Habbe

Bazen ne yazık ki kuşların bildiğini insan unutur. İnsan sıklıkla “El benim” zanneder. “Kazanan, tutan, getiren, toplayan, eken biçen, şekil veren, bina eden el benim” zanneder. Kâinatta “Benim” diye bir şey yoktur. Malikiyet ancak mülke hükmetmekle var olabilir. Ve insan, “Benim” dediği hiçbir şeye hükmedemez.

BİR buğday tanesi düşüyor yere. Bir kuş, onun düştüğü yere koşturuyor, onu yiyor ve başını kaldırıp yukarı bakma gereği duymuyor. “Hangi el bu buğdayı bana gönderen?” diye meraklanmıyor. Biliyor ki o buğdayı o kursağa bir gönderen var.

Oysa akıl, sürecin tamamına hâkim. Çok sıcak olmayan bir iklimde ve zamanda, erkence bir ilkbaharda, organiği fazlaca bir toprak parçası sürülür, sonbahar gelip çatınca buğday yatakları hazırlanır, tırmıkla tapanla. Derin sürüm de yapılınca yatak hazırdır. Ekilen buğdaylar önce çimlenir, sapa kalkar, başaklanır. Pek tabiî yine niteliği yüksek gübrelerle takviye besinler verilmiştir. Bir zaman sonra yağmurun ve toprağın şefkatinde büyüyen başaklar tane verir de altın sarısı başaklardan buğdayların toplanma zamanı gelmiş demektir. İlkbahardan yaza kadar hasat zamanı... 

Biçerdöverlerle uygun yükseklikte derilen buğdaylar için günün zamanı da mühimdir. Öğleden önceki hasatla öğleden sonraki hasat arasında da ince ayarlar gerekir. Çünkü başakların duruşu da, tanelerin nem oranı da günün evrilmesiyle değişir. Taneleri kırmadan, incitmeden ve kaybetmeden toplamak için bütün hesapların doğru yapılması gerekir. Hızlı bir hasat tane kaybına neden olacağından, yavaşça ve nezaketle derilir başaklar. Toplanan buğdayların saptan samandan ayrılması da hayli mühim. Taneleri bütün atıklardan ayırmak ayrı bir emek, ayrı bir itina gerektirir.

Velhasıl ister elle, ister biçerdöverle, ister orakla, isterse gelişmiş hasat makineleriyle toplansın taneler, her koşulda zaman, yöntem ve hassas dengeler, elleri mecburî bir nezakete davet eder.  

Sonra o taneler niteliğine göre un olur, ekmek olur, yem olur da canlıları doyuran bir nimet olur. Bir el, türlü işlerde çalışır didinir de nihayet bir kazanca sahip olduğunda gider, tartıda kiloyla buğday alır. Almakla da kalmaz, taşır, getirir. Sonra o çuvaldan bir tane alır, yere atar. 

Bir buğday tanesi yere düşer, bir kuş gelir, onu kursağına indirir ve “Buğday nereden geldi, kim ekti, kim biçti, kim hasat yaptı, kim taşıdı, kim kazandı da aldı ve en nihayetinde kim beni beslemek için gönderdi?” diye merak etmez. Çünkü bütün bu vetire, İlâhî kudretin izniyle tamam olmuştur. Kuşlar bunu bilirler. Senin elin ancak bir vesiledir. Çünkü kuşlar bilirler ki, o buğdayı eken el de, deren el de, kursaklara yem olsun diye gönderen el de ancak Kudret Eli’nin hikmetinden, inayetindendir. 

Bazen ne yazık ki kuşların bildiğini insan unutur. İnsan sıklıkla “El benim” zanneder. “Kazanan, tutan, getiren, toplayan, eken biçen, şekil veren, bina eden el benim” zanneder. Kâinatta “Benim” diye bir şey yoktur. Malikiyet ancak mülke hükmetmekle var olabilir. Ve insan, “Benim” dediği hiçbir şeye hükmedemez. 

İnsanın bedeni kendine ait değildir; ancak bir emanettir. Ki o beden bir an dursa ve bütün işlevlerini yitirse, “Benim” diyen insan ona tekrar kudret veremez. Eller, kollar, ayaklar bir an gelip de hareketten, güçten ve kabiliyetten kesilse, “Benim” diye böbürlenen o kabiliyeti de, hareketi de tekrar meydana getiremez. 

Bir kuşun buğday yerken nereden geldiğini, kimlerin emeğinin olduğunu merak etmemesi de bundandır. Binlerce elin emeği de olsa bir tanecikte, o binlerce eli vesile kılan, o binlerce ele meleke ve kuvvet veren ancak Rabbin Kudret Eli’dir.

O hâlde eller buğday ekerken, eller hasat yaparken, eller kazanıp da kilo kilo buğday alırken hamd etmeli. Veren el de, alan el de insanın kendi mülkiyeti değildir.