
SADECE bir göz, bir bakış, bir anlam, bir fikirdir kimilerimizi
yola revan edip diyar diyar gezdiren. Mefkûreye meftun dimağlarımızı
doldurabilmek pahasına, nice çileli yolculuklara amâde olur adımlarımız...
Kimilerimiz için metropol hızında seyreden
yaşantılarımız, aşkın sırların farkına varamadan, bir daha ulaşılması mümkün
olmayacak bir şekilde uzaklaştırır kendisini. Kimilerimiz içinse, hayatlarımızı
aşındıran travmalarımız, prangalarımız olur da perdeler hakikat güneşimizi. Bazen
dünyanın merkezinde buluruz kendimizi, bazen de üzerimize gelir
yaşanmışlıklarımız, nokta olup kayboluruz...
Oysa tefekkürdür insanı kendine dönüşünü vadeden büyük
tılsım. Ve onun da en müşahhas hâlidir gönül aynalarımız.
Aynalar basit olmalarına karşın büyük sırları
kucaklarlar. Hem var, hem yok gibi… Hem derin, hem sığ gibi... “Ne” isen,
“nasıl” isen, kulağına ondan gayrısını fısıldamaz; ancak ona hangi nazarla
bakmışsan o yönünü aksettirir insanın gözüne. Benlik gözüyle bakılsa, yansıyan
nefis olur, ego olur, haz olur. Basiret gözüyle seyre dalınsa, bilgi olur, hikmet
olur, irfan olur.
Bu âlem için insan, bütün muazzamlığın bir nüvesi, bir
bakıma aynasıdır. İnsan için âlem, Yaratıcı’yı anlama nokta-i nazarında dev bir
plazma niteliğindeki ayan-ı sabitedir. Bilerek ya da bilmeyerek zihin
dünyalarımızda, eksik yanlarımızdan biriken kusurlarımız kapatır hakikat
aynamızı. Yok sayarız; ancak bizler onu görmezden gelsek de, o boylu boyunca
uzanır karşımızda. Dimdik elif gibi, karanlıklar üzerine, sönmeyecek bir nur
mahiyetinde...
Onu görmek, anlamak, algılamak, müşahede etmek,
Muhammedî bir iklimin kokusunu hissetmekle başlar. İnsan, aklî ve kalbî
melekelerini sonuna kadar bu uğurda “sa’y” ettirir, geliştirir ve bu
gayretlerle adeta “Muhammed” lafzındaki şekle bürünürse erişecektir lezzeti
tarifsiz ummanlara. Kor olup eriyecektir ehemmiyetsiz ayrıntılar, şifaya
erişecektir travma tespitli imtihanlar. Ve ruhlar temizlenip arınmanın tarifsiz
hafifliğiyle huzuru keşfedecektir…
Bilinir ki, başlar eğilirken ruhlar yükselir ve
yücelir.
Baş bir ulvî kudret önünde eğilirse, ondan başka
hiçbir gücün önünde eğilmeyecek, bükülmeyecektir. Masivaya ait kaygılara üzülmeyecek,
artık bütün kâinat yalnızca “Hû”dan söz edecektir. Ve o bakış, zikir olacaktır:
“Ya Hayy, Ya Kayyum…”
Bu sayede temâşa eder göz âlemin sayısız nimetini ve
fark eder yüzeydeki bu bakışı, gönül aynasında idrak ettiği Kelime-i Tevhid
anlayışıyla seyrettikçe âlemi, kâmil basireti sağlanmış olur. Bu sayede
ubudiyet çölü Mecnun gibi aşılır ve bu sayede “Kalu: Belâ”daki yüreklere
damlayan ateş, aşk olur, ışık olur...
Dünya denen kalpler ummanında her bir yürek aşk ve
şevkle hakikate yaklaşacak, ruhlar gerçek sevda ile tanışacaktır. İşte böyle
döner İbrahim’in ateşi gül bahçesine: “Berden selâmen…”
Yûsuf’un zindanı böyle ayna olur; esaretten sultanlığa
yükselten... Züleyha’nın isyanı da ayna olur karanlıktan aydınlığa çıkaran...
Mûsâ’nın asası da... Muhammed’in (sav) izi, Ebû Bekr’in sadâkati, Ömer’in adâleti,
Osman’ın edebi, Ali’nin ilmi... Her biri aynı kandilden beslenen farklarla
temayüz etmiş suretler ve sîretler çizer baktığımız aynalarda.
Her bir kalp, güneşin denizdeki aksinin oluşturduğu
pırıltılar misali, sonsuzluk ziyasının sönmeyen yıldızlarını sayar bir bir. Ve
her kalp, kendi aynasını görmekle mükellef olduğunu anlar. Görmediğinde,
göremediğinde yoksunluğa, yoksulluğa ve yok oluşa mahkûmiyetinde kendinden başkasının
mesul olmadığından bîhaber ölür…