Ha Cahiliye, ha cahiliyet!

Sadece köleler mi? Kadınlar da köleler gibiydiler. Erkekler istedikleri sayıda kadınla evleniyor, istemediklerini de boşayabiliyorlardı. Tıpkı köleler gibi kadınların da hiçbir kıymeti ve hakkı yoktu Arap insanının yanında. Öyle ki, dünyanın hiçbir zamanında, hiçbir yerinde ve hiçbir kültüründe olmayan bir görenek cariydi yarımadada: Kimi babalar, yeni doğan kız çocuklarını asla istemiyor ve diri diri kumlara gömerek öldürebiliyorlardı bile!

YIL, Milâdî 570… Bugün durduğumuz yerden bakınca, insanın ne kadar garibine gidiyor; bir adı da “Demiskus” olan Dımaşk’ın, yani günümüzün Şam’ının yeteneksiz yontu ustalarının elinden çıkan, kalkerli taştan kaba bir biçimde yontulmuş heykellerini Arabistan'ın dört bir yanına taşıyan kervanlarından söz ediyoruz.

Koca koca denkleri sırtlanmış olan develerden müteşekkil kervanların biri gidiyor, biri geliyor. Semerlerinin üzerindeki çuvallar içerisinde sanki zebercetten hazineler saklar gibi kervanlar, geçtikleri yollardaki tüm insanları büyülüyorlardı. Kervanın ayak sesini duyanlar, koşa koşa yol üzerine çıkmaktaydılar. Ve develer önlerine geldiğinde, yerlere kapanıp yüzlerini çöl toprağına öyle bir sürüşleri vardı ki... Gülünür mü, ağlanır mıydı?

Develer, sırtlarında beşer onar batman taş kütleleri taşıdıklarının farkındaydılar. Sadece birer ilkel yontuydu o taşlar elbette, ama insanlar, develer kadar dahi olamıyorlardı ne yazık ki! O develerin sırtlarındaki ilkel yontu taşlarını, kendilerine mübarek ilâh edinmişlerdi. Kimine “Uzza” adını koymuşlar, kimine “Menat”. Haydi bu taş ilâhların her birinden birer tane olsa neyse, her deve, başka biçim ve başka surette yüzlerce Uzza, yüzlerce Menat taşımaktaydı Arabistan'ın dört bir tarafına. Put taşımanın cezası altında mübarek çöl develeri ağır aksak ilerlerken, sırtlarındaki taşın ağırlığı karşısında belki de hayatlarına da lânet ediyorlardı. Oysa insanlar, dünyanın parasına satın aldıkları bu ilkel putları köy ve şehirlerinin en kutsal mekânlarına yerleştirirken bayram ediyorlardı. Kaidelerine törenle konan putların önünde diz çöküyor, etrafında dans ediyor, uğruna kurbanlar kesiyor ve yurtlarını şereflendiren “acer” tanrıları kutluyorlardı. Bidayette de elleri patlayıncaya kadar alkışlıyorlardı yorgun develerin sırtlarından o taş yığınları inerken.

Bedevî yaşam ve genel görünüm

İşte böyle bir zamanda Gül Yüzlü Peygamberimiz, Arabistan yarımadasının batı yakasında yer alan Hicaz bölgesinin Mekke şehrinde şereflendirdi dünyayı ve insanlığı. Bu noktada, “Neden bir peygamber ihtiyacı duymuştu o coğrafya?” ya da “Yüce Yaratıcı niye böyle murat etmişti?” sorusunun cevabı çok önemliydi. Yine bu bağlamda şu sorulara da bakmak lazım kanaatimizce: O’nun dünyaya geldiği devir, nasıl bir devirdi? O’nun yaşadığı bölgenin psiko-sosyal durumu nasıl idi? İnsanlar ne şekilde yaşıyorlardı? Nelere inanıyor, kimlere bağlanıyorlardı?

Sadece soruların cevabını vermek için değil, Sevgili Peygamberimizi tanımak için de bu soruları cevaplamak önemli. O hâlde soruların cevaplarını arayarak mevcut duruma bir bakmak lazım.

Ceziretü’l-Arab ya da Arabistan, neredeyse tamamı çöllerle kaplı olan bir ülke olarak yer tutmaktaydı haritalarda. Bu kurak çöllerin fotoğrafında, çakırdikenlerinin peşinde dolaşan deve sürüleri ilk göze çarpan canlılar olarak görülüyorlardı. Onların arkasında kara, yanık deveciler ve deve yavrusu potuklar… Fotoğrafın fonu basit ve solgundu: Nüfusu seyrek ve insanları konargöçer bir hâlde yaşayan, bu nedenle şehir sayısı pek az olan bir yarımada düşünün, işte Arabistan böyle bir yerdi o zamanlar, ortalıkta ne bir devlet vardı, ne de herhangi bir idare!

Kıran kırana bir yaşam hâkimdi burada mülke. Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da “Bedevî” deniyordu çöl Araplarına. Ve Bedevîlik, bir nevi “ilkellik” anlamını da barındırıyordu Arap terminolojisinde.

Çoğunlukla çöllerde yaşayan Bedevî Araplar, kabileler şeklinde hareket ediyorlardı. Aynı soy ve kandan meydana gelen insanların geleneksel birliğine verilen isimle “kabile”, Cezire’nin başat gerçeğiydi. Yaşadığı arazide kendi hukukunu meri kılmış olan her kabile, küçük bir devlet gibiydi ve benzerlerinden bağımsızdı. Bu bağımsız toplulukların her birinin kendine has yaşantıları, kültürleri, toplumsal kuralları ve hatta kanunları vardı. Çoğunluğu çöllerde yaşayan bu kabileler, başlarına buyruk hareket etmeleriyle ünlüydüler.

Çölleri yurt tutan kabileler konargöçer oldukları için, grubu oluşturan insanların evleri barkları da yoktu. Aileler, yün ve kıldan örülmüş büyük çadırlarda oturuyorlardı. Ailelerin reisleri olan yanık yüzlü erkekler, neredeyse tüm yaşamlarını deve sürülerinin arkalarında geçirmeye alışkındılar. Kadınların işleri ise çadır içiyle sınırlıydı.

Çölün altını su idi. Suyun define sandığı da “vaha”… Her vaha, birer sınır taşı gibi kabilelerin arazilerinin yüzölçümünü belirliyordu. Onca kuralsızlıklarına rağmen kabileler, her ne kadar kendi hudutları içinde kalmaya ve diğer toplulukların yaşam alanına sarkıntılık etmemeye özen gösteriyor idiyseler de bu, çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Çünkü geçmişi çağlar öncesine uzanan davaların kökeninde vaha kültürü ve su kıskançlığı yatmaktaydı.


Bedevî göçerlerin sabit mekânları yoktu; bu vahadan o vahaya gider gelirlerdi. Yani su kaynaklarının arasında mekik dokur gibi göç edip duruyorlardı Bedevî klanları.

Su… Dedik ya, su, çölde altından daha kıymetli tek şeydi. Kurak çöl ikliminin hususiyeti gereği, su, yalnızca vahalarda bulunuyordu. “Vaha” ise, sayıları oldukça kıt olan kuyular ve su kaynaklarının bulunduğu yerlere verilen addı. Bu bakımdan vaha sahibi olmak, her şey demekti çölde.

Yüzlerce yıldan bu yana kabileler, birbirlerinin ellerinden vaha kapma mücadeleleri vere vere geliyorlardı. Bu nedenle babadan/atadan beri süre gelen “vaha kavgaları”, kan davaları şekline bürünmüştü nihayette. Hemen hemen her kabilenin diğer kabilelerle arasında sayısız kan davası vardı. Bir bakıma, davasız Arap yoktu Cezire’de.

Bedevîler arasındaki bir başka kavga nedeni de arazi parçalarıydı. Kabilelerin deve sürülerini yaydıkları otlaklar zaman zaman kum fırtınalarının istilasına uğruyor ve ölüm sessizliğine bürünüyorlardı. Hudut taşları kayboluyor, vahalar araziden siliniyordu. Bu nedenle kabileler arasında mazisi eskiye dayanan sınır anlaşmazlıkları, sayılamayacak kadar çoktu. Gerek vaha, gerek otlak nedeniyle çöller kavga yurduydu; bir bakıma, kabileler arasında kan ve kin savaşları hiç eksik olmuyordu.

Ama… Bu durumun bir istisnası vardı elbette: “Mübarek aylar”dan söz ediyoruz…

Kıvrak Arap atların toynak seslerinin, kıvrık kılıç şakırtılarının ve Davudî hançereli savaşçıların dehşetengiz naralarının eksik olmadığı çölde, yalnızca yılın dört ayında savaş kesiliyordu. Çünkü bu aylar, herkes tarafından “mübarek/hürmetli aylar” olarak kabul ediliyordu. Zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren çöl insanları Bedevîler, ancak bu aylarda rahat edebiliyorlardı. Tüccarlar yalnızca bu aylarda güvenlik içinde yolculuk yapma imkânına sahiptiler. Ailelerin, başta giyecek kumaş ve yıllık yiyecek olmak üzere çeşitli ihtiyaçlarını karşıladıkları pazarlar/panayırlar sadece bu aylarda kuruluyordu; huzur, sadece bu aylara mahsustu. Bu nedenle yarımadada gözler her daim mübarek ayları gözlüyor, kavgadan bıkan kadınlar, kocalarını yanlarında görmek için bu ayları bekliyorlardı.

Mekke

Arabistan için “konargöçer Bedevîlerin yurdu” dedik ya, vahalar arasındaki yersiz yurtsuz Bedevî yaşantılarının yanında, çöllerin uygun yerlerine bazı şehirler de kurulmuştu. Meselâ Gül Yüzlü Peygamberimizin yaşadığı Hicaz bölgesinde üç önemli şehir vardı. Bunlar Mekke, Yesrib (ya da Medîne) ve Taif'ti.

Bu üç şehrin en büyük özellikleri, mübarek aylarda kurulan panayırlara ev sahipliği yapıyor olmalarıydı. Özellikle Mekke mühim bir beldeydi! Panayır, “yıllık Pazar” anlamına geliyordu sosyal yapı terminolojisinde. Sevgili Peygamberimiz dünyaya gelmeden önce yarımadanın en önemli kenti konumundaki Mekke ve çevresi, aynı zamanda mübarek bir araziydi. Buna rağmen, orası da genelden hâlli değildi. Hatta tuhaf karanlıklar içinde bocalayıp duruyordu kutsal yapı Kâbe’ye ev sahipliği yapan kent. Buna rağmen bütün Arap diyarının en büyük panayırları burada organize ediliyordu. Mekke panayırlarına ülkenin dört bir yanından gelenler oluyordu. Bu gelenlerden Suriye ve Yemen arasında yol tepen kervanlar baş sıradaydılar. Kervanlara dâhil olmuş kumaş tüccarları, her türlü kişisel ihtiyaca cevap veren esnaflar, şarkıcı ve dansçı kadınlar, hamasi konuşmacılar, kâhinler, lirik şairler ve niceleri bulunuyordu.

“Şair” dendi de… Hem şehirlerde yaşayan “Medenîler”, hem de çöllerde yaşayan “Bedevîler” şiir yazmayı ve okumayı çok seviyorlardı. Bu bakımdan panayırlar, ünlü Arap şairlerinin yıllık buluşma yerleri gibiydi. Panayır günlerinde, Kâbe avlusunda çekişmeli şiir yarışmaları yapılıyordu. Dinleyenler tarafından beğenilen şiirler, alkışlarla kutsal Kâbe'nin duvarlarına asılıyordu. Ve şiiri kutsal eve asılan usta şairler altınla ödüllendiriliyorlardı.

Putperestlik ve diğerleri

Yazının burasında, “Yarımadadaki inanç nasıldı ve insanlar kime, neye inanıyorlardı?” sualine cevap arayalım diyorum…

Arabistan’ın genelinde olduğu gibi Hicaz bölgesinde yaşayan insanların çoğunluğu da putlara inanmaktaydı. Yani onlar bir nevi putperesttiler. Bu insanlar, yarımada jargonunda “Müşrikler” diye biliniyorlardı. Peki, “put” ne demekti?

Aslında put, insanların kendi elleriyle yaptıkları bir heykel türüydü. Her kabilede ve özellikle Mekke şehrinde onlarca put yontma ustası yaşıyordu. Bunlar, çeşitli alet edevatın bulunduğu atölyelerinde tahtadan, taştan ve madenden putlar yapıyorlardı. Yaptıklarını pazar ve panayırlarda satılığa çıkardıklarında, “malları”nın kutlu maharetlerini, uğurlarını ve sahip olana getireceği şansı anlata anlata bitiremiyorlardı. Yontuculuğun kârlı bir iş olması nedeniyle “put ustası” ve put sayısı o kadar fazlaydı ki…

Yarımadanın bütününde rastlanan ortak putların yanı sıra, her kabilenin de kendi putu vardı. Hicaz bölgesinin en önemli putları “Hubel, Lât, Menat, Uzza” adlarını taşıyordu. Bugün “Allah’ın Evi/Beytullah” olarak da bildiğimiz Hac yeri Kâbe, ne yazık ki tam bir puthane hâline getirilmişti. Kutsal evin içinde tamı tamına üç yüz altmış put bulunuyordu. Yılın her gününün ayrı bir putu vardı; bu nedenle her putun ziyaret günü farklıydı. Bu farklılık sebebiyle Mekke, yılın her gününde işlek bir yerdi. Kentin sokakları “günlük putları” ziyarete gelen hacılarla dolup taşıyordu.

Henüz Müslümanlığın gelmediği Cezire’de, insanlığın yüzkarası olarak tarihe geçmiş olan Cahiliye Devri, hepinizin yüreğine oturmuş olmalı. Onun arkasından küçük bir Hıristiyan panoraması ve Musevî resmi çizildi. Böylelikle anlaşıldı ki, “Cahiliye” denilen ilkellik, sadece Müslüman olmamış Araplar arasında yaygınlaşmış bir sosyograf değil. 

Yarımadada yalnızca putlara inananlar yoktu tabiî. Başka dinlerin inananları da bulunuyordu. Yahudiler ve Hıristiyanlar bunların başında geliyordu. Az sayıda insan da Hazreti İbrahim'in “Tek Tanrı” inancındaydı. Bunlara “Hanif” adı veriliyordu. Gerek Yahudilik ve gerekse Hıristiyanlık, hâddizâtında bölgeye has bir inanç değildi. Her ikisinin çıkış yeri de Filistin’di. Daha sonra bazı Yahudi kabileleri bölgeye göçmüş ve belli yerleri yurt tutmuşlardı. Kale geleneği olmayan Arap yarımadasında sınırlı sayıdaki kaleler Yahudilere aitlerdi. Ve bu kaleler içinde en meşhuru Hayber idi.

Gerek Müşriklerin, gerekse Haniflerin inançlarının kutsal kitapları ya da yazılı kaynakları yoktu. Zaten yazı, kitap ve kalem gibi kültür meseleleri, soylu sınıfın uğraşısıydı coğrafyada. Halk içinde okuyup yazma bilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Bu yüzden her bilgi kulaktan dolma ve babadan duymaydı.

İnsanlığa zulmün zirvesi ve son bekleyiş

Henüz Müslümanlığın teşrif etmediği yarımada, yoğun Müşrik nüfusunun etkisiyle oldukça çirkin geleneklerin yaşandığı bir yer olarak biliniyordu. Meselâ Arap şehir kültüründe önemli bir yer işgal eden köleler, insan bile sayılmıyorlardı. Çoğunluğu Siyahî Afrikalılardan müteşekkil köleler, sahiplerinin malları mesabesindeydiler. Efendi isterse kölesini döver, isterse öldürebilirdi bile. Öyle ayaklar altındaydı ki insanlık…

Sadece köleler mi? Kadınlar da köleler gibiydiler. Erkekler istedikleri sayıda kadınla evleniyor, istemediklerini de boşayabiliyorlardı. Tıpkı köleler gibi kadınların da hiçbir kıymeti ve hakkı yoktu Arap insanının yanında. Öyle ki, dünyanın hiçbir zamanında, hiçbir yerinde ve hiçbir kültüründe olmayan bir görenek cariydi yarımadada: Kimi babalar, yeni doğan kız çocuklarını asla istemiyor ve diri diri kumlara gömerek öldürebiliyorlardı bile!

İşte Sevgili Peygamberimizin gelişinin yaklaştığı o yıllarda Arabistan böyle bir yerdi, Araplar da böyle bir halk! İnsanlık tarihinin dibe vurduğu bir yer olarak Arabistan, bu kabilden sıra dışı işlerin olageldiği en meşhur yerdi. Ancak “Tek yerdi!” denirse doğru söylenmiş olmaz. Yukarıdan beri fotoğrafını çekmeye çalıştığımız o karanlık devirde insanlık, bütün dünyada, tarihini belki de en kötü dönemini yaşamaktaydı. O zamana kadar Yüce Yaratıcı, Hazreti Âdem’den başlayıp İsa Peygamber’e kadar, bir tahmine göre 124 bin peygamberle dünyaya ve insanlığa istikamet belirlemişti. Lâkin o insanlık, gönderilen peygamber sayısı kadar ihlası bozmuş, perişan etmişti. Ancak “merhameti sonsuz olan Yüce Rahman” her seferinde ve bir kez daha tarif etmişti Kendisini. Bir kez daha anlatmıştı iyiliği, güzelliği ve Tevhid’i.

Lâkin sonuç hep hüsran olmuştu. Son üç büyük Resul olarak Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa teşrif etmişlerdi “insanın yurdu”nu. Arada gönderilen İsrailoğullarının bir dolu nebîsini saymıyoruz bile. Yaklaşık iki bin yıl içinde üç ayrı şeriat... Hazreti İbrahim’in şeriatı neredeyse sıfırlanmış ve sadece Hicaz bölgesinde hayatta kalmaya çalışan bir avuç Hanif ile sınırlı kalmıştı. Musa Peygamber’in şeriatı, son Babil sürgününden beri “Azer” adlı bir hahamın kaleme aldığı “Babil Tevratı”na iman ediyordu. “Ruhullah İsa’nın şeriatı” diye bir şey yoktu zaten. Kaybolup giden özgün İncil’in yerinde yeller esiyor, “İncil” adıyla dört kitap elden ele dolaşıyordu. Hem de İsa Peygamber’i ilâh mesabesine çıkararak...

Hülâsa, karanlıklar içinde pusulasız gemi gibi rota belirlemeye uğraşan kavimler, toplumlar ve insanlar, kendilerini kurtaracak bir “kurtarıcı kahraman” bekliyorlardı. Tarihlerde adı “Cahiliye Devri” olarak geçen bu zamanın ilacı uzakta değildi. Yüce Rahman, son bir şans daha lütfetmişti insanlığa. Ve o lütuf, insanlığın dibe vurduğu yerden, Cahilî Arabistan’dan ha doğdu, ha doğacaktı bir güneş gibi yarımadanın, hatta dünyanın üzerine, gün sayıyordu!

Son… Ve Son… Ve Son…

Yazının yukarıdaki kısmında bir dünya panoraması çizildi sizlere. Henüz Müslümanlığın gelmediği Cezire’de, insanlığın yüzkarası olarak tarihe geçmiş olan Cahiliye Devri, hepinizin yüreğine oturmuş olmalı. Onun arkasından küçük bir Hıristiyan panoraması ve Musevî resmi çizildi. Böylelikle anlaşıldı ki, “Cahiliye” denilen ilkellik, sadece Müslüman olmamış Araplar arasında yaygınlaşmış bir sosyograf değil. O vakitler aynı cahiliye, dünyanın tamamını kasıp kavuruyordu.

Allah aşkına, etrafınızda bir dönüp bakar mısınız değişen nedir bin 500 yıl evveline göre? Hıristiyanlık ve Musevîlik biraz daha batmış batağa. Bu arada Müslümanlık gelmiş. Aradan geçen bunca yıl içerisinde 2 milyarı aşkın bir insan kitlesi Müslüman olmuş. Ne güzel! Sayı artmış, coğrafya genişlemiş. Fakat Müslümanların coğrafyasına yine kervanlar gelip gidiyor. Bu sefer sadece Demiskus’tan kalkmıyor kervanlar. Bu kervanları oluşturan araçlar ise eskinin koca hörgüçlü develeri de değil. Kervanların kalktığı adresler; dünyanın en büyük devletlerinin başkentleri, Avrupa ve Amerika'nın koca koca şehirleri, modanın, müziğin ve sanatın merkezleri, Hollywood'un stüdyoları, televizyonların donanımlı yayın plazaları...

Modern kervanların araçları ise artık enerji hatları, radyo dalgaları ve optik iletkenler... Cezire'nin dört bir tarafına bu hatlar taştan yontulmuş heykeller taşımıyorlar, ama artık taş tanrılar yerine sözden, resimden, grafikten, işaretten, notadan, modadan oluşan o kadar çok şey taşıyorlar ki… Bir bakıma, bir zamanların Menat’ına, Uzza’sına –haşa- rahmet okutacak değil ama görmezden gelinecek bir nevi hoşgörü ortamı oluşturuyorlar. Modern Menatlar, Uzzalar ve Hubeller, dünya ölçeğindeki bir düzlem içerisinde, sadece Cezire'nin belli yerlerinde her evi, her evdeki her insanı, her insanın beyninin hepsini birer Uzza, Menat ve Hubel hücreleri hâline getirerek insanlığı ifsat için ellerinden gelen her yolu mubah kılıyorlar. Hülâsa, Batı medeniyetinin putlaşan ürünleri, gelişen medeniyetin zenginliği ve bilgi birikimi içerisinde günbegün daha hızlı bir şekilde ve daha da çoğalarak istilasına devam ediyor insanlığın hayatını.


Burada durup sormak gerekiyor: “Nereye kadar?”

Hemen cevabını verelim: Buraya kadar!

İçinde bulunduğumuz yılların “yeni bir medeniyet”e gebe olduğunu, gören gözler görmekteler. Çok şükür! Kutsal Anadolu topraklarında “yeni bir medeniyet” yoğruluyor bugünlerde. Bilmem, farkında mısınız? Söz konusu “yeni medeniyet”in argümanları birer birer oluşturuluyor “sözle, işle, plânla, projeyle, kültürle”...

Belli başlı büyük adreslerde dünyaya duyuruluyor “yeni medeniyet”in kodları. Dünyanın mazlumları, yeni medeniyeti ve bu medeniyetin serinliğini, sabırsızlıkla bekleyen insanlığın öksüzleri, bu mesajları aracısız almaktalar. Onun için Türkiye dillerde dolaşıyor; Türkler, gittikleri coğrafyalarda “Neden geç kaldınız?! Ama olsun, sonunda geldiniz ya” diye karşılanmaktalar. Onun için bugünlerde yerinden yurdundan edilen “yetim mülteciler”, gözlerini bizim topraklarımızda açıyorlar.

Hemen müjdeyi verelim: Nihaî hedef uzak değil! On yıl, bilemediniz yirmi beş yıl var. Bu süre içerisinde medeniyetin yeni beşiği Anadolu olacak. Ve medeniyet bebeği burada ilk sesini verecek. Belki içinde bulunduğumuz kuşak değil, fakat daha sonraki kuşakların yiyeceği yeni medeniyetin meyvelerinin fidanları dikilmeye başlanacak. Ve Allah'ın izniyle “son Asr-ı Saadet”in ilk adresi Anadolu ve o adresin ilk işçileri olarak bizler, gelecek günlerin semeresini değil ama sevabını alarak gideceğiz bir başka adrese. Çocuklarımız ve torunlarımız ise hem semeresini, hem de sevabını alacaklar yeni medeniyetin. Şimdiden hayırlı olsun!