DİNLİYORUZ, izliyoruz,
hissediyoruz…
Bu
üç aktif duyum, gündemi aktaran haber bültenleri karşısında “sık kullanılanlar”
listesinde yer alıyor. Bazen okumak fiiliyle de gündem başlıklarına erişim
sağlayabiliyoruz. Ama ne enteresandır ki, yazıya dökülenlerde daha nahif bir
dil karşımıza çıkabiliyor. Sanırım kalıcı etkilerin sorumluluğu biraz daha
yüksek.
Fakat
muhatabına bıraktığı derin yaralardan bahsediyorsak, yazılı, sözlü her türlü
basın organında aynı katliama denk gelmişliğim var. Katliamın failleri sıklıkla
sözcükleri silah olarak kullanıyor. Bu sözcükler tıbbî literatürde yer alamayan
yaralara ve eziklere sebep oluyor.
Birkaç
sözlü silahı ele almalı ve buradan haber metinlerini hazırlayanlara, onları
okuyarak sunanlara ve bu tarzı medyanın her bir segmentinde benimseyenlere
“Edep Ya Hû!” demeli!
“Feci
şekilde can verdi!”
Kulağımın
işittiği, gözlerimin gördüğü, kalbimin titrediği bir haberden örnek: “Beş yaşındaki çocuk feci/korkunç şekilde
can verdi.”
“Feci
sensin!” diyesi geliyor insanın… Korkunç olan da, senin olayı anlatma şeklin!
Haberi
kaç milyon insana sunduğun, azınlığı ve özneyi hiçe sayıp kitlelere hitabı ön
plâna aldığın bu profesyonel (!) tutum beni zerre ilgilendirmediği gibi seni de
merhametten yoksun yapıyor!
Tarihî
bir olayı ya da durumu izah ederken bu “feci” sıfatını kullanana bir nebze hak
verebilirim. Fakat beş yaşında bir çocuk bugünlerde öldüğünde, buna “feci”
diyerek feci bir yara açıyorsun! Bir annenin zaten delik deşik olmuş yüreğini
dağlıyorsun, bir babanın sıkışan göğsüne hançer saplıyorsun…
Bununla
birlikte, daha pek çok insanın iç dünyasına kazınacak bir yıkım bırakıyorsun.
Tek bir kalbe bile bunu bile isteye yapıyor olman, senin, kelimelerden bir atom
bombası ürettiğini belgeler. Kalpleri yaralamak, bedenleri zedelemekten de uzun
vadeli ve derin acılıdır oysa…
Feci
ölüm, ölürken dışa yansıyan görsellikle alâkalı değildir. Daha doğrusu, güzel
ölenin yüzündeki nur, ancak kendini anlatan bir ölüm resmi olabilir. Ama onun
dışında kalan hiçbir detay, insanın duyu organlarının algıladığı şekliyle sabit
değildir. Bir insanın ölürken bedeninin parçalara ayrılması, ölenin çektiği
acıyı yansıtmaz. Bunu da kimse ölçemez. Ama ben bu haberin öznesi olan çocuğun
anne-babasına ve onlar gibi nice aileye şunu söylemek istiyor, daha doğrusu
hatırlatmak istiyorum: Çocuğunuz feci ya da korkunç bir şekilde falan ölmedi. O
günahsız, masum yavru, Allah’ın merhametiyle ahirete göçtü. Allah rahmet
eylesin! Size de şefaatçi olsun inşallah!
“Feci derken durum
kastediliyor!”
diyebilirsiniz. Ben de derim ki, “Bunun hiçbir ehemmiyeti yok”.
Sevdiği
bir canı kaybetmiş insanlara “feci ya da korkunç bir ölüm” derseniz, bunu ne
sebep ve ne amaçla söylediğinizle ilgilenen olmayacaktır. Sadece o kelime, uzun
yıllar kulaklarda yankılanacak, her defasında da kalbi deşecektir. Ben bunu
bilir, bunu söylerim.
“Delik
deşik edildi!”
Bu
cümleyi ilk duyduğumda kulaklarımda bir cızırtı hissettim. Hani böyle radyo
kanallarında gezinirken iki frekans arasında gider gelirsin de o anda gitgide
büyüyen bir cızırtı insanı öfkeye davet eder ya, tam öyle bir şey oldu!
Haber,
benzer bir şekilde şöyleydi: “Kocası
tarafından sokak ortasında delik deşik edildi.”
“Çüş
bre!” derler mi, derler!
Çok
lâzımmış gibi kötülüğü yayıyoruz ana haberlerde… Hadi yaydın da mübarek, bu
nasıl bir betimlemedir? Şimdi bu cümleye “masum” diyen çıkar mı bilmem,
tanımam! Fakat bu cümle bir katliamdır.
Evet,
maalesef böyle sapkın ve azgın varlıklar yok değil! İki cihanda da hak
ettiklerini bulmalarını diliyorum. Eşlerini, çocukların annelerini öldürenler,
dövenler var. Çocukların annelerini hem de… Çocukların… Annelerini… Bir çocuğun
annesi olan kadını… Bir masumun “Anne” diye ağladığı insanı… Habere bak!
Bir
çocuk… Annesi… Sokağın ortası… Delik deşik…
Ne
yaptın, biliyor musun? Asla iyileşmeyecek bir çocukluk travması
gerçekleştirdin. O baba, baba değil, insan değil, hayvan bile değil! Hayvanın
bile sınırları vardır nihâyetinde… Tamam, o bir cani, fakat sen ne yaptın
gazeteci, spiker, editör, sunucu her neysen artık?
Yetmiş
düvel bir araya gelse, geçmiş ve gelecek âlimler meclis kursa, psikologlar el
birliği yapsa, sen o “delik deşik” sıfatını o çocuğun dünyasından silemezsin
artık!
O
çocuk büyüse, güzel bir aile kursa, saâdetli ve başarılı bir yetişkinlik
dönemine de kavuşsa, ânî bir karanlıkta, uyuyamadığı bir gece yarısında,
annesini her özlediğinde “delik deşik” ikilemesi ona eşlik edecek.
Bu
arada, “sokak ortası” da masum değil. Sonrasındaki “delik deşik” betimlemesine
güç katan bir dolaylı tümleç… Durumu ajite etmek, daha fazla kalbi acıtmak,
daha güçlü bir yıkım bırakmak amacında gayet başarılı bir yardımcı öğe… Bir
çocuktan bahsediyoruz. Bir çocuğun annesinin ölümü yeteri kadar elim! Babası
tarafından yapılması korkunç bir yıkım! Fakat bu verilen detaylarla olayın
zihinde canlandırılması da ruhsal bir katliamdır.
İnsanlara
sevdiklerinin ölümünü mübalağalı bir anlatımla olduğundan bile daha acı bir
tablo olarak tahayyül ettirmek oldukça büyük bir kötülük! “Annen öldü!” cümlesi
bile kolay atlatılır bir hâl değilken, “Annen
delik deşik oldu, sokak ortasında bir zavallı gibi can verdi” diyorlar
çocuğa… Bunu çocuğa söylüyorlar. Ama cümleyi daha kitabî bir şekle sokuyorlar.
Daha
geniş kitlelere hitap ederken, olayın birinci etki alanını hiçe sayıyorlar. Bu
haberi milyonlara da yapsan, karşında o çocuk var gibi titreyeceksin! Yoksa o
masumun kalbini bu cümleyle yıllarca titretirken, bunu vicdanına sormanı
tavsiye ediyorum.
Düşünsenize,
bir doktor diyor ki, “Anneniz/babanız/çocuğunuz bıçak darbesiyle öldü”. Evet,
çok üzücü… Allah başa vermesin! Allah faillere ve bu zihniyette olanlara da
fırsat vermesin. Ama aynı olayı doktorun başka şekilde aktardığını düşünün!
Yine anneniz-babanız ya da çocuğunuz olsun özne… Şimdi var olan kısmî anatomik
bilgimle ve edebî süsleme sanatlarıyla bu durumu doktorun ağzından betimlemeye
gitmeyeceğim. Sadece şu kadarını düşünün, gerisi hepimizi bozar çünkü… Bıçak ve
insan vücûdu… Organlar… İç organizmada meydana gelen hasarlar… Vesaire vesaire…
Bunu tam bir cümle hâline getirmekten bile çekindim açıkçası… Ama detaylar,
dile geldiğinde abartılıdırlar. Hayâl gücünü kötü yönde çalıştırırlar. Ölen
kişinin acısından daha büyük bir acıya herkesi inandırırlar. Bu cümleler,
genelde bile büyük bir tahribata yol açıyorken, ismi ve cismiyle bir insan için
kurulduğunda, onun ailesi, çocukları, dostları için kapanmaz yaralar demektir.
Allah
rızâsı için biraz dikkat, biraz rikkat ve çokça edep!
Kötülüğün
canlandırma yoluyla kitlelere anlatılması, kötü niyetle beslenen zihinleri
tövbekâr falan yapmaz! Bir caniyi bir canilik hususunda daha iştahlı ve daha
detaycı bir hâle getirir. O yüzden bu haberlerin yapılmasında, bu olayların
azaltılması-bitirilmesi gibi süslü amaçları kabul etmiyorum. Bu asla o yönde
bir iyileşme sağlamayacaktır!
Canilerin
değersizleştirilmesi ve farkındalık ayrı bir şey… Ne kadar etkisi olacağına da
istatistik mi bakar, toplum bilimciler mi, bilemem. Hepsinin bir fikri
olacaktır elbette. Ama kazada ya da cinayette kurban gidenlerin ölüm
şekillerini detaylandırmak ya da ölürkenki hâllerini tahmin yoluyla beyan etmek
doğru gelmiyor bana. Bu düpedüz vicdansızlık! Kalanlara, sevenlerine
merhametsizlik! Hele ki çocuklara…
Korona-ölüm
Ölüm
hâllerinin tahminî beyanı demişken… Gelelim son gündemimiz Koronavirüs kaynaklı
ölümlere…
“Korona-psikoloji”
başlıklı yazımda da bu konuya kısmen değinmiştim. Şimdi tekrarı elzem bir yazının
satırlarındayım. Demiştim ki özetle, “İnsanları
korkuyla doğruya çekemediğiniz gibi büyük paniklere ve bunun sonucunda büyük
hatâlara meylettirirsiniz”. Fakat korkudan kastım da şu: Koronavirüs,
bulaşıcı ve öldürücü olabiliyor. Bu durum da hayli endişe verici… Fakat ben, “Bu
söylenmesin” demiyorum asla… Bu doğruysa -ki durum onu gösteriyor- elbette
söylenmeli, herkese anlatılmalı ve bilinçlendirilmeli. Ama bir yerden sonraki
felâket senaryoları, ölenlerin yakınlarına büyük bir haksızlığı da beraberinde
getiriyor.
Virüsün
öldürücü etkisini anlat anlatabildiğin kadar... Risk gruplarını, yapılması
gerekenleri, doğru ve yanlış bilinenleri… İnsana lâzım olan her şeyi anlat ki
bilinç oluşsun. Bilinç harekete evrilsin. Hareket iyileşmeyi getirsin.
Toplumsal iyileşme vuku bulsun…
Buraya
kadar yaratılan korku ortamı, realist bir korkudur. Olmalıdır. İnsan ateşe,
ancak sıcak olduğuna ikna olduğu için dokunmaz. O yüzden gayet akılcı ve
bilimsel ve bir o kadar da inanca, İslâm’ın akılcılığına uygun bir süreç bu…
Gerçekler
bilirkişilerce anlatılır. Duyanlar ve anlayan kitlelerce uygulanır. Toplu bir
tedbir ve dikkatle birlikte, en az hasarla olay nihâyete erdirilir… İnşallah…
Fakat...
İnsanları
bu virüsten korkutmak için ölenleri örnek göstereceksen, kullandığın dile ve
oluşturduğun hayâl gücüne dikkat etmen gerekiyor.
“Bakın, Koronavirüsten
ölenler nefes alamayarak, boğularak ve yalnız bir şekilde ölüyor. O yüzden
tedbir alın!”
diyorsan, yazık!
Biri
yazmış: “Böyle ölmek istemezsiniz…”
Şimdi,
o ayrı bir konu! Gerçekliği ya da doğruluğu şu an için mühim değil. İnsafsızlık
bunun neresinde, biliyor musun? Birilerinin annesi, babası, kardeşi, evlâdı,
dostu, komşusu bu Koronadan öldü. Belki cenazesine bile gidemedi. Belki vedâ
bile edemedi. Evet… Sen şimdi çıkıp da bas bas bağırıyorsun ya “Aman dikkat
edin, böyle ölmeyin!” diye ve o “böyle” kısmını da süsledikçe süslüyorsun,
benim o kısmı teğet geçmem yanıltmasın kimseyi.
Böyle
ölmek… “Böyle” kısmına neler neler yazıyorlar, ne paragraflar diziyorlar,
bilirsiniz… Hayır! Bu insafsızlıktır. Bu, hasta olmayan insanları tedbir almaya
falan ikna etmez bir kere. Ancak panik ve bir inançsızlık hâline iter. Ben, Mart
ayından beri kendim ve kendimden etki alabilecek çevrem adına sorumluluklarımı
elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Fakat bu cümleyi duyduğumda sadece
korkunç hisler büyüyor içimde. Çünkü tedbir “çok şeyse” de “her şey” değildir.
Tedbirsiz
asla başaramayız. Ama sadece tedbirle de kurtulamayız. Bazen olacaklar,
olurlar… Tedbir almazsan muhakkak olurlar ve aynı zamanda sen, kul hakkına
girersin, sorumlusu sen olursun. Ama tedbir almana rağmen oldukları da vâkîdir.
Çünkü her şeyi gözle göremez, elle tutamayız. Biz, sadece bize düşeni yapmakla
yükümlüyüz. Çünkü insan demek, sorumluluklarını bilmek demektir. Kimseye virüs
bulaştırmamak için çaba sarf etmek demek, kul hakkına riâyet etmek demektir.
Kendine virüs gelmesin diye dikkat etmek; akılcılık, realite ve bir o kadar da
Allah’ın emanetine sahip çıkmak demektir.
Tüm
bunlardan sonra başa gelenler de “takdir-i İlâhî”dir.
Oldu
ya, bir sevdiğinizi Koronavirüsten kaybettiniz. Durum yeteri kadar zor olacak,
değil mi? Birini kaybetmek, bulaşıcı bir hastalıktan kaybetmek, hastayken
yanına gidememek, cenazesini hakkıyla yapamamak, destek için evine birilerinin
gelememesi vesaire… Bir yığın zorlukla tek başına uğraşırken insan, acısını
dindirmeye, kendini teselli edebilecek cümleleri biriktirmeye çalışırken, haberlerde
diyor ki, “Acı çekerek, boğularak,
yapayalnız öldü!”…
Bu
cümlede her şey var; mübalağa, betimleme, etki yaratma gücü, detaycılık ve
hattâ varsayım, tahmin, hayâl gücü ve benzeri...
Ama
ben olmayanları söyleyeyim: Bu cümlede vicdan yok, insaf yok ve ayrıca tedbir
ve tedbire teşvik falan yok!
Sağlık
Bakanı’nın diline bakalım…
Son
dönemde artış gösteren günlük vaka ve yoğun bakım hasta sayısını verirken bile
diyor ki, “Hatâlı iyimserlik”…
Bu
nahif eleştiri, insanı tedbire davet ediyor. İnsanı akılcılığa ve daha dikkatli
olmaya çağırıyor. Yani doğruları abartmadan, hayâl gücü katmadan söylemek,
yapılması gerekeni sağlamak adına oldukça yeterli. İnsanların acılarına acı
katmaya lüzum yok.
Ve
yine şahsî hissedişim olarak diyorum ki, her ne sebepten öldüyse sevdikleriniz,
biri çıkıp diyorsa “Korkunç”, “Acılı”, “Feci”, lütfen itibar etmeyin! Daha fazla
sizi üzmelerine izin vermeyin! Çünkü görünen ya da görünenin yorumlanış şekli
her zaman abartılıdır.
Siz,
merhum sevdiklerinizin adına yaptığınız tüm hayırlarda rûhunun şâd olacağını
bilin.
Bir
evlâtsanız iyi bir evlât, hayırlı bir kul ve vatanına faydalı bir insan olun
ki, annenizin derecesini yükseltin. Annenizin nasıl öldüğünü söyleyenleri
dinlemeyin sakın!
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sav), “İnsanları Cehennem’e yüzüstü düşürecek olan şey, dillerinden başkası değildir” buyurmuştur. Öyleyse, “Ya hayır söyle, ya sus”! (Hazreti Muhammed -sav-)