Ha hayret!

İyilik bir cevherdir. Allah’tandır. Özümüzdür. Oysa kötülük ve kötülüğe dair her şey arızî. Öyleyse birilerini, kalplerine dokunarak, içimizde bir yakut gibi parlayan bu cevherin ışığıyla aydınlatabiliriz.

DÜNYA, içinde sıkışıp kaldığımız bir parkur olmaktan ne zaman kurtulur? Biz ona bir anlam katınca mı? Ahiret tesellisini kavrayınca mı? Yoksa anlatılmaya değer iyilikler burayı sarıp sarmalayınca mı? Ne zaman burayı kötülemekten ve kahretmekten usanıp bir ışık yakacağız?

Bu soruları elbette önce kendime yöneltiyorum. Cevabında yutkunduğumuz tüm sorular gibi önce kendi suratıma çarpıyorum. Ve müsaadenizle anlatmaya değer iyiliklerin üzerinde durmak istiyorum.

“İyilik neydi ve nasıl yapılırdı?” diye düşündüğümüz ve iyilikleri görememekten yakındığımız bu ahir zamanda, kokusunu ve tadını hep bildiğimiz ancak kolektif olarak mutfağına giremediğimiz bir mefhum olarak yitip gitmesinden korktuğum iyilik hakkında ağzımıza bal çalmak istiyorum. Çünkü yaşlarımız küçüldükçe gönüllülüğe dair niceliğimiz de epey azalıyor son yıllarda. Bunu tespit etmek için büyük anketler ve istatiksel çalışmalar yapmaya ne yazık ki gerek yok. Çünkü yardıma ihtiyacı olup da çevresinin duyarsızlığından ötürü paylaşım içeriği olmuş birilerinin videolarını her an görebiliriz sosyal medyada.

Çağımızın dertleriyle dertlenebilen kaç kişi kaldı bilmiyorum. Fakat toplumsal adaletsizlik ve anlayışsızlıklar artık gönüllerimizi çok incitmekten öte bir şey yaptı bize: Tepkisiz bırakmak… Yapabileceği en kötü şey belki de bu. Öyle içeriden ve tarifsiz yıktı ki umutlarımızı ve gönül dünyalarımızı… Alıştık ve artık hayretlerimizi yitirdik. Rasûlullah’ın duasını şimdi anlayabiliyorum ancak. O duayı dile getiren endişeleri anlıyorum. “Allah’ım, hayretimi artır!” diyordu Allah Rasûlü.

Hayretimiz azaldıkça alışmaya ve tepkisiz kalmaya başladık çünkü. Biz tepkisiz kaldıkça azan, alıştıkça yeni bir lakaytlıkla tanıştıran ve hiçbir sınırı olmayan canavarlarla karşı karşıyayız bugünün dünyasında.

Eskiden ah vah edip ağlanıyordu alışmadan önce. Ertesi gün konuşuluyordu kötü haberler. Çok önce değil, benim çocukluğumda böyleydi. Okulda, dünkü kötü haberi çocuk aklımızla konuşuyor, anne babamızın o anki yorumunu kendi fikrimizmiş gibi anlatıyorduk. Özgün bir fikrimiz yoktu belki ama hassasiyetimiz vardı. Konuşmak istiyorduk. Ehemmiyet veriyorduk. Hem bir genç, hem bir abla, hem de öğretmen olmak hasebiyle gözlemlerimden yola çıkarak söylüyorum bunları. Gündemlerine nasıl erişeceğiz bu tertemiz kalplerin? Enerjilerini nasıl güzel işlerde harcamalarına vesile olacağız? Bununla yoruluyor zihinlerimiz.  

Bize ihtiyaç olunan durumlarda koşturmayı ve bunu tamamen Allah’ın rızasını kazanmak için yapmayı nasıl öğreteceğiz? Derneklerde, vakıflarda iyilik yolunda koşturan anne babaların yorgunluklarına anlam vermelerini nasıl sağlayacağız? “İyilik” ve “enayilik” arasındaki uçurumu nasıl göstereceğiz? Öyle zannediyorum ki, daha fazla iyilik hikâyesi paylaşarak…

Çünkü iyilikten konuşmak bile insana iyi geliyor. Hakkında konuşulan konular ruhumuza ve dünyamıza sirayet ediyor. İyiliği konuşmayı artırırsak bulaştırırız. Çünkü fıtratlarımız iyilik üzere, temizi ve güzeli sevmeye programlı. İyilik bir cevherdir. Allah’tandır. Özümüzdür. Oysa kötülük ve kötülüğe dair her şey arızî. Öyleyse birilerini, kalplerine dokunarak, içimizde bir yakut gibi parlayan bu cevherin ışığıyla aydınlatabiliriz. Bu aydınlığın sıcaklığını çocuklarımıza yansıtabilir, zaten fıtrat üzere olan kalplerindeki odaların lâmbalarını yakabiliriz. O lâmbaları bilinçli bir şekilde yakmadıkça, çok başka yerlerden başka yollarla gözleri kör edecek ışıklar yakılacak ve artık geç kalmış olacağız.

Biliyorum, hiçbir toplum gençlerine ve çocuklarına geç kalmak istemez. Ve hiçbir toplum hoşgörülü olmakla ölçüyü kaçırmak arasındaki sınırı çizememiş olmanın bedelini çocuklarına ödetmek istemez. “Normal” kabullerimiz ile (hâşâ) Allah’ın emirlerine rest çekmeye yaklaşıyoruz. Yol üzerinde duran taşı kaldırdığımız için Allah’ın lütfuna mazhar olabileceğimiz bir dinin evlatları olarak, kendinden başka kimse için kılını kıpırdatmayan “bireyler” olmaya doğru gidiyoruz. Dönelim yoldan. Geç değil! Rehberimiz, Kılavuzumuz tüm şefkatiyle bizimle, burada. Dönelim ve sınırlarımızı yeniden çizelim. İyilik hikâyelerimizi artıralım. İyiliğe öncü olalım, yaşayalım, yaşatalım.

“Anlatmak mı, yaşamak mı?” derseniz, “Yaşayarak anlatmak” derim. Canınızdan çok sevdiğiniz evlatlarınız için iyi olarak, iyi kalarak, iyilik için koşturarak ve yeryüzünde iyilik egemen oluncaya kadar pes etmeyerek anlatalım.

Selam ve dua ile…