Güzel, ne güzel olmuşsun!

Gördün mü, aydınlığı karanlığa tercih ederek güzelliği nerede arayacağımı sınırladım. “Sınırladığımı varsaydım” desek daha doğru olur ve güzelliği arayacağım alanı sınırlamam, diğer ihtimâllerin güzelliğini yok etmez. Gazalî’nin de dediği gibi, “İki şey vardır ki onlar için sınır yoktur; biri cemâl, diğeri ise beyân”…

SON yıllarda teknolojinin gelişmesiyle artan estetik operasyonlar, yerini sağlıklı yaşam metodlarına bırakmaya başladı. O kadar çok yöntem var ki insanlar hangi yöntemi uygulayacağını şaşırıyor.

Açıkçası hanımlar olarak biraz sevinçliyiz; çünkü ideal beden düşüncesine farklı yöntemlerle ulaşılması bile bizi bir parça özgür kılıyor. En azından yöntemimizi kendimiz belirleyebiliyor ve her dönemde değişen beslenme politikalarına fazla taviz vermiyoruz. Ancak bu durum estetik operasyonları azaltmıyor; aksine doğal yöntemlerle paralel uygulamalar geliştirilmesi insanları estetik operasyonlara daha çok teşvik ediyor.

Doğal ve sağlıklı yöntemler ile teknolojik yöntemler arasında sık sık gidip geldiğimiz oluyor. Başka bir deyişle, kusursuzluğa olan özlemimiz ile sonsuzluğa olan özlemimiz uluorta kapışıyor. Aslında onlar hep kapışıyor. Sanırım tam da bu yüzden bazı gerçekleri kabul etmek gerekiyor: Ne kadar sağlıksız olursa olsun, “estetik” olarak tasvir edilen her şey bizde bir şekilde pozitif refleks oluşturduğu için aklımıza ilk olarak güzellik olgusu geliyor ve güzele teşne benliğimizin bazı güzellik tercihleri var.

Peki, güzel nedir? Nerede bulunur? Varoluşsal bir özellik midir? Yoksa kalıtsal mı? Sonradan kazanılır mı? Manavdan satın alabilir miyiz? Güzellik ayva mıdır?

Evet, güzellik ayvadır; ancak hormonlu mu, hormonsuz mu olduğu konusu tartışmalıdır ve bence hormonlu olduğunda, işin içine insan müdahalesi girdiğinden güzelliği bir parça azalır. Faydası da! Hey, faydacı William, beni hatırladın mı?

Öncelikle belirtmek isterim ki, güzel olduğu iddiasıyla reklâmı yapılan, müdahaleye uğrayan, değişim geçiren herhangi bir varlık gerçekten güzel olsa bile -ki buradaki gerçekliğin dahi zâhirî mi, bâtınî mi olduğu tartışmalıdır- güzelliğinden bir parça eksilmiştir. Bu benim yargım, belki de önyargımdır. Ancak bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, yeryüzünde “altın oran” diye bir şey sahiden vardır. O hâlde göze hoş gelen şeylerin bu orana yaklaştığı ölçüde güzel olduğu savını ileri sürebilir miyiz? Gönle hoş gelen şeylerden vazgeçebilir miyiz? İlhan Şeşen’in bir şarkısı var: “Aylar geçti, yıllar geçti, benden geçti, aşkolsun./ Renkler soldu, gün kayboldu, akşam oldu, sen yoksun!” Dur İlhan Bey, nereden çıktın şimdi? Sen ellerinde çiçeklerle kapıda biraz daha bekle, işimiz var ayol! Hem sen de böyle güzelsin be! Acaba senin sesinde de altın tozu mu var? Ondan mı arada çıkardığın hışırtılar?

Altın oran; matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları arasında, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği düşünülen geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır. En çok da sanatta ve mimaride kullanılmıştır. İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci’nin bulduğu sayı dizininin en birincil örneğinin insan vücûdu olduğu ve hattâ Leonardo da Vinci’nin bunu kanıtlayan çalışmasını 1492’de tamamladığı düşünülüyor. Aynı oranın ayçiçekte, insan yüzünde ve Picasso resimlerinde olduğu da anlaşılmış. Piramitler ve Mimar Sinan’ın pek çok eserinin mükemmel görüntüsünün altında da altın oran mucizesinin yattığı defalarca tekrar edildi.

Görüldüğü üzere altın oran mimaride çok etkili; fakat vazgeçilmez değil. Ernst Neufert, Weimar Devlet İnşaat Yüksekokulu’nda verdiği derslerden derlediği kitabının öndeyişinde, “Ebedî olma öğretisinin temeli, gelişimin hizmetçisinin bitmiş tarifler, kutucuklarda hazır bilgelikler, konservelenmiş bilgelikten ziyâde; yapıtaşları elemanlar, köşeler ve bunlarla beraber birleştirmenin, inşâ etmenin, şekil vermenin ve nihâyet uyum yöntemlerini sunmasına dayanır” diyor. Hattâ Nietzsche’den alıntı yaparak, “Ancak kendisini geliştiren benimle ilişkisini sürdürür” savından hareketle, öğrencilerine tinsel tavrı kazandırmayı hedeflemiş. Dolayısıyla yapı tasarımını anlattığı kitabında köşeleri ya da kenarları vermeyi taahhüt ederken gerçek bir öğretmen gibi köşeleri ve kenarları birleştirmeyi öğrencisine bırakacağını ifade ediyor. Çünkü o, doğuştan mimar olan kişilerin kendi dünyasında tasavvur etmek isteyeceği onlarca ideal olduğunu, bu kişilerin renkleri ve malzemeleri kullanarak çaba harcamaya özlem duyduğunu ve inşâ etmenin, kişinin kendisine has bir özelliği olduğunu düşünüyor.

Buradan hareketle, güzellik duygusunun yaratılıştan geldiğini söyleyebiliriz. Zira Ebedî Olan’ın altın oranı sağlayan bir “Âdem” yaratmasından daha doğal ne olabilir ki? Tam burada aklıma bir soru takılıyor: Mısır piramitlerinin de, Mimar Sinan eserlerinin de altın oranı sağladığı tespit edildiği hâlde, neden insanlar birini uzaylıların kondurduğunu düşünüp işin içinden sıyrılırken, bir diğerini muhteşem insan zekâsına atfederek hiç tereddüt etmiyor? Acaba güzellik yaratılıştan geldiği kadar, yaşayıştan etkileniyor olabilir mi? Altın oranı sağladığı hâlde ayçekirdeği sevmeyen biri için ayçiçek ne kadar anlamsızsa, Picasso eserleri hakkında bilgi sahibi olmayan biri için de onun eserleri o kadar anlamsız ve Picasso, nasıl ünlü olduğu anlaşılmayan abuk bir ressamdan ibaret.

Demek ki, güzelliğin kendisi ile güzellik algımız arasında ciddî bir fark var. Demek ki güzel olması için altın oranı yakalaması gerektiğini düşündüğümüz her varlık -canlı yahut cansız olsun-, güzellik anlayışımızla örtüştüğü ölçüde güzel. Yoksa her bakımdan altın oranı tutturan bir insanın sıfatında gördüğüm iblisi nasıl açıklarım?

Her ne kadar insanı hayvandan ayıran temel özelliğinin akletmek olduğu iddia edilse de insanın yaratılıştan gelen tek özelliği düşünmek değil. Güzellik, inanç ve estetik gibi bazı yüksek duygular da doğada insana özgülenmiş durumda. Dolayısıyla güzellik karşısında verdiğimiz tepkiler de kendiliğinden oluşan reflekslerimizle açıklanabilir. Bu yüzden bazen bir çiçek, bazen de günbatımı tarafımızca fotoğraflanıp Instagram’da sergileniyor. İşbu fotoğrafın bir sanat eseri olmadığının elbette hepimiz farkındayız; ancak çiçeğin ya da günbatımının kendisinden kaynaklanan ve sanattan da ileri gelen bu güzellik hissiyatından ve diğer insanlarda oluşturacağı güzel duygulardan şüphemiz yok demek.

Platon, Hegel ve Heidegger, güzelliği ide ile birleştirmiş. İde; kendiliğinden var olan, duyularla değil ruhsal olarak, anımsama yoluyla kavranabilen ya da duyularla yalnızca görüngüleri algılanabilen asıl gerçeklik. İdeyi, dolaylı yoldan güzelliği hakikatle özdeşleştirmişler. Demek gerçek olduğunca güzel, güzel olduğunca gerçek olduğunda estetikten bahsedebiliriz. Buna ilişkin üçünden de onlarca güzel alıntı yapabilirim. Fakat o zaman güzel olmaz. Sıkıcı ve teknik olur. Bir solukta hap gibi yutulabilecek şeyler söylemezsem, beğeni alamam. Bu yüzden daha nokta atışı hareketlerle ilerleyerek herkesi tüketen topluma tüketsin diye çığlıklarımın yalnızca en tiz sesini sunmalıyım ki en azından bir süre daha varolabileyim. Ne dersin?

Zira sözcüklerim kıskanç bir mahlûka maruz kalırsa, “Bu da kendini bir şey zannediyor be!” diyerek gönlümü incitebilir. Peki, bu güzel olur mu? Hemen “Olmaz” deme! Yıkımdan beslenen kimseler için gayet de güzel bir sonuç olur. Çünkü güzellik, aslında fıtrî olduğu kadar ırsîdir; ancak yine de bazı güzelliklerin sonradan öğrenildiğini söylemek mümkün. Güzellik her daim bulunduğu çağdan, kitlesel faaliyetlerden, eğitimden ve hattâ tercihlerden etkilenir. Hattâ bu yüzden zaman zaman gelişirken zaman zaman da körelir. Ancak bizim karanlık tarafla pek de işimiz yok.

Gördün mü, aydınlığı karanlığa tercih ederek güzelliği nerede arayacağımı sınırladım. “Sınırladığımı varsaydım” desek daha doğru olur ve güzelliği arayacağım alanı sınırlamam, diğer ihtimâllerin güzelliğini yok etmez. Gazalî’nin de dediği gibi, “İki şey vardır ki onlar için sınır yoktur; biri cemâl, diğeri ise beyân”…

A! Altın oranı tutturan bir yüzde “Lucifer” görmeme sebep teşkil eden şeyi buldum mu acaba?

-Geldim İlhan Bey geldim. Çiçekler duruyor mu?