Günübirlik İstanbul

İstanbul bir taraftan kat kat tarihe ev sahipliği yaparken, aynı zamanda farklı kültürlerle de şekillenmiş bir şehir. Birbirinden uzak gibi görünen insanları bir arada tutan bu şehirde her şey artık daha da aceleciydi. Her şey dünyanın baş döndürücü hızlı gidişatına ayak uydurmak adına koşar adım gidiyordu…

SABAH saat yedi ve günlerden Çarşamba… Havada tatlı bir serinlik hâkim ve ben arabamla yoldayım. İstanbul’a doğru…

Ankara da benimle birlikte uyanmış. Bir an, “Sabah sabah bu kadar insan sokakta ne yapıyor?” diyesim gelse de sevindim. Çünkü bir yıldan fazla kapalı kalan okullar açıldı. Yanından geçtiğim birçok aracın içinde çocuklar ve gençler vardı. Anlaşılan o ki, pandemi nedeniyle çoğu anne baba, çocuklarını okula kendi götürmeyi tercih etmişti.

Önceleri genellikle okulların açıldığı ilk günlerde özellikle yeni öğrenciler için servis telâşı yaşanırdı. Okulun servislerinden hangisinin ne tarafa gittiği soruşturulur, “Ev ile okul arası kaç kilometre? Kaça götürürsün?” gibi sorular üzerinden anlaşma sağlanırdı. Elhamdülillah, artık bizden oldukça geride kaldı bu telâş.

***

Yoğunluğun içinden geçtim, İstanbul yoluna çıktım. İki yıldan fazla olmuş İstanbul’a gitmeyeli. Bu sefer kendime söz vermiştim, radyoda gündeme dair haber veren hiçbir kanalı açmadım. Yol boyunca dünyada olan bitenle ilgilenmeyecektim. Sadece bol türkülü bir frekanstaydım. Bir süreliğine, hiç değilse İstanbul’a varıncaya kadar Koronavirüsü de arka koltuğa bıraktım. Yan koltuğa alırsam mesafe 1 buçuk metreden daha az olacaktı. Dedim ki, “Sen arabanın yan camlarından ülkeme ve ülkemin insanlarına verdiğin zarara bir bak, belki bir an önce yakamızı da bırakırsın”.

Yanımda bir termos çayım, biraz evde yapmış olduğum pasta börek türünden yol azığım… “İstanbul’a varınca ilk nereden başlasam hasret gidermeye?” diye düşünürken, radyoda Üstad Necip Fazıl’a ait şu dizeler dile gelmeye başladı:

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur…”

Bu şiirle birlikte, zaten yüksek seviyelerde olan İstanbul tutkum tavan yapmıştı. Yaklaşık 4 saatlik bir yolculuktan sonra “çiçeği altın yaldız, suyu telli pullu” memlekete vardım. Fatih Sultan Mehmed Köprüsü’nden geçerken gözlerimle hemen denizin mavi resmini çektim. Bu şehir, insanı mavi düşünmeye sevk ediyor âdeta.

İstanbul, uzun süre ayrı kaldığım dostlarım gibiydi. İlk kavuştuğumda, “‘Sende bir değişiklik mi var? Biraz yorulmuşsun. Saçlarına ak mı düşmüş?’ demedim” desem yalan olur. Yüzündeki gülümsemeyi de kaybetmiş sanki İstanbul. Nedeni belediye seçimlerinde verilip de tutulmayan sözler olmasın?

İstanbul bir taraftan kat kat tarihe ev sahipliği yaparken, aynı zamanda farklı kültürlerle de şekillenmiş bir şehir. Birbirinden uzak gibi görünen insanları bir arada tutan bu şehirde her şey artık daha da aceleciydi. Her şey dünyanın baş döndürücü hızlı gidişatına ayak uydurmak adına koşar adım gidiyordu. Hele bütün yol tabelalarının uzayı işaret ettiği zamanda elbet durmak olmaz.

Uzun zaman ayrı kaldığımız her şehir, uzun zaman kavuşamadığımız sevgililere benzer. İlk kavuşmada dokunmaya kıyamazsın, doyamazsın bakmalara.

İşlerimi yoluna koymak üzere ilerlerken Beyoğlu’na geldiğim sırada, tam karşımda bütün görkemiyle Taksim Camiî duruyordu. Türkiye tarihinde ilk kez ciddî mânâda Adnan Menderes döneminde ele alınan Taksim Camiî, yapımı birçok kez sekteye uğramış olsa da 28 Mayıs 2021 günü ibadete açıldı. İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanı’na açıldığı yerde bulunan bu caminin, biri 30 metre yükseklikte olmak üzere 12 kubbesi var ve aynı anda 2 bin 250 kişi namaz kılabiliyor. Görmek istediğim yerlerden biriydi.

Sonrasında sade bir Türk kahvesi molası için Pierre Loti tepesine çıktım. Yazar Pierre Loti de hayranmış İstanbul’a. Tıpkı birçoğumuz gibi...

Burada kahvemi yudumlarken Haliç’i, (Golden Horn: Altın Boynuz) seyreylemeyi ve ne yazsam diye düşünmeyi seviyorum.

Pierre Loti tepesini anlamlı kılanlardan biri de Necip Fazıl’ın burada bulunan mezarı. Mezarının başındaki yalın, gösterişten uzak fakat bir o kadar da derin anlamlar barındıran dikili taşa bakıp da “Burası büyük üstadın mezarı olamaz” demeyin. Mezar taşında ismi yazmıyor. İsmi, aile mezarının dış tarafına çevrilen demir trabzanın hemen altında, ince ve narin bir el yazısıyla yazılmış. Zaten büyük üstad hayattayken söylemiş gerekenleri.

Pierre Loti’den sonra, şöyle sahile inip biraz daha vakit geçirerek deniz kokusu almak isterken gün bitiverdi tabiî. Hem iş, hem gezi aynı gün olunca böyle…

Saat akşamın dokuzu oldu ve ben yeniden Ankara’ya doğru yola koyuldum. Çıkışta Google efendi beni yanılttı. Bir saat daha kısa gösterdiği yola gireyim derken kendimi eski İstanbul-Ankara yolunda buldum. Neyse, sonra ilk çıkıştan otoyola geçtim. Önce neden bu yolu daha kısa gösterdiğini anlayamamıştım. Tâ ki Adapazarı biraz geçinceye kadar… Burada baş gösteren trafik tıkanıklığının nedenini önce kazaya verdim. Navigasyona göre önce 13 dakika görünen kırmızılık, her 13’üncü dakikaya geldiğinde dört kez başa döndü. Bu yüzden anlamakta zorlanmaya başlamıştım ben de. Sosyal medyada durumu kontrol ettim, orada da bir bilgiye ulaşamadım. Sonra yanımdaki araçtaki beyefendiye tıkanıklığın nedenini sordum ki aldığım cevap aynen şöyleydi: “Yol çalışması var, yaklaşık bir aydır bu şekilde…”

Evet, çok şeritli yol çalışma nedeniyleymiş bu çile meğer!

Haydi benim acelem yoktu, ya yetişmesi gereken işi olanlar ne yaptılar, bilemem. Tek bildiğim, böyle durumlarda -her ânımızı, her yaptığımızı sergilediğimiz- sosyal medya, bu ve benzeri durumlar için tam bilgilendirme mecraları. Ya da önce trafiği rahatlatacak bir alternatif yol yapılıp sonrasında bu iş yapılsa daha yerinde olurdu. O gün 4 saat sürmesi gereken yol 6 saate çıktığı için, eve ancak sabaha karşı 3’te gelebildim.

Bu da geçti, sağlık olsun…