Ha körsün, ha görüyor

Gören bir insanın “Görmek iyidir” sözüne inanmasının bir mahsuru yok. Çünkü o inanç, onu mutlu ediyor. Fakat “Körlük kötüdür” gibi bir inanç, insanların hayatını zindana çeviriyor. O yüzden şu güzelim hayatı zindanda geçirmemize yol açacak türden ezberletilen inanç ve kabulleri bir daha gözden geçirelim.

CESARETİMİ toplayamadığım için çok uzun süreden beri bu yazıyı yazamamıştım. Kültür Ajanda Editörü Nesrin Hanım’ın ufuk açıcı ve cesaretlendirici yaklaşımına bir de yazı vaktinin geldiğini hatırlatan e-postasındaki başlıklar eklenince yazmaya cesaret ettim.

Korkmamın sebebi, insanların kalıplarına sıkı sıkıya sarılıp o kalıpların dışına çıkmak istemeyişleri ve pek tabiî yine o kalıpların kırılmasına razı olmayışları. Zannediyor musunuz ki, gören insanlar kör olmak istemiyor da kör insanlar alışılmış körlüklerinin dışına çıkmak istiyorlar?

Bahsedeceklerim “manevî körlük” veya “hakikati görmek” gibi ifadeler değil, bildiğiniz “körlük ve görmek” üzerine…

Mevzuya has şekilde, körlerin beni aforoz ettikleri cümlem şu idi: “Görmek ile körlük arasında fark yoktur.”

“Mevzuya has” dememin sebebi, bu tartışmalar dışında her biri benim çok değerli arkadaşlarım olup arkadaşlığımızınsa yara almamış olması.

Efendim, neymiş, körlük ile görmek nasıl olurmuş da birbirine eşit olurmuş? Onlara göre demek o kadar körmüşüm ki aralarındaki farkı bile görmüyormuşum. Körlük gibi kötü bir durumu görmek gibi bir imkâna/nimete eşit tutmak hangi akla ve mantığa uygun olabilirmiş ki? Bu saldırılar yoğun bir şekilde devam ederken, hemen ilk püskürtmemi yaptım: “Hanginiz hem görmeyi, hem de körlüğü biliyor? Evet, ben gayet iyi biliyorum. 11 yaşına kadar görüyordum. Sinemayı, televizyonu, gazeteyi, kitabı, uzaktan da olsa uçağı, fotoğrafı, resmi hep gördüm. İlkokulu okuduğumda asla gözlük falan kullanmadan, belki herkesten daha iyi görüyordum. Aşağı yukarı 45 yıldan beri de körüm. Hiç gözümü açtırmak için uğraştığımı gördünüz mü? Hiç körlükten şikâyet ettiğimi duydunuz mu? Görüyorken de görmekten şikâyetçi değildim. Körlüğü bilseydim görmekten şikâyetçi olur muydum, bilmiyorum. Ama şimdi körlüğümden hiç şikâyetçi değilim. Binlerce kez, ‘Allah’ın verdiği küfür ve dalalet dışında her türlü hâle hamdolsun’ diyorum. Madem kötü bir şey, ben kurtulmak için neden uğraşmıyorum?”

Bir başkası bu çıkışıma hemen lafı yapıştırdı: “O da senin ahmaklığın! Seninki kadar imkânım olsa ben bir an bile durmam, körlükten kurtulmaya çalışırdım.”

Tabiî, lafın altında kalır mıyım? “Şunu niye düşünmüyorsun, anlamıyorum: Bu kişi kör ve imkânları var. Yine de körlükten ‘kurtulmak’ için kılını bile kıpırdatmıyor. Neden acaba? Bir soralım, en azından nedenini öğreniriz” diye karşılık verdim.

Tartışmanın algı kısmından sonra mantık kısmına geçildi. Gerçi algı kısmı kolay kolay değişmez. O yüzden de müzakerelerde her ne kadar muhatabımın hassasiyeti sebebiyle algıdan başlamak zorunda kalıyorsam da genellikle algı kısmının buzdolabına koyulmasına çabalarım.

Soru şu: “Körlüğün kötü yanları neler?”

Muhataplarım sayıyorlar da sayıyorlar. Yok kitap, gazete okuyamıyorsun, yok televizyon seyredemiyorsun falan… “Telefon, bilgisayar kullanamıyorsun” gibi bir ifadeyi niçin kullanmadıklarını soruyorum, cevap tam da beklediğim gibi: “Çünkü onları kullanabiliyoruz.”

Bilgisayar ve telefon ilk çıktığında, onları da kullanamıyorduk. İlâve yazılımlar yapıldı ve artık kullanabiliyoruz. O hâlde kullanamayışımızın sebebi körlük mü, yoksa dünyayı görmeye göre yani herkesi görüyor kabul ederek tasarlayıp inşâ etme(me)k mi?

Karşı tarafın tezimizi kabul etmesiyle ilk golümüzü filelere göndermiş olduk…

Muhataplarım ikinci atağa kalkıyorlar: “Çiçeği, böceği, gökyüzünü, denizin maviliklerini, renkleri göremiyorsun. Peki, bunun sebebi körlük değil mi?”

Tartışma başka bir boyuta geçiyor ve karşı tezimizi hemen devreye alarak soruyoruz: “Bulunduğunuz çevredeki gören insanlar, ömürleri boyunca aşağı yukarı kaç çiçek böcek göreceklerdir ki? Varsayalım ki, 100 bin çeşit… Biliyor musunuz, sırf Ekvador ülkesinin sınırları içerisinde doğada 2 buçuk milyon çeşit canlı var. Çevrenizdeki insanların ‘Eyvah, bunları görmeden ölüp gideceğiz!’ diye feveran ettiklerini, görmeye lânet okuduklarını gördünüz mü? Denizin maviliklerini, gökyüzünü sadece körler mi görmüyor sanıyorsunuz? İstanbul’da oturduğu hâlde denizi görmeyen insanlar var. İstanbul’u görmeyen insan sayısı, emin olun, dünyadaki kör sayısından daha fazla. Sadece İstanbul’u düşünmeyelim, şöyle genel bir kaide bile söyleyebiliriz: Dünyadaki, Kâbe dâhil, herhangi bir yeri görmeyen insan sayısı, dünyadaki körlerin sayısından daha fazla. Basit bir matematik bu. Az görenler dâhil, dünyadaki toplam kör sayısı yaklaşık 80 ilâ 100 milyon. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerini (dünya nüfusunu 7 milyar kabul edersek) 6,9 milyar insanın görmesi lâzım. Kimse kusura bakmasın, ‘Keşke şu güzellikleri bir göreydin’ gibi ifadelere bakıp kendimi kötü hissedecek değilim.”

Tabiî bu tartışmaların çok boyutu var. Burada birkaç cümle ile özetlediğim gibi eğlenceli ve kısa geçilmiyor. Kalıpların kırılması insanları çok kızdırıyor, üzüyor, belki incitiyor. Çünkü bir ömür öyle kalıplarla yaşamış.

Başka konular da gündeme geliyor. Şimdiye kadar benim yanıldığımı gösteren bir tane bile bir teze, iddiaya veya soruya rastlamadım. Belki de “Körlük kötüdür” ifadesine tapılmasından da kaynaklanan şekilde, konunun üzerinde düşünülmemiş olmasındandır. Meselâ “Eşini, çocuklarını görmek istemez misin?” veya “İnsanların seni kör olduğun için aşağılamasına ne diyeceksin?” gibi sorulara kadar pek çok soru veya iddia gündeme geliyor. Keşke imkân veya fırsat olsa da bunları yüz yüze de konuşabilsek… Birinin bana, “Körlük kötüdür” tezini ispatlamasına ihtiyacım var. 

Netice olarak inancım şu ki, gören bir insanın “Görmek iyidir” sözüne inanmasının bir mahsuru yok. Çünkü o inanç, onu mutlu ediyor. Fakat “Körlük kötüdür” gibi bir inanç, insanların hayatını zindana çeviriyor. O yüzden şu güzelim hayatı zindanda geçirmemize yol açacak türden ezberletilen inanç ve kabulleri bir daha gözden geçirelim.