Güzel sevmeyene adam denir mi?

Bir gün köy meydanında arkadaşlarla oturduğumuz sırada fıstıkî yeşil bir Nova geldi yaylana yaylana. Aha! Direksiyonda Barış Manço… Yanında çoluk çocuğu... Sene 77 miydi, 78 mi, tam hatırlamıyorum. Sıcak bir gündü, hiç unutmam. Fakat dondum kaldım. Koşup yanına varamadım. Heyecandan…

RIZIK, hak bilmek, kadir kıymet, bir harf için kırk yıl gibi konulardan bahsedince suratını ekşiten, dudağını bükenler… Evet, bir yanda bunlar var, ortalıkta sanatçı sıfatıyla gezinen; bir yanda ise bu hususların altını ısrarla çizen başka biri. Gerçek sanatçı, Barış Manço…

Selâm almanın önemine işâret eden, selâm almayanı “yiğit” saymayan... Ona göre güzel sevmeyene de “adam” denmez.

Altı üstü beş metrelik bez için, boşa geçen ömrün de bir kıymeti yoktur gözünde.

Der ki, “Yoksulu bal kaymakla beslemek, garipleri ipek şal ile giydirmek, öksüzü sarıp sarmalamak, korumak gerekir ve hakkını gözetmek”. Çünkü kimse bu dünyadan mal ile göçmez.

Önceki yazıda rahmetli Barış Manço’yu anlatmaya çalışmıştık ama yarısını bile yazamadan “programın sonuna” gelmiştik. Bugün devam edelim.

“Tuz ekmek hakkı bilene/ Sofra kurmasan da olur/ Ilık bir tas çorba yeter/ ‘Rızkım buymuş’ der, içerim

Kadir kıymet anlayana/ Sandık açmasan da olur/ Kırk yamalı hırka yeter/ ‘İdris biçmiş’ der, giyerim

Bir çorbayla karnım doydu/ Hırka bana yorgan oldu/ Bir de kalem tutmayı öğret/ Kırk yıl sana hizmet ederim

Bana bir harf öğret yeter/ Kırk yıl sana hizmet ederim

Barış’ım, uzaktan geldim/ Dört kapı önünde durdum/ Dört kapıdan geçemezsem/ Geldiğim gibi giderim…”

Bir milleti millet yapan unsurlar arasında dil, din, örf, âdet, ülkü birliği sayılıyor. Aynı vatanda yaşamak, ortak bir târihe sahip olmak da var tabiî…

Bütün bu değerlere ilâve olarak sayılması gereken isimlerden biri de Barış Manço’dur.

Yazının ana fikri olarak bu cümleyi işaret edebiliriz. Aynı zamanda baba, dayı, teyze, hala fikrim bu. Kırk yıl önce de aynı düşüncedeydim, hâlâ fikrim bu!

Barış Manço bizi birbirimize yakınlaştıran, bütünleştiren, unuttuğumuz değerleri hatırlatan ve onlara dört elle sarılmamızı isteyen sanatçıların başında gelir.

*

Bir sabah, doğup büyüdüğü mahallenin sokaklarında dolaşır. Çocukluğunu yaşamak istemiştir. Gördüğü iki katlı evin Nezahat Hanımların mı, yoksa Yekta Beylerin mi olduğunu hatırlamakta zorlanır.

Boş arsada top oynadıkları günleri düşünürken, dut ağacının altında Rıza Amcayı görür. Koşup ellerine sarılır, lâkin Rıza Amca önce tanımaz.

Rıza Amca son üç sadrazamı ve bütün başvekilleri sırasıyla saydırırmış çocukken.

“Hâlâ hatırlıyor musun?” diye sorar. “Hiç unutmadım ki” der Barış.

Bütün evlerin yıkılıp apartmanlar yapılmasından ve bahçelerin yok olmasından şikâyetçidir Rıza Amca. “Bir tek bu dut ağacı kaldı. Bari bunu kesmesinler” diye arzusunu belirtir. Televizyona çıktığında söylemesini, o ağacı korumasını rica eder. Barış da söz verir.

Dut ağacını böyle anlatır. Şiir hâlindedir bu eseri.

Rıza Amcaya verdiği sözü tuttu tabiî. Çıktı ekrana, çatır çatır söyledi. Ama dinleyen kim? Ne dut ağacı kaldı ortada, ne arsa…

İstanbul’u talan ettiler. Hayatı yalan ettiler. Hesap sorunca da, “Falan filan” ettiler.

Geçmiş olsun!

*

TRT’de “Adam Olacak Çocuk” ile minikleri konuk eder, “İkinci Kahvaltı” ile çok saygı duyduğu büyükleri.

Bir yastıkta kırk yıl, Süper Babaanne gibi vurguları göz ardı edilemez. Çok sevilen eserlerinden biri olan Gülpembe, ilk zamanlar sevgiliye yazılmış zannedilirdi. Sonra öğrendik ki, babaannesi Nimet Hanım içinmiş.

“Sen gülünce güller açar, Gülpembe/ Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik, Gülpembe/ Sen gelince bahar gelir, Gülpembe/ Dereler seni çağlar, sevinirdik, Gülpembe

Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin,/ İnanamadık, Gülpembe/ Bizim iller sessiz,/ Bizim iller sensiz/ Olamadı, Gülpembe/ Dudağımda son bir türkü, Gülpembe/ Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır, Gülpembe/ Gözlerimde son bir bulut, Gülpembe…”

7’den 77’ye programı için senelerce hazırlık yaptığı, yüksek mâkâmlara defalarca teklif sunduğu bilinir. Nihâyet günün birinde “Haydi bakalım” derler, izin çıkar.

Yıllarca devam eden, bugün bile hasretle anılan o programda, yalnızca küçükler ve büyükler için hazırlanan bölümler yoktu. Bir yandan gezi belgeselleri izliyor, bir yandan da şarkılar dinliyorduk.

“Dere Tepe Türkiye” bölümünde ülkemizi geziyor, hoş üslûbuyla bize memleketimizin güzelliklerini anlatıyordu. Gittiği şehirlerin tabelaları önünde durup, nüfus kısmına “+1” eklerdi.

“Dönence” bölümü ise dünya turuydu. 120 ülkeyi gezen Barış Manço, hiç bilmediğimiz, hiç görmediğimiz, çoğuna da gidemeyeceğimiz ülkelerdeki hayatları, manzaraları, gelenekleri evimize getiriyordu.

1988-98 arasında önce TRT’de, sonra TGRT ve ATV’de yayınlandı.

*

Uzun saç, hiç kimseye ondaki kadar yakışmazdı. Bıyıkları da öyle. Kıyafetlerini ve takıları titizlikle seçerdi. Ne kimseye benzerdi, ne kimse ona. Taklit etmek isteyenler iyot gibi açıkta kalırdı.

Bir de jest ve mimiklerini ustalıkla kullanırdı. Şarkı söylerken ve konuşurken, kulakları duymayanlar da onu anlayabilirdi, dilini bilmeyenler de.

Buna rağmen dil konusunda hassasiyeti vardı. Gittiği ülkelerin diliyle konuşmayı severdi. Bilhassa Japonca ve Korecede gayet iyiydi ve her yerde gönüllere girmeyi başarırdı.

70’li yıllarda bir Anadolu turnesi sırasında otobüsleri saldırıya uğradı. Dinamitler patladı. Kimse yaralanmadı ama “saçlarının uzun oluşu yüzünden” saldırı düzenlendiği yazılıp çizildi.

Sözün burasında efkâr bastı. Canım kahve çekti. Vakit de geç ama… Olsun dedim, kim tutar beni.

Üşenmeyip kalktım az önce… Mehmet Efendi ile Gümülcineli Nihat karışımından bir tatlı kaşığı alıp fincana koydum. Cezveye de su doldurdum.

Sonra kendime gülesim geldi. Gülmek gelince tutmak olmaz. Kahveyle suyu fincana değil, cezveye koymak gerektiğini geç fark edince gülünmez mi?

*

Bir zamanlar bizim Örovizyon takıntımız vardı. Avrupa müzik yarışması. Katılırız, sonlarda dolaşırız. Bir türlü yukarılara çıkamayız.

- Anlamıyorlar bizim müziğimizi.

- Sözlerinden dolayı öyle…

- Bize gıcık abi bunlar. Elin gâvuru bize puan verir mi?        

- İngilizce parçalar yapsak nasıl olur?

- Bizim besteciler biraz kasıyorlar yarışma olunca. Avrupalının hoşuna ne gider diye düşününce, taklit eserler çıkıyor.

- Şöyle adam gibi bir beste olmalı ki… Yanlış adamlara sipariş veriyorlar.

Böyle tahliller yapılırdı ve biz o yarışmayı millî bir mesele gibi görürdük.

Sonraki yıllarda birincilik alacağımızı tahmin bile edemezdik.

İşte o dönemde Barış Manço da katıldı bir seferinde. Sene 83’tü. Şarkının adı, “Kazma”...

Netice?

Ön elemeyi geçemedi. TRT yetkilileri “Olmaz” dediler. Barış Abimiz ne dedi?

“Benim jürim üç beş kişi değil, 50 milyon!”

Evet, o zamanlar nüfusumuz o kadardı. Bugün olduğu gibi, o zaman da Avrupa ile aramız iyi değildi. Kurdukları birliğe girmek için başvurmuştuk. Aradan neredeyse çeyrek asır geçmesine rağmen kapıda bekliyorduk. Yunanistan çemkiriyordu yine.

Rahmetli Özal’ın bir sözünü hiç unutmam. “Hele bir 80 milyon olalım, o zaman görürler.”

Olduk ve görüyorlar. Gördükçe kuduruyorlar.

Bu sözü daha önce de söylemiştim. Ne yapalım, hep aynı davranış içindeyseler, bir defa dedik diye, sonraki kuduruşlarında tekrara düşmemek için söze gem mi vuralım?

*

TRT ile sanatçıların arası limonî olurdu çoğunlukla. Barış Manço’nun da bazı şarkıları denetime takılırdı. Bilmeyenler, onun kayırıldığını bile düşünebilir. Ki öyle zannedenler az değildi.

Gittiği pek çok ülkede konserler verirdi. Hele Japonya, Kore her seferinde bağrına basardı onu. Belçika ise zaten ikinci vatanıydı.

Belçika konserinden dönüşte (24 Ağustos 1979) Edirne’de kaza geçirdi. Arabasının lâstiği patlamış ve bir arabaya çarpmıştı. Kazada bel kemiği çatladı. Bir müddet çelik korse ve boyunlukla dolaştı. O dönem çalışmalarını yavaşlattı.

O tam anlamıyla bir “Dünya Vatandaşı” idi. Şarkısında da bunu dile getirir:

“Kendimi bildim bileli yollarda tükettim koskoca bir ömrü

Bir uçtan bir uca gezdim şu fani dünyayı

Okumuşu, cahili, yoksulu, zengini hiç farkı yok, hepsi aynı

Sonunda ben de anladım Hanya’yı Konya’yı

Sanki insanlık pazara çıkmış, ekmek aslanın ağzında

‘Bir sıcak çorba içer misin?’ diyen yok

Dört duvarı ören, çatısını kapatıp içerden kitlemiş kapıyı

‘Bir döşek de sana serelim, buyur’ diyen yok

Tek bir soru: Hemşerim, memleket nire?

Bu dünya benim memleket

Hayır, anlamadın, hemşerim, esas memleket nire?

Bu dünya benim memleket

Tövbe, tövbe, tövbe, tövbe…”

*

Eserleri arasında seçim yapmak kolay değildir ama dikkat çekmek istediğim bazı çalışmaların adreslerini belirtmek isterim.

Kayaların oğlu:

https://www.youtube.com/watch?v=gUsrXi-xprU

Bir bütün olduklarını düşündüğüm 2023, 2024 ve 2025:

https://www.youtube.com/watch?v=-yTfIi4otY0

Dönence:

https://www.youtube.com/watch?v=77ygz-MC6_8

Enver Hencan isimli bir Barışsever, 2023, 2024 ve 2025 isimli eserlerin yanına altı yıl önce şöyle yazmış:

“T.C. müzik tarihinin en iyi şarkısı 2023 ve ona bağlı 2024’tür. Bu kadar iddialı bir açıklamanın mutlaka nedenleri de olacaktır. İşte nedenleri: 50 yıl sonra Cumhuriyet’in 100’üncü yılına adanmış olması, her zaman dinlenebilir inanılmaz bir melodi içermesi, uzunluğu, farklı melodilerin birbirini zincir gibi tamamlayarak tek bir melodi oluşturması, 40 yıl geçmesine rağmen hâlâ dinlenebilir olması, senfonik, klasik vb. tüm çağdaş müzik dokularını içermesidir… Herhâlde daha saymaya gerek yok!”

Haklı… “Her şarkısı bir hayat dersidir” desek, pek de abartmış sayılmayız. Haydi, abartı kısmını azaltalım ve “Çoğu şarkısında” diyelim.

Onun kadar köklere bağlı, aynı zamanda modern, onun kadar hayatı sorgulayan, öğütler veren ve bunu tatlılıkla, sevgiyle yapan, atasözlerini ve deyimleri ustalıkla kullanan başka birine rastlayamayız.

Dünden yarına bir köprüdür Barış Manço. Hem de Koca Sinan’ın köprüleri kadar sağlam eserler ortaya koymuştur.

Kardeşlik ve eşitlik üstüne uzun uzun nutuklar çekip de diğerinin deri rengine kafayı takanları eleştirir. Birileri silahlanıp ölüme koşarken, kalan dul ve yetimin çâresizliğine dikkat çeker. “Ne olacak onların durumu?” diye sorar. Öksüzleri kucaklar. Hep beraber anlaşmak ve eldekini paylaşmak gerektiğini söyler ama bunu da pek duyan olmaz.

Daha doğrusu, duyan çoktur da uyan yoktur.

Vefat yıldönümünde Sabah Gazetesinde çıkan bir yazıda Doğukan Manço, babasının beş dili anadili gibi konuştuğunu ve başka dilleri de bildiğini söylüyordu.

Çok dil bilmek harika tabiî, ancak öğrenmek mesele. Kimi tembelliğinden, kimi vaktinin olmadığından, kimi de imkânsızlıktan dolayı kusurludur.

Ancak bir dil var ki, onu herkes öğrenebilir.

Oğlunun dediğine göre, Barış Manço’ya en güzel dilin hangisi olduğunu sormuşlar. “Tatlı dil” demiş. Kim aksini iddia edebilir?

Türkiye’de “Barış” ismini alan ilk kişi olduğu da söylenir ki bunu da bir kenara not etmekte fayda var. İnanmayan, nüfus idaresine danışsın.

*

On yaşla yirmi yaş arasının benim için bir asır gibi geçtiğini belirtmiştim. Yanlış değil. İnsan 18 yaşına gelene kadar dünya kaç defa dönüyor, fırınlar kaç defa ekmek çıkarıyor, farkında mısınız?

Unutan varsa, gençlere sorsun.

Ben de henüz oraya varmamışken, bir gün köy meydanında arkadaşlarla oturduğumuz sırada fıstıkî yeşil bir Nova geldi yaylana yaylana.

Aha! Direksiyonda Barış Manço… Yanında çoluk çocuğu... Sene 77 miydi, 78 mi, tam hatırlamıyorum. Sıcak bir gündü, hiç unutmam. 

Fakat dondum kaldım. Koşup yanına varamadım. Heyecandan…

“Celal Bayar Museum” tabelasını görüp sapmış olmalı.

Bir süre sonra (herhâlde müzeyi, kütüphaneyi ve evini gezdiler) araba önümüzden öbür tarafa doğru geçti gitti. Geçerken, Barış Manço bize gülümseyerek el salladı. Tebessüm ona ne çok yakışıyordu.

Hayatım boyunca hayıflandığım, üzüldüğüm bir gündür o. “Niye gitmedim, niye çekindim?” diye kendime kızarım. Evet, hâlâ!

Ne yaparsınız, o zamanın 16-17 yaş delikanlıları biraz çekingen olurdu. Hâlbuki o zamanlar Avrupa’dan, hattâ Amerika’dan gelenlere bile rehberlik ederdim. Ederdim de, koskoca Barış Manço’ya “Merhaba” demek kolay mı?

Büyük sanatçılar gençlere örnek olur. Ben de onu uzun saç, bıyık, şarkı söylemek ve giyim tarzı gibi konularda değilse de bir açıdan örnek aldım.

Klasik araba merakı bende de var. Beş arabalık bir koleksiyon sahibiyim. Tek fark, bendekilerin maket olması. Her biri ele sığacak kadar.

Bu da bir şeydir. “Petrol vardı da biz mi içtik?”

Hepimizin sevgili Barış Abisini anlatmak için ne kadar söz sarf etsek, az gelir. Bir türlü sonu gelmez. En iyisi biz yine, Yüce Mevlâ’dan rahmet dileyerek ve “Arigatoo gozaymas” diyerek, son sözü ona bırakalım.

“Sabret, gönül sabret, sakın isyan etme

Bir gün elbet bitecek bu çile, isyan etme

Dört kitaptan başlayalım istersen gel söze

Orda öyle bir isim var ki, kuldan öte kuldan ziyade

Onu düşün, Ona sığın, O senden öte, benden ziyade…”