RIZIK, hak bilmek,
kadir kıymet, bir harf için kırk yıl gibi konulardan bahsedince suratını
ekşiten, dudağını bükenler… Evet, bir yanda bunlar var, ortalıkta sanatçı
sıfatıyla gezinen; bir yanda ise bu hususların altını ısrarla çizen başka biri.
Gerçek sanatçı, Barış Manço…
Selâm
almanın önemine işâret eden, selâm almayanı “yiğit” saymayan... Ona göre güzel
sevmeyene de “adam” denmez.
Altı
üstü beş metrelik bez için, boşa geçen ömrün de bir kıymeti yoktur gözünde.
Der
ki, “Yoksulu bal kaymakla beslemek, garipleri ipek şal ile giydirmek, öksüzü
sarıp sarmalamak, korumak gerekir ve hakkını gözetmek”. Çünkü kimse bu dünyadan
mal ile göçmez.
Önceki
yazıda rahmetli Barış Manço’yu anlatmaya çalışmıştık ama yarısını bile
yazamadan “programın sonuna” gelmiştik. Bugün devam edelim.
“Tuz ekmek hakkı
bilene/ Sofra kurmasan da olur/ Ilık bir tas çorba yeter/ ‘Rızkım buymuş’ der,
içerim
Kadir kıymet
anlayana/ Sandık açmasan da olur/ Kırk yamalı hırka yeter/ ‘İdris biçmiş’ der,
giyerim
Bir çorbayla
karnım doydu/ Hırka bana yorgan oldu/ Bir de kalem tutmayı öğret/ Kırk yıl sana
hizmet ederim
Bana bir harf
öğret yeter/ Kırk yıl sana hizmet ederim
Barış’ım, uzaktan
geldim/ Dört kapı önünde durdum/ Dört kapıdan geçemezsem/ Geldiğim gibi
giderim…”
Bir
milleti millet yapan unsurlar arasında dil, din, örf, âdet, ülkü birliği
sayılıyor. Aynı vatanda yaşamak, ortak bir târihe sahip olmak da var tabiî…
Bütün
bu değerlere ilâve olarak sayılması gereken isimlerden biri de Barış Manço’dur.
Yazının
ana fikri olarak bu cümleyi işaret edebiliriz. Aynı zamanda baba, dayı, teyze,
hala fikrim bu. Kırk yıl önce de aynı düşüncedeydim, hâlâ fikrim bu!
Barış
Manço bizi birbirimize yakınlaştıran, bütünleştiren, unuttuğumuz değerleri
hatırlatan ve onlara dört elle sarılmamızı isteyen sanatçıların başında gelir.
*
Bir
sabah, doğup büyüdüğü mahallenin sokaklarında dolaşır. Çocukluğunu yaşamak
istemiştir. Gördüğü iki katlı evin Nezahat Hanımların mı, yoksa Yekta Beylerin
mi olduğunu hatırlamakta zorlanır.
Boş
arsada top oynadıkları günleri düşünürken, dut ağacının altında Rıza Amcayı
görür. Koşup ellerine sarılır, lâkin Rıza Amca önce tanımaz.
Rıza
Amca son üç sadrazamı ve bütün başvekilleri sırasıyla saydırırmış çocukken.
“Hâlâ
hatırlıyor musun?” diye sorar. “Hiç unutmadım ki” der Barış.
Bütün
evlerin yıkılıp apartmanlar yapılmasından ve bahçelerin yok olmasından
şikâyetçidir Rıza Amca. “Bir tek bu dut ağacı kaldı. Bari bunu kesmesinler”
diye arzusunu belirtir. Televizyona çıktığında söylemesini, o ağacı korumasını
rica eder. Barış da söz verir.
Dut
ağacını böyle anlatır. Şiir hâlindedir bu eseri.
Rıza
Amcaya verdiği sözü tuttu tabiî. Çıktı ekrana, çatır çatır söyledi. Ama
dinleyen kim? Ne dut ağacı kaldı ortada, ne arsa…
İstanbul’u
talan ettiler. Hayatı yalan ettiler. Hesap sorunca da, “Falan filan” ettiler.
Geçmiş
olsun!
*
TRT’de
“Adam Olacak Çocuk” ile minikleri konuk eder, “İkinci Kahvaltı” ile çok saygı
duyduğu büyükleri.
Bir
yastıkta kırk yıl, Süper Babaanne gibi vurguları göz ardı edilemez. Çok sevilen
eserlerinden biri olan Gülpembe, ilk zamanlar sevgiliye yazılmış zannedilirdi.
Sonra öğrendik ki, babaannesi Nimet Hanım içinmiş.
“Sen gülünce
güller açar, Gülpembe/ Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik, Gülpembe/ Sen
gelince bahar gelir, Gülpembe/ Dereler seni çağlar, sevinirdik, Gülpembe
Güz yağmurlarıyla
bir gün göçtün gittin,/ İnanamadık, Gülpembe/ Bizim iller sessiz,/ Bizim iller
sensiz/ Olamadı, Gülpembe/ Dudağımda son bir türkü, Gülpembe/ Hâlâ hep seni
söyler, seni çağırır, Gülpembe/ Gözlerimde son bir bulut, Gülpembe…”
7’den
77’ye programı için senelerce hazırlık yaptığı, yüksek mâkâmlara defalarca
teklif sunduğu bilinir. Nihâyet günün birinde “Haydi bakalım” derler, izin
çıkar.
Yıllarca
devam eden, bugün bile hasretle anılan o programda, yalnızca küçükler ve
büyükler için hazırlanan bölümler yoktu. Bir yandan gezi belgeselleri izliyor,
bir yandan da şarkılar dinliyorduk.
“Dere
Tepe Türkiye” bölümünde ülkemizi geziyor, hoş üslûbuyla bize memleketimizin
güzelliklerini anlatıyordu. Gittiği şehirlerin tabelaları önünde durup, nüfus
kısmına “+1” eklerdi.
“Dönence”
bölümü ise dünya turuydu. 120 ülkeyi gezen Barış Manço, hiç bilmediğimiz, hiç
görmediğimiz, çoğuna da gidemeyeceğimiz ülkelerdeki hayatları, manzaraları,
gelenekleri evimize getiriyordu.
1988-98
arasında önce TRT’de, sonra TGRT ve ATV’de yayınlandı.
*
Uzun
saç, hiç kimseye ondaki kadar yakışmazdı. Bıyıkları da öyle. Kıyafetlerini ve
takıları titizlikle seçerdi. Ne kimseye benzerdi, ne kimse ona. Taklit etmek
isteyenler iyot gibi açıkta kalırdı.
Bir
de jest ve mimiklerini ustalıkla kullanırdı. Şarkı söylerken ve konuşurken,
kulakları duymayanlar da onu anlayabilirdi, dilini bilmeyenler de.
Buna
rağmen dil konusunda hassasiyeti vardı. Gittiği ülkelerin diliyle konuşmayı
severdi. Bilhassa Japonca ve Korecede gayet iyiydi ve her yerde gönüllere
girmeyi başarırdı.
70’li
yıllarda bir Anadolu turnesi sırasında otobüsleri saldırıya uğradı. Dinamitler
patladı. Kimse yaralanmadı ama “saçlarının uzun oluşu yüzünden” saldırı
düzenlendiği yazılıp çizildi.
Sözün
burasında efkâr bastı. Canım kahve çekti. Vakit de geç ama… Olsun dedim, kim
tutar beni.
Üşenmeyip
kalktım az önce… Mehmet Efendi ile Gümülcineli Nihat karışımından bir tatlı
kaşığı alıp fincana koydum. Cezveye de su doldurdum.
Sonra
kendime gülesim geldi. Gülmek gelince tutmak olmaz. Kahveyle suyu fincana
değil, cezveye koymak gerektiğini geç fark edince gülünmez mi?
*
Bir
zamanlar bizim Örovizyon takıntımız vardı. Avrupa müzik yarışması. Katılırız,
sonlarda dolaşırız. Bir türlü yukarılara çıkamayız.
- Anlamıyorlar
bizim müziğimizi.
- Sözlerinden
dolayı öyle…
- Bize gıcık abi
bunlar. Elin gâvuru bize puan verir mi?
- İngilizce
parçalar yapsak nasıl olur?
- Bizim besteciler
biraz kasıyorlar yarışma olunca. Avrupalının hoşuna ne gider diye düşününce,
taklit eserler çıkıyor.
- Şöyle adam gibi
bir beste olmalı ki… Yanlış adamlara sipariş veriyorlar.
Böyle
tahliller yapılırdı ve biz o yarışmayı millî bir mesele gibi görürdük.
Sonraki
yıllarda birincilik alacağımızı tahmin bile edemezdik.
İşte
o dönemde Barış Manço da katıldı bir seferinde. Sene 83’tü. Şarkının adı,
“Kazma”...
Netice?
Ön
elemeyi geçemedi. TRT yetkilileri “Olmaz” dediler. Barış Abimiz ne dedi?
“Benim jürim üç
beş kişi değil, 50 milyon!”
Evet,
o zamanlar nüfusumuz o kadardı. Bugün olduğu gibi, o zaman da Avrupa ile aramız
iyi değildi. Kurdukları birliğe girmek için başvurmuştuk. Aradan neredeyse
çeyrek asır geçmesine rağmen kapıda bekliyorduk. Yunanistan çemkiriyordu yine.
Rahmetli
Özal’ın bir sözünü hiç unutmam. “Hele bir 80 milyon olalım, o zaman görürler.”
Olduk
ve görüyorlar. Gördükçe kuduruyorlar.
Bu
sözü daha önce de söylemiştim. Ne yapalım, hep aynı davranış içindeyseler, bir
defa dedik diye, sonraki kuduruşlarında tekrara düşmemek için söze gem mi
vuralım?
*
TRT
ile sanatçıların arası limonî olurdu çoğunlukla. Barış Manço’nun da bazı
şarkıları denetime takılırdı. Bilmeyenler, onun kayırıldığını bile düşünebilir.
Ki öyle zannedenler az değildi.
Gittiği
pek çok ülkede konserler verirdi. Hele Japonya, Kore her seferinde bağrına
basardı onu. Belçika ise zaten ikinci vatanıydı.
Belçika
konserinden dönüşte (24 Ağustos 1979) Edirne’de kaza geçirdi. Arabasının lâstiği
patlamış ve bir arabaya çarpmıştı. Kazada bel kemiği çatladı. Bir müddet çelik
korse ve boyunlukla dolaştı. O dönem çalışmalarını yavaşlattı.
O
tam anlamıyla bir “Dünya Vatandaşı” idi. Şarkısında da bunu dile getirir:
“Kendimi bildim
bileli yollarda tükettim koskoca bir ömrü
Bir uçtan bir uca
gezdim şu fani dünyayı
Okumuşu, cahili,
yoksulu, zengini hiç farkı yok, hepsi aynı
Sonunda ben de
anladım Hanya’yı Konya’yı
Sanki insanlık
pazara çıkmış, ekmek aslanın ağzında
‘Bir sıcak çorba
içer misin?’ diyen yok
Dört duvarı ören,
çatısını kapatıp içerden kitlemiş kapıyı
‘Bir döşek de sana
serelim, buyur’ diyen yok
Tek bir soru: Hemşerim,
memleket nire?
Bu dünya benim
memleket
Hayır, anlamadın,
hemşerim, esas memleket nire?
Bu dünya benim
memleket
Tövbe, tövbe,
tövbe, tövbe…”
*
Eserleri
arasında seçim yapmak kolay değildir ama dikkat çekmek istediğim bazı
çalışmaların adreslerini belirtmek isterim.
Kayaların
oğlu:
https://www.youtube.com/watch?v=gUsrXi-xprU
Bir
bütün olduklarını düşündüğüm 2023, 2024 ve 2025:
https://www.youtube.com/watch?v=-yTfIi4otY0
Dönence:
https://www.youtube.com/watch?v=77ygz-MC6_8
Enver
Hencan isimli bir Barışsever, 2023, 2024 ve 2025 isimli eserlerin yanına altı
yıl önce şöyle yazmış:
“T.C. müzik
tarihinin en iyi şarkısı 2023 ve ona bağlı 2024’tür. Bu kadar iddialı bir
açıklamanın mutlaka nedenleri de olacaktır. İşte nedenleri: 50 yıl sonra Cumhuriyet’in
100’üncü yılına adanmış olması, her zaman dinlenebilir inanılmaz bir melodi
içermesi, uzunluğu, farklı melodilerin birbirini zincir gibi tamamlayarak tek
bir melodi oluşturması, 40 yıl geçmesine rağmen hâlâ dinlenebilir olması,
senfonik, klasik vb. tüm çağdaş müzik dokularını içermesidir… Herhâlde daha
saymaya gerek yok!”
Haklı…
“Her şarkısı bir hayat dersidir” desek, pek de abartmış sayılmayız. Haydi,
abartı kısmını azaltalım ve “Çoğu şarkısında” diyelim.
Onun
kadar köklere bağlı, aynı zamanda modern, onun kadar hayatı sorgulayan, öğütler
veren ve bunu tatlılıkla, sevgiyle yapan, atasözlerini ve deyimleri ustalıkla
kullanan başka birine rastlayamayız.
Dünden
yarına bir köprüdür Barış Manço. Hem de Koca Sinan’ın köprüleri kadar sağlam
eserler ortaya koymuştur.
Kardeşlik
ve eşitlik üstüne uzun uzun nutuklar çekip de diğerinin deri rengine kafayı
takanları eleştirir. Birileri silahlanıp ölüme koşarken, kalan dul ve yetimin
çâresizliğine dikkat çeker. “Ne olacak onların durumu?” diye sorar. Öksüzleri
kucaklar. Hep beraber anlaşmak ve eldekini paylaşmak gerektiğini söyler ama
bunu da pek duyan olmaz.
Daha
doğrusu, duyan çoktur da uyan yoktur.
Vefat
yıldönümünde Sabah Gazetesinde çıkan bir yazıda Doğukan Manço, babasının beş
dili anadili gibi konuştuğunu ve başka dilleri de bildiğini söylüyordu.
Çok
dil bilmek harika tabiî, ancak öğrenmek mesele. Kimi tembelliğinden, kimi
vaktinin olmadığından, kimi de imkânsızlıktan dolayı kusurludur.
Ancak
bir dil var ki, onu herkes öğrenebilir.
Oğlunun
dediğine göre, Barış Manço’ya en güzel dilin hangisi olduğunu sormuşlar. “Tatlı
dil” demiş. Kim aksini iddia edebilir?
Türkiye’de
“Barış” ismini alan ilk kişi olduğu da söylenir ki bunu da bir kenara not
etmekte fayda var. İnanmayan, nüfus idaresine danışsın.
*
On
yaşla yirmi yaş arasının benim için bir asır gibi geçtiğini belirtmiştim.
Yanlış değil. İnsan 18 yaşına gelene kadar dünya kaç defa dönüyor, fırınlar kaç
defa ekmek çıkarıyor, farkında mısınız?
Unutan
varsa, gençlere sorsun.
Ben
de henüz oraya varmamışken, bir gün köy meydanında arkadaşlarla oturduğumuz
sırada fıstıkî yeşil bir Nova geldi yaylana yaylana.
Aha!
Direksiyonda Barış Manço… Yanında çoluk çocuğu... Sene 77 miydi, 78 mi, tam
hatırlamıyorum. Sıcak bir gündü, hiç unutmam.
Fakat
dondum kaldım. Koşup yanına varamadım. Heyecandan…
“Celal
Bayar Museum” tabelasını görüp sapmış olmalı.
Bir
süre sonra (herhâlde müzeyi, kütüphaneyi ve evini gezdiler) araba önümüzden öbür
tarafa doğru geçti gitti. Geçerken, Barış Manço bize gülümseyerek el salladı. Tebessüm
ona ne çok yakışıyordu.
Hayatım
boyunca hayıflandığım, üzüldüğüm bir gündür o. “Niye gitmedim, niye çekindim?”
diye kendime kızarım. Evet, hâlâ!
Ne
yaparsınız, o zamanın 16-17 yaş delikanlıları biraz çekingen olurdu. Hâlbuki o
zamanlar Avrupa’dan, hattâ Amerika’dan gelenlere bile rehberlik ederdim.
Ederdim de, koskoca Barış Manço’ya “Merhaba” demek kolay mı?
Büyük
sanatçılar gençlere örnek olur. Ben de onu uzun saç, bıyık, şarkı söylemek ve
giyim tarzı gibi konularda değilse de bir açıdan örnek aldım.
Klasik
araba merakı bende de var. Beş arabalık bir koleksiyon sahibiyim. Tek fark,
bendekilerin maket olması. Her biri ele sığacak kadar.
Bu
da bir şeydir. “Petrol vardı da biz mi içtik?”
Hepimizin
sevgili Barış Abisini anlatmak için ne kadar söz sarf etsek, az gelir. Bir
türlü sonu gelmez. En iyisi biz yine, Yüce Mevlâ’dan rahmet dileyerek ve
“Arigatoo gozaymas” diyerek, son sözü ona bırakalım.
“Sabret, gönül
sabret, sakın isyan etme
Bir gün elbet
bitecek bu çile, isyan etme
Dört kitaptan
başlayalım istersen gel söze
Orda öyle bir isim
var ki, kuldan öte kuldan ziyade
Onu düşün, Ona
sığın, O senden öte, benden ziyade…”