
İNSAN, takvime bağlı yaşayamayan
belki tek varlık; insanın bu hali, şüphesiz onun tek boyutlu ve doğrusal bir dünyası
olmadığına ve maddi-manevi kodlarında bulunan niteliklerin çokluğuna dayanır. Söz
konusu niteliklerin/kabiliyetlerin hayatın içindeki tezahürü ve tekabülünün zenginliği/çeşitliliği
bu noktada önem arz eder. Daha açık bir bölümlenme ile söz konusu bu durumu “olumluya
denk düşen yaşantılar” ile “olumsuza işaret eden hayal kırıklıkları” olarak iki
farklı ve genel alana indirgeyerek de değerlendirebiliriz.
Bitkiler,
ağaçlar, çiçekler ve diğer canlılar, vakit çağırdığında bulur endamını. Gözümüz
ise bu endama ve ahenge en net çizgilerle mevsimler yoluyla şahitlik eder. Söz
konusu bu durum bazen çok sesli tezahür ederken, bazen de adımlar halinde ve
sürprizlerle yaşadığımız mekânı değiştirir, güzelleştirir. Böylece doğa, döngüye
dayanan ve devingen bir seremoniyi ortaya koyan bir tablo sunar bize. Peki insan?
Onun,
yaşadığımız dünya içindeki konumu/durumu, daha doğrusu onun düzeni/ahengi dış
dünyadan çok daha girift suretleri ve süreçleri içerir. Bu hal üzere insanın anlaşılması
ve gözlemlenmesi de içinde bulunduğu duruma nispetle doğal olarak güç bir
hadiseye dönüşür. Nimet ve imkân olarak istifadesine sunulan dış dünya ile
etkileşimi ve iletişimi -her boyutuyla- devam ederken, diğer canlılardan
ayrılan özellikleri ile insan, içinde bulunduğu her mekânı değiştirme, müdahil
olduğu her olay ile dünyayı şekillendirme sürecinin toplamında –cüz’i iradesi
oranında- edilgen olduğundan daha fazla etkin bir konumdadır.
İnsanın
–özellikle etkin olduğu alanlarda- takvim ile mücadelesinin kadim bir
çizgisinin varlığından bahsedebiliriz. Onun takvim ile mücadelesinin temeline indiğimizde,
her biri evvela zaman, sonra da birbiriyle ilintili birçok mücadele içinde
insanın “kendisi”, “insan” ve “dünya” ile arasındaki mücadelesi kapsamında üç genel
başlık karşılar bizi.
İnsanın
kendi ile mücadelesi... Yolcusu olduğu hayat hızla yol alırken, insanın
hayattan maddi ve manevi olarak –azami- istifadesi bağlamında hayatın -tabiri
caizse- asıl senaryosuna ait kareleri de kaçırmaması icap ediyor. Ancak kendini
tanıma/keşfetme süreci hayat ile beraber devam ederken söz konusu kareleri yakalamak
da elbette kolay değil. Bu ikilem, kendine yönelik ideal bakış açısını bulma
gayreti ile hayatın akıcılığı arasındaki mücadele olarak ömür boyu uzar gider.
İnsanın
dünya ile mücadelesi… Dünyayı tanıma/keşfetme süreci, hayatın her yolcusu için
kaçınılmaz yazgının bir tecellisi olarak devam eder. Bir yandan doğru karenin
içinde kendine yer edinme endişesi güden insanoğlu, diğer yandan kurtardığı
mevzileri savunma gayreti içine girer. Bu durumda ise kendi dünyasıyla dış
dünya arasındaki bir mücadelenin tanımını ortaya koymuş olur.
İnsanın
insan ile mücadelesi… Yolculuk devam ediyor. Yolu tanıma/keşfetme kapsamında kendini
bulamayan insanın çile durakları arasındaki mesafe de -gerek yoldan
sapıldığından, gerekse kendini bulma geciktiğinden- doğal olarak gittikçe yakınlaşır.
“Buldum” sesine hasretliğin arttığı bu noktada bir de “harami” diyebileceğimiz
insan engeli ortaya çıkar. Bu noktada engelin insan olması, farklı karakterlerde
mücadele anlayışlarının belirginleşmesini de beraberinde getirir.
Yazın
sarısı, sonbaharın ateşini tutuşturdu. Vakit, yazın serencamını işaret ediyor.
Sobanın etrafına üşüşme zamanına ise daha var. Ancak yazın kaçtığımız güneş
için –sonbaharda ısınmak amacı ile- bahçenin ortasına kümelendiğimiz vakitlerde
tanıştığımız ve kulağımızda yer etmiş eskilerin bir cümlesi kolayca yakalıyor
bizi: “Güneşin hükmü kalmadı!”
İdeal bir çizginin takvimle mücadelesinin hayatın denge çubuğuyla ahengini bulduğu yerde doğacak bir “yaşam güneşi”nin batışı da kolay olmayacaktır. O halde ömrün nihayete ermesiyle ancak hükmünü yitirecek bir güneşin doğması için olmalı bütün gayretler. Bir güneşin doğması için tutulmalı bütün dilekler!