
KİMİ fısıltılar arzdan
ve semâvâttan duyulabilir. Kimi çağıltılar ise, onu oluşturan damlalar
tarafından bile duyulamayabilir. Alt sınır ve üst sınır arasında kalanı
yakalayabilmek… Ne, neyin alt sınırı, neyin üst sınırı, neyin ortası? Nereden
çıktı bu sınırlar da şimdi? Nerede boğuldu isek, oradan! Yahut sürüklenmiş bir
varlık hangi kıyıya vurdu ise, oradan!
Çünkü
“Binlerce meteor fezânın boşluğuna yaslanarak nasıl ilerliyor ise, binlerce fikir,
binlerce uyarıcı ve kaynağı ne olduğu bilinen/bilinmeyen, çoğu yabana ait
unsurun bizle teması karşısında -sükûnetimizi koruyarak- güzeli nasıl seçeceğiz?”
sorusunu cevaplamak gerekiyor. Doğrusu, sormak ile güzeli bilebilecek miyiz? Yahut
bilemediğimiz bir şeyi nasıl seçebileceğiz? Bilsek dahi hangi sağlıklı ruh,
hangi hastalıklı analiz ile yaklaştığımızın ayırdına varacağız? Diyelim ki vardık,
özünden çevirisini yaparken, bu
bilmeyi nasıl muhafaza edeceğiz?
Mübalağa
ediyorum, değil mi? Özellikle bu konuda bunu çok isterdim. Böylesi malûm ve
çivisi yerinden çıkmış bir ahvâli, böylesi toplu bir psikolojik durumu, değişkenleri takip edilemeyen
bir sosyolojik vakayı tanımlarken mübalağayı
bihakkın kullanmak isterdim. Gel ki, kendi mübalağa olan bir durumu mübalağa
ile anlatmak, aynı cins ağaca aynı cins fidanı aşılamak gibi olur. Ama olsun,
belki bu kadar derinlerimize işlemiş bu kavram, bir yaramıza merhem olur. Yeni
aşı, eski ağacın kökünü yenilemez ama verdiği meyveyi yenileyebilir.
Mübalağa...
Evet, özellikle bizim gibi Şark toplumlarının, kontrol edemediği zaman hızı
ivmesel olarak artan ve hayâl-hakikat çatışmalarına varan çizgide, -temel
değerleri hariç tutarsak- neye inanıp neye inanamayacağını dahi kestiremeyecek
durumdan böyle bir bunalımı yaşadığını bilemeyecek duruma gelmeye kadar
kendimizi kaptırabileceğimiz bir tür afyondan bahsediyoruz. Şöyle ki, çoğu
konuda çıkış noktasını dahi unutup vardığı yerin pratik bilgisinden, hakikî
etkisinden ve sonuçlarından ziyade, sözün anlık ferahlığı ile insanı amacı
olmayan bir döngüye hapseden bir kavramı konuşuyoruz. Baktığımızda, bir kavram
veya bir sanattan çok, kıvamı kaçırılmış, asıl tadı unutulmuş bir yapmacıklıktan bahsediyoruz.
Yapmacıklık, yapmacık olan ne
varsa aslında olmayandır. Yani olmayan güzel sıfatlar, itibar gören iltifatlar
ile hatır yapan değil de hatır kıran tutumlardan, yaralıyı ve yarayı bilmeden
yarayı sarmak yerine, yaranın üstünü örten bir davranış silsilesinden geriye
kalan enkazı değerlendiriyoruz. Bunun bir adım ötesi ise, hastalıklı bir
karakter oluşumuna kadar varabilecek ve gerçek(miş) gibi algılanabileceklerin
yanında hakikî bir özde aşınma ve kan kaybetme
vakasıdır.
“Peki,
bu vakanın kahramanı kim?” diyeceksiniz, değil mi? Olumlanan bir senaryoda bu
soruyu kimse sormaz, emin olabilirsiniz. Çünkü herkes o senaryonun içinde hem
de başkahraman olmayı diler. Olumsuzlanan bir senaryoda aynı soruya muhatap
olunduğunda ise herkes birbirini gözetir, birbirine ikram eder. Senaryonun
içinde olmayı bırakın, kahraman olmaya bile kimseler yanaşmaz. Çünkü bir modern
yaşam tarzında... Hayır, hayır, sıradan bir modern yaşamda bile değil, dikte
edilen bir modern yaşam tarzında olumsuzluğa, başarısızlığa, tökezlemeye yer
yoktur! Olmadığı gibi, bunların ismi bile anılmaz. Güç yetirilse, sözlükten
çıkarmaya varacak bir başarıya bile imza atacaklar olabilir. Burada bile bir
başarı var efendim, ne keyif(!), değil mi? Başarısızlığı bile bir başarı olarak
kutlayacak kadar güzellemelerle donatılan
evrenimizde güzelleşmeye fırsat ve imkân var m’ola?
Güzelleşmekten
çok güzellemelerimize veya kerameti kendinden menkul güzelliğimize dokunulan
yerde bir çatışma, bir diyalog olması kaçınılmazdır:
“-Donatmak
da nedir, zaten güzel değil miyiz?
-Öylesiniz, gayet
öylesiniz efendim… Öylesiniz… Gel ki, sahip olduğunuz güzelliği derman edinmek,
giyinmek yerine, başkaca sunî dertler satın alıyorsunuz. Sonra bu dertlere
reçete yazmaya, yazdırmaya çalışıyorsunuz. Kilit ile paylaştığımız kilidi
açmıyorsa, o, kilidin anahtarı değildir. Paylaşmak açmıyorsa kilidi, o
paylaşmak değildir. Dipsiz bir kuyunun gizemini arttırmaktır sadece. Dipsiz bir
kuyunun fitilini ateşlemek… Hâlbuki ‘fitil’ dediğimiz, belki de bizi kuyudan
kurtaracak son çaredir. Tutunacağımız son iptir.
-Ne
kuyusu? Kuyuda olduğumuzu kim söyledi ki?
-Efendim, kuyuya gözlerini açan, düştüğünü
nereden bilsin? Bir yönüyle veya her yönüyle bilecek, görecek, duyabilecek ve
aynı minvâlde anlayabilecek iken, bunların hepsinden veya bir kısmından mahrum
kalacak bir ortamın veya durumun içinde olmak… Düşmek böyle bir şeydir. Kaldı
ki, bir eylemin adı olmak, o eylemin en çok bilinen boyutuyla yaşanacağını da göstermez.
Kuyuda doğup hayatımızı aynı yerde tamamladığımızı varsaysak, ‘Düşmedik’
diyebilir miyiz? Veya çıkmak için gayret göstermemek hangi güzelliğin
neticesidir? Velev ki bize dizilen bir güzelleme, bize atfedilen veya kabul
ettiğimiz bir güzelliğimiz olsun, bizi kuyudan çıkarmıyorsa, onun kıymeti ne
ola?”
Eğer
-tüm güzelliğine rağmen- Hz. Yûsuf’un baktığı yer gibi, yakıştırmalardan,
güzellemelerden arınmış bir güzel yerden hayata, hakikate, insana, eşyaya ve
kendimize bakıyor değilsek, kuyuya da atılsak, zindana da atılsak, saraya
sultan da olsak, yine de kuyuda olduğumuzun farkında olmamız güçtür. Üstümüzde
bir güzellik varsa bile, bunun ikram edildiğini unutmamaya başladığımızda, Yûsuf’un (as) yoluna henüz ilk adımı
atmış olabileceğiz. Unutmak yahut gaflet uykusu, güzel insan olmanın önünde en
belirgin perdedir. O perde ki, bir anlık da olsa göze indiğinde ayağımızı
kaydırabilir ve bizi dipsiz ve kör kuyularda merdivensiz bırakabilir.
O
hâlde güzellemek mi, güzelleşmek mi?
Tabiî
ki güzelleşmek… Ama şöyle diyelim mi? “Güzellik her hâlükârda emanettir. Güzel
insan olmak için önce “güzel”e, sonra “insan”a, sonra güzel insanla yoldaş
olmaya niyet edilir. Gerisi mi? Efendim, gerisi yol hâlidir, yol ise nasiptir!