Haç ve Hilâl

1917’de, İngilizler Kudüs’e girdiğinde General Allenby, Selahaddin Eyyubî’nin mezarına giderek “Kalk Selahaddin, biz geldik!” derken Srebrenitsa katliamı öncesinde de Sırp komutan Ratko Mladiç, “Türklerden intikam almanın vakti geldi!” diyordu. Bu iki örnek dahi göstermektedir ki, “küfür tek millettir”. Bosna’nın en yüksek dağının tepesine her yerden görülebilecek bir haç koymuş olsalar ne yazar, Hilal gökte oldukça, kimin güvende olduğu, kimin korkması gerektiği aşikâr.

BAZI şehirler vardır ki, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasanız dahi hal diliyle birçok şey anlatır size. Şehre girer girmez sizi yakalayıveren bir tılsımın peşinde kaybolmayı göze alarak her sokağını, her caddesini görmek istersiniz. Saraybosna, bu şehirlerden bir tanesi. Asırlar boyu birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, birçok rejim görmüş, dolayısıyla çok çeşitli sosyal yaşamlara ve toplumsal olaylara şahitlik etmiş bir şehir.

Tarih, kalın sayfalarla donatılmış tozlu raflardaki bir ders kitabından ibaret değil burada. Dışarıya her adım atışınızda tarihi yanınızda hissediyor ve soluyorsunuz. Evet, bu şehrin sokakları buram buram tarih kokuyor. Merhamet, hoşgörü, zulüm, savaş her türlü duyguyu yaşamış ve hâlâ yaşamaya devam eden, bir canlılık arz eden bu şehir, kendi hikâyesini her sokağında kendi dilince anlatıveriyor size.

Tarihin en yakın şahidi, yirmi yıl önceki savaşta taranmış ve kurşun izleri silinmemiş evler. Yıkılmamış ama derin yara almış evler, tıpkı Bosna gibi, Müslüman Boşnaklar gibi, her nesli farklı bir devlet görmüş ve farklı bir savaş yaşamış, derin yaralar almış ama asla yıkılmamış bu millet gibi…

Sultan Fatih’le başlayan İslam medeniyeti yıllarının izlerine rastladıkça bir Osmanlı şehrinde gezdiğinizi hatırlıyorsunuz. Camileri, külliyeleri, medreseleriyle Osmanlı ruhunu her solukta hissediyorsunuz. Kanunî’nin Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey Camii’nde, her öğle namazı sonrasında Fatih’in ve cümle şehitlerin ruhuna hatim indirildiğini, caminin tam karşısındaki medresenin açıldığı günden bu yana hâlâ aktif olduğunu görünce görünce bir çocuk gibi seviniyor ve yıllardır buralıymış gibi hissediyorsunuz.

Aslında çok da yanlış değil, yıllardır buralıyız, Bosnalıyız -hatta asırlardır-. Yazıktır ki, zihnimize çekilen sınırların esiri olmuşuz da ırak bellemişiz bu Evlad-ı Fatihan diyarını kendimize.

Yeniden cami avlusundayız. Ortada bir şadırvan ve tavanında da sekiz farklı hat ile yazılmış bir ayet: “Biz canlı her şeyi sudan yarattık.” İşte estetik ve zarafet!

Tarih ve medeniyetin naif rüzgârını hissettiğiniz yerlerden bir diğeri de tekkeler. Çok zorlu dönemlerden geçmiş olmasına rağmen aslından kopmamış ve bugünlere kadar gelmiş olan sufi anlayış, bir kısım Boşnak Müslümanlar tarafından bir kültür olmaktan ziyade bir hayat tarzı olarak kabul görmüş. Savaş zamanlarında şehir bombalanırken dahi ara verilmeden devam etmiş bir Mesnevî ders halkasının varlığı dahi tasavvufun etkisini göstermeye yetiyor.

Çarşı pazarda, şehrin belli başlı merkezlerinde dolaşırken Türk kültürünün buraya ne kadar derinden işlendiğini görebiliyorsunuz. Gerek Türkiye’nin son dönemdeki atılımları, gerek savaş dönemindeki yardımlar, ama belki en önemlisi de bir asır önce Devlet-i Aliye’nin sancağı altında birlikte yaşıyor olmanın verdiği yakınlık ile Boşnaklarla iletişim kurmakta hiç zorlanmıyorsunuz. Türk olduğunuzu anladıkları an heyecan, samimiyet ve güleryüzle sizinle muhabbete başlıyorlar. “Kardeşim”le başlayan cümleler, “Allah’a emanet”le bitiyor.

Şehrin eski bölgelerindeki küçük Osmanlı mahallelerinde tarihle baş başa kalıyor ve o günün sosyal yaşantısına şahitlik ediyorsunuz. Osmanlı döneminde bir beyin evi olan konak muhafaza edilmiş ve müze olarak koruma altına alınmış. Koca bir ailenin bütün mahremiyet sınırlarına riayet ederek bir arada yaşayabileceği nezaket ve edep kokan yapılar, Osmanlı kültür yapısının ev adabına nasıl riayet ettiğinin en büyük göstegesi.

Bir Abdullah’ın bahçesi

Saraybosna, aslında birçok zıt duyguyu bir arada yaşayabileceğiniz bir yer. Aynı gün içerisinde bu tarihî zarafete hayran kalmak ve heyecanlanmakla birlikte, bir savaş hikâyesi dinleyerek ya da bir şehitliğin önünden geçerek bütün neşenizi hüzne çevirebilecek garip bir yapıya sahip. Şehrin birçok noktasında, yakın dönemdeki savaşta şehit olmuş Müslüman Boşnakların mezarları var. “Mezarlıkların şehrin içinde, hayatla içi içe noktalarda olması, acaba yaşanan sıkıntıların unutulmaması için özellikle düşünülmüş bir durum mudur?” diye de sorası geliyor insanın bu duygu karmaşasına kendi benliğinde şahit olunca. İncecik, bembeyaz mezar taşları sıralanıp uzadıkça bir hüzün kaplıyor bütün bedeninizi. 

İşte o mezarlardan bir tanesi! “Beni ecdadımın mezarlarının yanına gömün” demiş. Şehitliğin hemen yanında eski bir Osmanlı mezarlığı var. “Sade bir mezar yapılsın, şatafatlı olmasın” istemiş, gayet mütevazı bir mezar.

Ve en çarpıcı olanı, “Mezar taşıma yalnız ‘Abdullah’ yazın!” diye vasiyete etmiş. Aliya İzzetbegoviç... Batı’nın ve Doğu’nun yakından tanıdığı adam… Bir devlet adamı, bir komutan, bir münevver ve bir mütefekkir… Halkının verdiği özgürlük mücadelesinin liderliğini yaparken, aynı zamanda İslam’ı bir hayat nizamı olarak görmüş, yaşamış ve tüm dünyaya da böyle anlatmış bir ideolog… Tıpkı diğer şehitler gibi, o da şehrin içindeki bu mezarlıkta toprağı ve dini için can vermiş halkının arasında, mütevazı bir mezarda ve yalnız “Allah’ın kulu” olarak meftun bulunuyor. Dünyanın ve dünya Müslümanlarının ondan öğrenecek çok şeyi var. Allah makamını âli eylesin...

Savaş çok şey alıp götürmüş Bosna’dan. Ancak başta da söylediğimiz gibi, sallamış ama yıkamamış Avrupa’nın göbeğindeki bu Müslümanları. Sırf Osmanlı eseri olduğu için aylarca bombalamışlar Mostar Köprüsü’nü. Bütün stratejilerini, bütün planlarını onu yıkmak üzerine kurmuşlar. Onlar saldırdıkça Boşnaklar korumaya almış bu tarihî köprüyü. Bir kilit taşı Mostar; koskoca bir medeniyetin, Boşnak Müslümanların kaynağı olan Osmanlı’nın simgesi. Yüzyıllardır orada sapasağlam dururken, bu Müslüman kente kimliğini hatırlatırken hedefi olmuş Avrupa’dan İslam’ı ve Müslümanları silmek isteyenlerin. Bütün saldırılara rağmen öyle direnmiş ki, neyin simgesi olduğunu bir kez daha hatırlatmış her iki tarafa. Aylar süren bombardıman üzerine, 9 Kasım 1993’teki yıkılışının görüntülerini izlerken “En nihayetinde bir köprü diyemiyorsunuz” işte taşıdığı bu derin manadan ötürü. Bu yüzden mütevazı bir Osmanlı kenti olan Mostar’da, köprünün başında bir taş var ve üzerinde sadece “1993’ü unutma!” yazıyor.

Savaş, dünya tarihinin kaçınılmaz senaryosu, insanoğlunun ne kadar hırçınlaşabileceğinin, ne kadar canileşebileceğinin ve yeryüzünde nasıl fesat çıkarabileceğinin en net vesikası. Ama burada yaşananlar bir savaşın çok daha ötesinde, bir nesli yok etme projesi, bir soykırım…

Ah Bosna!

Srebrenitsa’dayız... Geçtiğiniz yollarda çok değil, yirmi yıl önce yaşananlar anlatıldığında dahi ürktüğünüz bir coğrafya… Üzerinden geçtiğiniz her yerin bir mezar olma ihtimali var. Bir milleti yok etmek için açıktan bir saldırıyla harekete geçmiş Sırp askerlerinin binlerce insanı hunharca katlettiği acının coğrafyası burası. İnsan düşünmeden edemiyor: Nasıl bir kin, nasıl bir nefret, nasıl bir psikoloji binlerce masumu toplu olarak katletmeyi makul görebilir? Belhüm-adal tarifi galiba bu gibi durumları karşılıyor.

Güvenli bölge olduğuna inanarak Birleşmiş Milletler bölgelerine sığınan binlerce Boşnak, Sırp kasaplarının ellerine terk ediliyor ve insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen o soykırım gerçekleşiyor. Bize ve bundan sonraki nesillere ise 20. yüzyılda gerçekleşen ve akıllara durgunluk veren bu canice hareketi bütün insanlığa hatırlatmak düşüyor. Çünkü büyük liderin de dediği gibi, “Unutulan soykırım tekrarlanır”.

Bosna bir medeniyet beşiği, bir duygu karmaşası, tarihî ve yerel güzellikleriyle birlikte Avrupalı bir Müslüman toplum örneği, hem Doğulu gibi düşünen, hem de Batılı gibi yaşayanların memleketi… Ve Bosna, kafanızdaki birçok tabunun yıkılacağı ve de gün geçtikçe daha fazla şaşırabileceğiniz sürprizlerle dolu akışa sahip, Avrupa’da bizden bir yer…  

1917’de, İngilizler Kudüs’e girdiğinde General Allenby, Selahaddin Eyyubî’nin mezarına giderek “Kalk Selahaddin, biz geldik!” derken Srebrenitsa katliamı öncesinde de Sırp komutan Ratko Mladiç, “Türklerden intikam almanın vakti geldi!” diyordu. Bu iki örnek dahi göstermektedir ki, “küfür tek millettir”. Bosna’nın en yüksek dağının tepesine her yerden görülebilecek bir haç koymuş olsalar ne yazar, Hilal gökte oldukça, kimin güvende olduğu, kimin korkması gerektiği aşikâr.