal
gökte oldukça, kimin güvende olduğu, kimin korkması gerektiği aşikâr.