YIL, Milâdî
570… Bugün durduğumuz yerden bakınca, insanın ne
kadar garibine gidiyor; bir adı da “Demiskus” olan Dımaşk’ın, yani günümüzün
Şam’ının yeteneksiz yontu ustalarının elinden çıkan, kalkerli taştan kaba bir
biçimde yontulmuş heykellerini Arabistan'ın dört bir yanına taşıyan
kervanlarından söz ediyoruz.
Koca koca
denkleri sırtlanmış olan develerden müteşekkil kervanların biri gidiyor, biri
geliyor. Semerlerinin üzerindeki çuvallar içerisinde sanki zebercetten hazineler
saklar gibi kervanlar, geçtikleri yollardaki tüm insanları büyülüyorlardı. Kervanın
ayak sesini duyanlar, koşa koşa yol üzerine çıkmaktaydılar. Ve develer önlerine
geldiğinde, yerlere kapanıp yüzlerini çöl toprağına öyle bir sürüşleri vardı
ki... Gülünür mü, ağlanır mıydı?
Develer,
sırtlarında beşer onar batman taş kütleleri taşıdıklarının farkındaydılar.
Sadece birer ilkel yontuydu o taşlar elbette, ama insanlar, develer kadar dahi
olamıyorlardı ne yazık ki! O develerin sırtlarındaki ilkel yontu taşlarını,
kendilerine mübarek ilâh edinmişlerdi. Kimine “Uzza” adını koymuşlar, kimine “Menat”.
Haydi bu taş ilâhların her birinden birer tane olsa neyse, her deve, başka
biçim ve başka surette yüzlerce Uzza, yüzlerce Menat taşımaktaydı Arabistan'ın
dört bir tarafına. Put taşımanın cezası altında mübarek çöl develeri ağır aksak
ilerlerken, sırtlarındaki taşın ağırlığı karşısında belki de hayatlarına da lânet
ediyorlardı. Oysa insanlar, dünyanın parasına satın aldıkları bu ilkel putları
köy ve şehirlerinin en kutsal mekânlarına yerleştirirken bayram ediyorlardı. Kaidelerine
törenle konan putların önünde diz çöküyor, etrafında dans ediyor, uğruna kurbanlar
kesiyor ve yurtlarını şereflendiren “acer” tanrıları kutluyorlardı. Bidayette
de elleri patlayıncaya kadar alkışlıyorlardı yorgun develerin sırtlarından o
taş yığınları inerken.
Bedevî yaşam ve
genel görünüm
İşte böyle bir zamanda Gül
Yüzlü Peygamberimiz, Arabistan yarımadasının batı yakasında yer alan Hicaz
bölgesinin Mekke şehrinde şereflendirdi dünyayı ve insanlığı. Bu noktada,
“Neden bir peygamber ihtiyacı duymuştu o coğrafya?” ya da “Yüce Yaratıcı niye
böyle murat etmişti?” sorusunun cevabı çok önemliydi. Yine bu bağlamda şu
sorulara da bakmak lazım kanaatimizce: O’nun dünyaya geldiği devir, nasıl bir
devirdi? O’nun yaşadığı bölgenin psiko-sosyal durumu nasıl idi? İnsanlar ne
şekilde yaşıyorlardı? Nelere inanıyor, kimlere bağlanıyorlardı?
Sadece soruların cevabını
vermek için değil, Sevgili Peygamberimizi tanımak için de bu soruları
cevaplamak önemli. O hâlde soruların cevaplarını arayarak mevcut duruma bir
bakmak lazım.
Ceziretü’l-Arab ya da
Arabistan, neredeyse tamamı çöllerle kaplı olan bir ülke olarak yer tutmaktaydı
haritalarda. Bu kurak çöllerin fotoğrafında, çakırdikenlerinin peşinde dolaşan
deve sürüleri ilk göze çarpan canlılar olarak görülüyorlardı. Onların arkasında
kara, yanık deveciler ve deve yavrusu potuklar… Fotoğrafın fonu basit ve
solgundu: Nüfusu seyrek ve insanları konargöçer bir hâlde yaşayan, bu nedenle
şehir sayısı pek az olan bir yarımada düşünün, işte Arabistan böyle bir yerdi o
zamanlar, ortalıkta ne bir devlet vardı, ne de herhangi bir idare!
Kıran kırana bir yaşam hâkimdi
burada mülke. Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da “Bedevî” deniyordu çöl
Araplarına. Ve Bedevîlik, bir nevi “ilkellik” anlamını da barındırıyordu Arap
terminolojisinde.
Çoğunlukla çöllerde
yaşayan Bedevî Araplar, kabileler şeklinde hareket ediyorlardı. Aynı soy ve
kandan meydana gelen insanların geleneksel birliğine verilen isimle “kabile”, Cezire’nin
başat gerçeğiydi. Yaşadığı arazide kendi hukukunu meri kılmış olan her kabile,
küçük bir devlet gibiydi ve benzerlerinden bağımsızdı. Bu bağımsız toplulukların
her birinin kendine has yaşantıları, kültürleri, toplumsal kuralları ve hatta
kanunları vardı. Çoğunluğu çöllerde yaşayan bu kabileler, başlarına buyruk
hareket etmeleriyle ünlüydüler.
Çölleri yurt tutan
kabileler konargöçer oldukları için, grubu oluşturan insanların evleri barkları
da yoktu. Aileler, yün ve kıldan örülmüş büyük çadırlarda oturuyorlardı.
Ailelerin reisleri olan yanık yüzlü erkekler, neredeyse tüm yaşamlarını deve
sürülerinin arkalarında geçirmeye alışkındılar. Kadınların işleri ise çadır
içiyle sınırlıydı.
Çölün altını su idi. Suyun define sandığı da “vaha”… Her vaha, birer sınır taşı gibi kabilelerin arazilerinin yüzölçümünü belirliyordu. Onca kuralsızlıklarına rağmen kabileler, her ne kadar kendi hudutları içinde kalmaya ve diğer toplulukların yaşam alanına sarkıntılık etmemeye özen gösteriyor idiyseler de bu, çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Çünkü geçmişi çağlar öncesine uzanan davaların kökeninde vaha kültürü ve su kıskançlığı yatmaktaydı.
Bedevî göçerlerin sabit
mekânları yoktu; bu vahadan o vahaya gider gelirlerdi. Yani su kaynaklarının
arasında mekik dokur gibi göç edip duruyorlardı Bedevî klanları.
Su… Dedik ya, su, çölde
altından daha kıymetli tek şeydi. Kurak çöl ikliminin hususiyeti gereği, su,
yalnızca vahalarda bulunuyordu. “Vaha” ise, sayıları oldukça kıt olan kuyular
ve su kaynaklarının bulunduğu yerlere verilen addı. Bu bakımdan vaha sahibi
olmak, her şey demekti çölde.
Yüzlerce yıldan bu yana
kabileler, birbirlerinin ellerinden vaha kapma mücadeleleri vere vere
geliyorlardı. Bu nedenle babadan/atadan beri süre gelen “vaha kavgaları”, kan
davaları şekline bürünmüştü nihayette. Hemen hemen her kabilenin diğer kabilelerle
arasında sayısız kan davası vardı. Bir bakıma, davasız Arap yoktu Cezire’de.
Bedevîler arasındaki bir
başka kavga nedeni de arazi parçalarıydı. Kabilelerin deve sürülerini
yaydıkları otlaklar zaman zaman kum fırtınalarının istilasına uğruyor ve ölüm
sessizliğine bürünüyorlardı. Hudut taşları kayboluyor, vahalar araziden
siliniyordu. Bu nedenle kabileler arasında mazisi eskiye dayanan sınır
anlaşmazlıkları, sayılamayacak kadar çoktu. Gerek vaha, gerek otlak nedeniyle
çöller kavga yurduydu; bir bakıma, kabileler arasında kan ve kin savaşları hiç
eksik olmuyordu.
Ama… Bu durumun bir
istisnası vardı elbette: “Mübarek aylar”dan söz ediyoruz…
Kıvrak Arap atların toynak
seslerinin, kıvrık kılıç şakırtılarının ve Davudî hançereli savaşçıların
dehşetengiz naralarının eksik olmadığı çölde, yalnızca yılın dört ayında savaş
kesiliyordu. Çünkü bu aylar, herkes tarafından “mübarek/hürmetli aylar” olarak
kabul ediliyordu. Zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren çöl insanları
Bedevîler, ancak bu aylarda rahat edebiliyorlardı. Tüccarlar yalnızca bu
aylarda güvenlik içinde yolculuk yapma imkânına sahiptiler. Ailelerin, başta
giyecek kumaş ve yıllık yiyecek olmak üzere çeşitli ihtiyaçlarını
karşıladıkları pazarlar/panayırlar sadece bu aylarda kuruluyordu; huzur, sadece
bu aylara mahsustu. Bu nedenle yarımadada gözler her daim mübarek ayları
gözlüyor, kavgadan bıkan kadınlar, kocalarını yanlarında görmek için bu ayları
bekliyorlardı.
Mekke
Arabistan için “konargöçer
Bedevîlerin yurdu” dedik ya, vahalar arasındaki yersiz yurtsuz Bedevî
yaşantılarının yanında, çöllerin uygun yerlerine bazı şehirler de kurulmuştu.
Meselâ Gül Yüzlü Peygamberimizin yaşadığı Hicaz bölgesinde üç önemli şehir
vardı. Bunlar Mekke, Yesrib (ya da Medîne) ve Taif'ti.
Bu üç şehrin en büyük
özellikleri, mübarek aylarda kurulan panayırlara ev sahipliği yapıyor olmalarıydı.
Özellikle Mekke mühim bir beldeydi! Panayır, “yıllık Pazar” anlamına geliyordu
sosyal yapı terminolojisinde. Sevgili Peygamberimiz dünyaya gelmeden önce
yarımadanın en önemli kenti konumundaki Mekke ve çevresi, aynı zamanda mübarek
bir araziydi. Buna rağmen, orası da genelden hâlli değildi. Hatta tuhaf
karanlıklar içinde bocalayıp duruyordu kutsal yapı Kâbe’ye ev sahipliği yapan
kent. Buna rağmen bütün Arap diyarının en büyük panayırları burada organize ediliyordu.
Mekke panayırlarına ülkenin dört bir yanından gelenler oluyordu. Bu gelenlerden
Suriye ve Yemen arasında yol tepen kervanlar baş sıradaydılar. Kervanlara dâhil
olmuş kumaş tüccarları, her türlü kişisel ihtiyaca cevap veren esnaflar,
şarkıcı ve dansçı kadınlar, hamasi konuşmacılar, kâhinler, lirik şairler ve
niceleri bulunuyordu.
“Şair” dendi de… Hem
şehirlerde yaşayan “Medenîler”, hem de çöllerde yaşayan “Bedevîler” şiir
yazmayı ve okumayı çok seviyorlardı. Bu bakımdan panayırlar, ünlü Arap
şairlerinin yıllık buluşma yerleri gibiydi. Panayır günlerinde, Kâbe avlusunda
çekişmeli şiir yarışmaları yapılıyordu. Dinleyenler tarafından beğenilen
şiirler, alkışlarla kutsal Kâbe'nin duvarlarına asılıyordu. Ve şiiri kutsal eve
asılan usta şairler altınla ödüllendiriliyorlardı.
Putperestlik ve diğerleri
Yazının burasında,
“Yarımadadaki inanç nasıldı ve insanlar kime, neye inanıyorlardı?” sualine
cevap arayalım diyorum…
Arabistan’ın genelinde
olduğu gibi Hicaz bölgesinde yaşayan insanların çoğunluğu da putlara
inanmaktaydı. Yani onlar bir nevi putperesttiler. Bu insanlar, yarımada
jargonunda “Müşrikler” diye biliniyorlardı. Peki, “put” ne demekti?
Aslında put, insanların
kendi elleriyle yaptıkları bir heykel türüydü. Her kabilede ve özellikle Mekke
şehrinde onlarca put yontma ustası yaşıyordu. Bunlar, çeşitli alet edevatın
bulunduğu atölyelerinde tahtadan, taştan ve madenden putlar yapıyorlardı.
Yaptıklarını pazar ve panayırlarda satılığa çıkardıklarında, “malları”nın kutlu
maharetlerini, uğurlarını ve sahip olana getireceği şansı anlata anlata
bitiremiyorlardı. Yontuculuğun kârlı bir iş olması nedeniyle “put ustası” ve
put sayısı o kadar fazlaydı ki…
Yarımadanın bütününde rastlanan ortak putların yanı sıra, her kabilenin de kendi putu vardı. Hicaz bölgesinin en önemli putları “Hubel, Lât, Menat, Uzza” adlarını taşıyordu. Bugün “Allah’ın Evi/Beytullah” olarak da bildiğimiz Hac yeri Kâbe, ne yazık ki tam bir puthane hâline getirilmişti. Kutsal evin içinde tamı tamına üç yüz altmış put bulunuyordu. Yılın her gününün ayrı bir putu vardı; bu nedenle her putun ziyaret günü farklıydı. Bu farklılık sebebiyle Mekke, yılın her gününde işlek bir yerdi. Kentin sokakları “günlük putları” ziyarete gelen hacılarla dolup taşıyordu.
Henüz Müslümanlığın gelmediği Cezire’de, insanlığın yüzkarası olarak tarihe geçmiş olan Cahiliye Devri, hepinizin yüreğine oturmuş olmalı. Onun arkasından küçük bir Hıristiyan panoraması ve Musevî resmi çizildi. Böylelikle anlaşıldı ki, “Cahiliye” denilen ilkellik, sadece Müslüman olmamış Araplar arasında yaygınlaşmış bir sosyograf değil.
Yarımadada yalnızca
putlara inananlar yoktu tabiî. Başka dinlerin inananları da bulunuyordu.
Yahudiler ve Hıristiyanlar bunların başında geliyordu. Az sayıda insan da Hazreti
İbrahim'in “Tek Tanrı” inancındaydı. Bunlara “Hanif” adı veriliyordu. Gerek
Yahudilik ve gerekse Hıristiyanlık, hâddizâtında bölgeye has bir inanç değildi.
Her ikisinin çıkış yeri de Filistin’di. Daha sonra bazı Yahudi kabileleri
bölgeye göçmüş ve belli yerleri yurt tutmuşlardı. Kale geleneği olmayan Arap
yarımadasında sınırlı sayıdaki kaleler Yahudilere aitlerdi. Ve bu kaleler
içinde en meşhuru Hayber idi.
Gerek Müşriklerin, gerekse
Haniflerin inançlarının kutsal kitapları ya da yazılı kaynakları yoktu. Zaten
yazı, kitap ve kalem gibi kültür meseleleri, soylu sınıfın uğraşısıydı
coğrafyada. Halk içinde okuyup yazma bilenlerin sayısı yok denecek kadar azdı.
Bu yüzden her bilgi kulaktan dolma ve babadan duymaydı.
İnsanlığa zulmün zirvesi ve
son bekleyiş
Henüz Müslümanlığın teşrif
etmediği yarımada, yoğun Müşrik nüfusunun etkisiyle oldukça çirkin geleneklerin
yaşandığı bir yer olarak biliniyordu. Meselâ Arap şehir kültüründe önemli bir
yer işgal eden köleler, insan bile sayılmıyorlardı. Çoğunluğu Siyahî
Afrikalılardan müteşekkil köleler, sahiplerinin malları mesabesindeydiler.
Efendi isterse kölesini döver, isterse öldürebilirdi bile. Öyle ayaklar altındaydı
ki insanlık…
Sadece köleler mi?
Kadınlar da köleler gibiydiler. Erkekler istedikleri sayıda kadınla evleniyor,
istemediklerini de boşayabiliyorlardı. Tıpkı köleler gibi kadınların da hiçbir
kıymeti ve hakkı yoktu Arap insanının yanında. Öyle ki, dünyanın hiçbir
zamanında, hiçbir yerinde ve hiçbir kültüründe olmayan bir görenek cariydi
yarımadada: Kimi babalar, yeni doğan kız çocuklarını asla istemiyor ve diri
diri kumlara gömerek öldürebiliyorlardı bile!
İşte Sevgili
Peygamberimizin gelişinin yaklaştığı o yıllarda Arabistan böyle bir yerdi,
Araplar da böyle bir halk! İnsanlık tarihinin dibe vurduğu bir yer olarak
Arabistan, bu kabilden sıra dışı işlerin olageldiği en meşhur yerdi. Ancak “Tek
yerdi!” denirse doğru söylenmiş olmaz. Yukarıdan beri fotoğrafını çekmeye
çalıştığımız o karanlık devirde insanlık, bütün dünyada, tarihini belki de en
kötü dönemini yaşamaktaydı. O zamana kadar Yüce Yaratıcı, Hazreti Âdem’den
başlayıp İsa Peygamber’e kadar, bir tahmine göre 124 bin peygamberle dünyaya ve
insanlığa istikamet belirlemişti. Lâkin o insanlık, gönderilen peygamber sayısı
kadar ihlası bozmuş, perişan etmişti. Ancak “merhameti sonsuz olan Yüce Rahman”
her seferinde ve bir kez daha tarif etmişti Kendisini. Bir kez daha anlatmıştı
iyiliği, güzelliği ve Tevhid’i.
Lâkin sonuç hep hüsran
olmuştu. Son üç büyük Resul olarak Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa teşrif
etmişlerdi “insanın yurdu”nu. Arada gönderilen İsrailoğullarının bir dolu nebîsini
saymıyoruz bile. Yaklaşık iki bin yıl içinde üç ayrı şeriat... Hazreti
İbrahim’in şeriatı neredeyse sıfırlanmış ve sadece Hicaz bölgesinde hayatta
kalmaya çalışan bir avuç Hanif ile sınırlı kalmıştı. Musa Peygamber’in şeriatı,
son Babil sürgününden beri “Azer” adlı bir hahamın kaleme aldığı “Babil
Tevratı”na iman ediyordu. “Ruhullah İsa’nın şeriatı” diye bir şey yoktu zaten.
Kaybolup giden özgün İncil’in yerinde yeller esiyor, “İncil” adıyla dört kitap
elden ele dolaşıyordu. Hem de İsa Peygamber’i ilâh mesabesine çıkararak...
Hülâsa, karanlıklar içinde
pusulasız gemi gibi rota belirlemeye uğraşan kavimler, toplumlar ve insanlar,
kendilerini kurtaracak bir “kurtarıcı kahraman” bekliyorlardı. Tarihlerde adı
“Cahiliye Devri” olarak geçen bu zamanın ilacı uzakta değildi. Yüce Rahman, son
bir şans daha lütfetmişti insanlığa. Ve o lütuf, insanlığın dibe vurduğu
yerden, Cahilî Arabistan’dan ha doğdu, ha doğacaktı bir güneş gibi yarımadanın,
hatta dünyanın üzerine, gün sayıyordu!
Son… Ve Son… Ve Son…
Yazının
yukarıdaki kısmında bir dünya panoraması çizildi sizlere. Henüz Müslümanlığın
gelmediği Cezire’de, insanlığın yüzkarası olarak tarihe geçmiş olan Cahiliye Devri,
hepinizin yüreğine oturmuş olmalı. Onun arkasından küçük bir Hıristiyan
panoraması ve Musevî resmi çizildi. Böylelikle anlaşıldı ki, “Cahiliye” denilen
ilkellik, sadece Müslüman olmamış Araplar arasında yaygınlaşmış bir sosyograf
değil. O vakitler aynı cahiliye, dünyanın tamamını kasıp kavuruyordu.
Allah aşkına,
etrafınızda bir dönüp bakar mısınız değişen nedir bin 500 yıl evveline göre?
Hıristiyanlık ve Musevîlik biraz daha batmış batağa. Bu arada Müslümanlık
gelmiş. Aradan geçen bunca yıl içerisinde 2 milyarı aşkın bir insan kitlesi
Müslüman olmuş. Ne güzel! Sayı artmış, coğrafya genişlemiş. Fakat Müslümanların
coğrafyasına yine kervanlar gelip gidiyor. Bu sefer sadece Demiskus’tan
kalkmıyor kervanlar. Bu kervanları oluşturan araçlar ise eskinin koca hörgüçlü
develeri de değil. Kervanların kalktığı adresler; dünyanın en büyük devletlerinin
başkentleri, Avrupa ve Amerika'nın koca koca şehirleri, modanın, müziğin ve
sanatın merkezleri, Hollywood'un stüdyoları, televizyonların donanımlı yayın
plazaları...
Modern kervanların araçları ise artık enerji hatları, radyo dalgaları ve optik iletkenler... Cezire'nin dört bir tarafına bu hatlar taştan yontulmuş heykeller taşımıyorlar, ama artık taş tanrılar yerine sözden, resimden, grafikten, işaretten, notadan, modadan oluşan o kadar çok şey taşıyorlar ki… Bir bakıma, bir zamanların Menat’ına, Uzza’sına –haşa- rahmet okutacak değil ama görmezden gelinecek bir nevi hoşgörü ortamı oluşturuyorlar. Modern Menatlar, Uzzalar ve Hubeller, dünya ölçeğindeki bir düzlem içerisinde, sadece Cezire'nin belli yerlerinde her evi, her evdeki her insanı, her insanın beyninin hepsini birer Uzza, Menat ve Hubel hücreleri hâline getirerek insanlığı ifsat için ellerinden gelen her yolu mubah kılıyorlar. Hülâsa, Batı medeniyetinin putlaşan ürünleri, gelişen medeniyetin zenginliği ve bilgi birikimi içerisinde günbegün daha hızlı bir şekilde ve daha da çoğalarak istilasına devam ediyor insanlığın hayatını.
Burada durup
sormak gerekiyor: “Nereye kadar?”
Hemen cevabını
verelim: Buraya kadar!
İçinde
bulunduğumuz yılların “yeni bir medeniyet”e gebe olduğunu, gören gözler
görmekteler. Çok şükür! Kutsal Anadolu topraklarında “yeni bir medeniyet”
yoğruluyor bugünlerde. Bilmem, farkında mısınız? Söz konusu “yeni medeniyet”in
argümanları birer birer oluşturuluyor “sözle, işle, plânla, projeyle, kültürle”...
Belli başlı
büyük adreslerde dünyaya duyuruluyor “yeni medeniyet”in kodları. Dünyanın
mazlumları, yeni medeniyeti ve bu medeniyetin serinliğini, sabırsızlıkla bekleyen
insanlığın öksüzleri, bu mesajları aracısız almaktalar. Onun için Türkiye
dillerde dolaşıyor; Türkler, gittikleri coğrafyalarda “Neden geç kaldınız?! Ama
olsun, sonunda geldiniz ya” diye karşılanmaktalar. Onun için bugünlerde
yerinden yurdundan edilen “yetim mülteciler”, gözlerini bizim topraklarımızda
açıyorlar.
Hemen müjdeyi verelim: Nihaî hedef uzak değil! On yıl, bilemediniz yirmi beş yıl var. Bu süre içerisinde medeniyetin yeni beşiği Anadolu olacak. Ve medeniyet bebeği burada ilk sesini verecek. Belki içinde bulunduğumuz kuşak değil, fakat daha sonraki kuşakların yiyeceği yeni medeniyetin meyvelerinin fidanları dikilmeye başlanacak. Ve Allah'ın izniyle “son Asr-ı Saadet”in ilk adresi Anadolu ve o adresin ilk işçileri olarak bizler, gelecek günlerin semeresini değil ama sevabını alarak gideceğiz bir başka adrese. Çocuklarımız ve torunlarımız ise hem semeresini, hem de sevabını alacaklar yeni medeniyetin. Şimdiden hayırlı olsun!