
DÜNYA basınındaki haber şöyleydi: “Galler Prensi Charles, muhteşem bir törenle taç giydi.”
Kraliçe İkinci Elizabeth’in 8 Eylül 2022’de ölümüyle Galler Prensi Charles’e taht yolu görünmüştü. Taç giyme töreni 6 Mayıs 2023’te gerçekleşti. 100 milyon sterlin maliyetli görkemli bir törenle Canterbury Başpiskoposu, tacı Charles’in başına takarak “Kral” unvanını başlatmış oluyordu.
Törende kullanılan mesh yağı, Beytüllahim dışındaki Zeytindağı’nda hasat edilen zeytinlerden elde ediliyor; Patrik Üçüncü Theophilos ile Kudüs’teki Anglikan Başpiskoposu Hasam, bu yağı kutsamış olacaklar.
Törende birçok devlet adamının yanında yabancı kraliyet aileleri de vardı. Monako Prensi İkinci Albert ve eşi Prenses Charlene, İspanya Kralı Altıncı Felipe ve eşi Kraliçe Letizia, Japonya Veliaht Prensi Akişino ve eşi Prenses Kiko, İsveç Kralı Carl Onaltıncı Gustaf. Belçika Kralı Philippe, Danimarka Kraliçesi İkinci Margrethe, Hollanda Kralı Willem Alexander, Norveç Kralı Beşinci Harold, Lüksemburg Dükü Henri ve sair kraliyet aileleri de tebriklerini ilettiler.
Bütün bunları niçin anlatıyoruz? Bizdeki ilerici (!) ve çağdaş (!) yazar, akademisyen ve sanatçı aydınlar (!) üzülmesinler diye… Hani sık sık yazılarında, TV sohbetlerinde, geri kalışımızdan dem vuruyor, çağdaş olamayışımıza hayıflanıyorlardı ya, baksınlar; Avrupa’da hâlâ kral ve kraliçeler, kontlar, lordlar, kontesler, cirit atıyor. Hâlâ kral ve kraliçelerin önünde reveranslar yapılıyor. Bu çağda, bu medenî dünyada olacak iş mi bu? Hem de Avrupa milletlerinde!
Bize baksınlar da medenî nasıl olunurmuş, öğrensinler. Kurtuluş Harbi’nde Yunan’ı yenip zafer kazandıktan sonra son hükümdar Vahideddin Efendi’yi sopayla kovaladık. Dostumuz İngilizler alıp götürdüler de elimizden zor kurtuldu. Osmanlı Ailesini kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk çocuk demeden alelacele tren kompartımanlarına doldurup dışarıya postaladık. Şahsî eşyalarını dahi almalarına müsaade edilmedi. Yurt dışında geçimlerini sağlamak için kimi garsonluk yaptı, kimi hizmetçilik. Sultan Vahideddin, ailesini yaşatmak için boğazına kadar borçlanmak durumunda kaldı. Vefat ettiğinde alacaklıları, tabutuna haciz koydurdular.
Bu Vahideddin Efendi de çok saf adam doğrusu; yurt dışına çıkarılırken yanındaki mücevheratı, kıymetli eşyayı tutanak tutturarak devlet erkânına teslim etti. İnsan birkaç elması yan cebine atar da dışarıda rahat eder. Osmanlı Ailesi hep böyle saf insanlardan müteşekkil. Sultan Abdülhamid Han da hal edilip Yıldız Sarayı’ndan tard edilirken aynı şekilde davranmıştı. Onu deviren İttihatçı paşalar ve subaylar Yıldız Sarayı’nı öyle bir yağmaladılar ki ortalık tam takır oldu. Abdülhamid Han’ı isyancılardan kurtarmak için Selânik’ten yola revan olduklarını söylemişlerdi İttihatçılar; isyancılardan değil ama dünya malından kurtarmak için hareket etmişler meğer. Sloganları da “Hürriyet, adalet, musavvat” idi. Bu nasıl musavvat (eşitlik)? Yıldız Sarayı üst rütbeliler tarafından öyle bir şiddetli yağmalandı ki alt rütbelilere zırnık kalmadı.
Şekil-1: Birleşik Krallık haritası…
***
Birleşik Krallık
Birleşik Krallık; İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda olarak dört ülkeden meydana gelir (Şekil-1). Tamamı ada olan krallığın toplam alanı 242 bin 500 kilometrekaredir.
Britanya Krallığı, 1800 tarihli “Birlik Yasaları”nın tatbikiyle 1801 yılında İrlanda Krallığı ile birleşerek “Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı” adını, kısaca söylenirse “Birleşik Krallık” adını aldı.
“Britanya İmparatorluğu” da denen krallık, 19’uncu yüzyılda dünyanın süper gücü durumundaydı. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde yeryüzünün yaklaşık dörtte biri, dünya nüfusununsa üçte biri bu krallığın hâkimiyeti altındaydı.
Şekil-2: Britanya deniz aşırı sömürgeleri…
***
Birinci Britanya Sömürü İmparatorluğu (1583-1783)
1578 yılında Birinci Elizabeth’in deniz aşırı ülkelere keşif izni vermesiyle İngiliz sömürge tarihi başlıyordu. Kuzey Amerika kıtasında on üç koloni oluşturulacaktı. İlk zamanda yerlilerle mücadele edildi. Sonraları sinsi İngiliz siyasetiyle bazı yerli kabileleriyle anlaşma yapılacak, yerliler kabileler arası çatışmaya sevk edilecekti. Ağır bedeller sonucu uyanan yerliler arasında, “Suda iki balığı kavga ediyor görürseniz, bilin ki oradan uzun bacaklı (İngiliz) geçmiştir” atasözü meşhur olacaktı.
Kuzey Amerika ve Karayiplerdeki adaların sömürülmesinde kurdurulan özel şirketler rol oynar. Bunların en tanınmışı, “Est India Company” adlı şirkettir.
1660’da Kral Charles, Karayiplerdeki köle ticaretinin “Royal African Company” adlı şirketin tekelinde olmasını tanıdı. Köle ticareti İngiltere’nin, bilhassa Bristol ve Liverpool şehirlerinin başlıca geçim kaynağı oldu. Bu ticareti sağlamak için Batı Afrika açıklarındaki James, Sain Helena, Akra ve Bunce adaları kolonileştirildi ve tahkimat yapıldı. 1807 yılında köleliğin kaldırılmasına kadar geçen dönem içinde Afrika’dan Amerika’ya götürülen köle sayısı 3 buçuk milyonu buluyordu.
Gemilerle taşımadaki gıda ve sağlık yetersizliğinin yanında işkence baskısı altında kalma nedeniyle gemilerde yedide bir oranında ölüm söz konusu olmuştur. Bu da yarım milyondan fazla insanın suçsuz yere yolda telef olması demektir. Karaya ayak basan Afrikalıları ise boğaz tokluğuna zor şartlar altında köle olarak çalışma zorunluluğu bekliyordur.
Asya’da devam etmekte olan baharat ticaretini Portekiz ve Hollanda’ya kaptırmak istemeyen İngiltere, “Est India Company” adlı şirketini devreye sokarak ilk kalıcı ticaret merkezini Cava’daki Baten’de kurdu. Hollanda ile çatışmalara varan rekabet, iki devlet arasında yapılan anlaşmalarla düzenlenmişti. Doğu Hint adalarındaki baharat ticareti Hollandalılara, Hindistan’daki tekstil endüstrisi ise İngilizlere kalacaktı.
İngiltere ile Hollanda arasında 1688’de varılan anlaşmayla oluşan ittifak, Fransa ve İspanya birleşmesine karşı çatışmaları beraberinde getirdi. Dokuz yıl süren savaş sonucu Fransa, İspanya üzerindeki haklarından vazgeçti. İngiltere İspanya’dan Cebelitarık ve Minorka’yı aldı. Cebelitarık’ın ele geçirilmesi, Atlas Okyanusu ve Akdeniz arasındaki ticaretin kontrolüyle İngiltere’ye büyük bir avantaj sağladı. İspanya, Amerika’daki kolonilerine köle satma hakkını İngiltere’ye devretti.
“Dokuz Yıl Savaşları” sonucu Fransa ve İspanya geriliyor, İngiltere dünyanın en büyük sömürü gücü hâlini alıyordu. East India Company’nin Güney Asya üzerindeki istila yayılmacılığı, Hindistan’ı İngiltere’ye bağlı bir koloni yapacaktı. “Kraliyetin mücevheri” olarak kodlanan Hindistan, Krallığın sömürü gücünün en büyük kaynağı olacaktı. 1756 yılında taraflar arasında tekrar başlayan Yedi Yıl Savaşları’nda Fransa kontrolündeki Dominika, Grenada, Saint Vincent ve Tabago ile İspanya elindeki Florida, Britanya’nın hâkimiyetine girdi. Yedi Yıl Savaşları’nda Fransızların yenilgisi, İngiltere’nin denizlerdeki büyük gücünün göstergesiydi.
Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya göç edenlerin yerleşimiyle gelişen koloniler zamanla İngiliz sömürüsüne karşı başkaldırdılar. 1776 yılında bir araya gelerek “Amerika Birleşik Devletleri” adıyla bağımsızlıklarını ilân ettiler. Fransa’nın yardımlarıyla 1781 yılında “Yorkton Kuşatması” ile elde edilen zafer, 1783’te Britanya’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığını tanımasına yol açtı.
Amerika’daki karışıklıklarda sayıları yüz bine varan kraliyet yanlısı, kuzeye yani Kanada’ya göç etti. Burada yeni koloniler kuruldu. Daha önce yerleşmiş olan Fransızlarla Britanyalılar arasında gerginlikler baş gösterdi. İki sömürgeci devlet anlaşarak, Fransızca konuşulan “Aşağı Kanada” ile İngilizce konuşan “Yukarı Kanada” olarak pastayı pay ettiler.
Şekil-3: İngiliz “All Red Line” iletişim hattı…
***
İkinci Britanya Sömürü İmparatorluğu (1783-1815)
Amerika’daki 13 kolonisini kaybeden İngilizler, “sömürme ihtiyaçları” için yeni topraklar bulmalıydılar. Gözler Asya, Büyük Okyanus ve Afrika kıtasına çevrildi (Şekil-2). Amerika’nın kolonileşmesinde Britanya’dan getirilen suçlular kullanılıyordu. 1718 senesinden itibaren, çeşitli suçlardan mahkûm olmuş ortalama her yıl bin hükümlü Amerika’ya yollanmaktaydı. Amerika kaybedilince seçilen yer Avustralya olacaktı. 1770 yılında Büyük Okyanus’un güneyinde keşfe çıkan James Cook, Avustralya’ nın doğu kıyılarına ulaşmıştı. Bakir toprakların Britanyalılara ait olduğunu ilân etti.
1787 yılında İngiltere’den yola çıkan ilk mahkûm kafilesi bir sene sonra karaya ayak bastı. 1840 yılına kadar mahkûmların yollanmasına devam edildi. Avustralya’nın yanı sıra Yeni Zelanda da istilaya uğrayacaktı. 1839 yılında “New Zealand Company” adlı şirket arazileri çevirip satmaya başlamıştı bile. Avustralya’da kurulan kolonilerde, özellikle Victoria’da altın çıkması istilacıların iştahını arttıracaktı. Yün ve altın ihracıyla İngilizler büyük kârlar elde ettiler.
Şekil-4: 1947 yılı bölünmesinden önceki Hindistan…
***
Üçüncü Sömürü Devri (1815-1918)
1815-1918 yılları arasındaki üçüncü dönem, “Britanya’nın İmparatorluk Yüzyılı” olarak adlandırılmaktadır. Bu devirde yeryüzünün 26 milyon kilometrekare alan içinde ortalama 400 milyon nüfus, imparatorluğun eli altındaydı. Fransa ve Hollanda’yı dize getiren İngiltere, denizlerin tek hâkimiydi. “Pax Britannica” olarak adlandırılan küresel bir güç olarak dünyanın polisi görevini üstlenmişti. Stratejik noktaları tuttuğundan, dünya ticaretinin tek hâkimiydi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra bu üstünlüğünü süper güç olma yolunda ilerleyen ABD’ye devretmek zorunda kalacaktı.
İmparatorluk yüzyılında İngiltere’yi zirveye taşıyan iki önemli özelliği şudur: 19’uncu yüzyılda gelişen Sanayi Devrimi’nde buharlı gemilerle donanmasını güçlendirmesi ve iletişimde çığır açan telgrafın icadı…
İmparatorluk hâkimiyetindeki Kuzey Amerika, Güney Afrika, Hindistan ve Avustralya olmak üzere deniz aşırı kolonileri de birbirine bağlayan hat, “All Red Line” olarak anılacaktır. 1858’de başlanıp 1911 yılında tamamlanan hat, 2 milyon paunda mâl oldu. Dünya siyasetini yönlendirmede büyük etkisi vardı (Şekil-3).
ABD’nin bağımsızlığını ilân etmesiyle Amerika’daki nüfusu azalan İngiltere, Orta Asya ile Afrika’daki faaliyetlerine hız verdi. Asya’daki sömürü çalışmaları “East India Company” vasıtasıyla yürütülüyordu. 1799’da Napolyon’un Mısır’dan çıkarılması, 1811’de Cava’nın Hollanda’dan alınmasını 1819’da Singapur, 1824’te Malakka ve 1826’da da Burma’nın ele geçirilmesi takip etti.
Kraliyet mücevheri Hindistan’ı merkez edinen East India Şirketi, burada imâl ettiği afyonu Çin’le ihraç ederek büyük kazanç sağlıyordu. Afyon ticareti hem gelir getiriyor, hem de dünyanın en kalabalık milleti olan Çinlileri uyuşturarak dizginliyordu. Çin’in son imparatorluk hanedanı olan Çing Hanedanı (1644-1911), afyon ticaretini yasakladı ve 1839’da Çinli görevliler, güneydeki kantonda 20 bin sandık afyona el koydular. Tahmin edileceği gibi bu, İngilizlerin hiç işine gelmedi ve Çin’e saldırarak Birinci Afyon Savaşı’nı başlattı. Bu savaşla İngilizler önemli bir ticaret merkezi olan Hong Kong adasını aldılar.
19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gerilemesine karşılık Rusya’nın güçlenmesi İngilizleri tedirgin ediyordu. Rusların Hindistan’da gözü olduğunu sezen İngilizler, Afganistan’ı işgal ederek önlerini kapamak istediler. Birinci İngiliz-Afgan Savaşı (1839-1842) başladı. Kahraman Afgan halkı karşısında mağlûp oldu İngilizler. (Bu savaş, İngilizlerin de yenilebileceğini göstermesi bakımından önem taşımaktadır. İşgalci ve sömürgeci İngiltere, Rusya ve ABD’ye direnerek memleketinden kovan kahraman ve mücahit Afganları takdir eder, başarılarının devamını Allah-u Teâlâ’dan niyaz ederiz.)
Orta Asya’da umduğunu bulamayan Britanya İmparatorluğu, Afrika kıtasına yönelecekti. Mısır’dan Fransızları çıkartarak himayelerine almışlardı. Orta Afrika’daki Fransa, Belçika ve Portekiz yayılmacılığına dâhil olan İngilizler, 1885 yılında Sudan’ı işgal edeceklerdi. Mısırlı kuvvetlerle birlikte hareket eden İngilizler, kendini “Mehdi” ilân eden Muhammet Ahmet’in şiddetli direnişiyle karşılaştı. 1881-1899 yılları arasında devam eden savaş, Şeyh Ahmet’in vefatından sonra yerine geçen vekilin tecrübesizliği nedeniyle başarısızlığa uğradı.
Hollanda, 1652’den itibaren Güney Afrika’ya çıkarma yaparak “Cape Kolonisi”ni kurmuştu. Daha sonraları birçok Hollandalı göçmen buraya yerleşti. Yerli halkla kaynaşarak Felemenkçe konuşan “Afrikaner” halkını oluşturdular. 1707’de Afrikanerler, Hollanda’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmak girişiminde bulundular. Güney Afrika, zamanla Zencileri köle olarak kullanan Protestan Beyazların hâkim olduğu bir memleket hâlini aldı. Britanya İmparatorluğu’nun 1800’den itibaren buraya olan müdahalesi, yeni göçmenler yerleştirmesi, 1815 Viyana Kongresi ile Güney Afrika’nın bir İngiliz kolonisi olmasıyla sonuçlandı. Afrikanerler İngiliz hâkimiyetini tanımadılar. 1840 yılına kadar mücadele devam etti. İngilizlere mağlûp olarak daha kuzeye, Afrika içlerine çekilmek zorunda kaldılar.
“Britanya İmparatorluğu” da denen krallık, 19’uncu yüzyılda dünyanın süper gücü durumundaydı. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde yeryüzünün yaklaşık dörtte biri, dünya nüfusununsa üçte biri bu krallığın hâkimiyeti altındaydı.
Dördüncü Sömürü Devri (1918-...)
İngiltere’nin, Almanya’nın Afrika’daki kolonileri ile Alman Yeni Ginesi ve Samoa gibi denizaşırı kolonilerini ele geçirmesi, iki ülke arasındaki siyasi gerginliği arttırıyordu. Aynı zamanda Alman endüstriyel gelişiminin yanında askerî gücünün artışı, İmparatorluk tarafından endişeyle takip ediliyordu. Yanına müttefikler aradı; 1904’te Fransa ve 1907’de de Rusya ile ittifak yaptı. Osmanlı Devleti de bu ittifaka katılmak istiyordu fakat İngiltere razı değildi. Osmanlı’yı parçalamak, Ortadoğu’daki petrol rezervlerine konmak istiyordu. Abdülhamid Han zamanında, İngiliz araştırma heyeti, güya arkeoloji araştırmaları yapmak bahanesiyle dolaşmışlardı bölgeyi. Son derece zeki olan Abdülhamid Han, araştırma kafilesindeki işçilerin arasına istihbaratçıları yerleştirmişti. Bilgiler Londra’ya gitmeden kendisine ulaşmıştı bile. Şahsî parasıyla petrol rezervi arazilerini satın aldı. İngilizler için tek çare vardı, o da Abdülhamid Han’ı düşürmek. İleride ona da muvaffak olacaklardı.
19 Temmuz 1909 tarihinde İstanbul’da kurulan Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti, donanmamızı kuvvetlendirmek için vatan sathında yardım kampanyası düzenlemiştir. Toplanan paralarla Almanya ve Fransa’dan muhtelif tonajda gemiler satın alınmıştır. 1911 yılında ise İngiltere’ye “Sultan Osman”, “Reşadiye” ve “Fatih” adları verilen üç kruvazör sipariş edilmiştir. İhale bedeli 12 milyon İngiliz altınıdır.
Nisan 1914’te tamamlanan gemileri teslim almak için Rauf (Orbay) Bey’le Vasıf Bey, mürettebatla birlikte İngiltere’ye gittiler. İngilizler önce gemilerin son taksitini ödettikten sonra Avrupa’daki siyâsî gerilimi bahane ederek gemileri vermediler. Mevzu ile alâkalı olarak devrin başbakanı Rauf Orbay Bey, hatıratında, “Dünya Savaşı başlarında, henüz bizim harbe girmediğimiz günlerde inşâları tamamlanıp bedelleri tamamen ödenmiş olduğu hâlde İngilizlerin el koymuş oldukları Sultan Osman, Reşadiye ve Fatih dretnotlarımızın 12 milyon İngiliz altını tutan bedellerinin geri verilmesi vardı. Bu, İngilizlerin sarih bir borcu idi ve bu da Karaağaç’a karşılık verilmek istenmiyordu. Murahhas heyetimiz başkanı (İsmet İnönü), Karaağaç’ı gözünde büyüterek, tamirattan, tazminattan ve bu alacaktan da vazgeçilmesi taraftarı idi. Hatta sonunda, ‘Vazgeçtim, Karaağaç’a karşılık terk ettim’ dedi” demektedir.
Hatırattan anlaşılacağı üzere, Lozan müzakeresinde, Yunan’ın Ege’den defolup giderken yakıp yıktığı, talan ettiği işlerin tazminatı istenirken, İngilizlerin de geri vermedikleri 12 milyon altın gündeme geldi. Yunan tarafı malî durumlarının bozuk olduğunu mazeret ediyor, İngilizler de parayı iade etmek istemeyip her iki talebimize karşılık sınırda bir köy olan Karaağaç’ı vermeyi yeterli görüyorlardı. Heyet Başkanı İnönü, Başbakan Rauf Bey’İn ısrarına rağmen müzakereyi sürdürmeyip İngiltere’nin teklifini kabul etmişti. Üstüne üstlük “Osmanlı’nın borcu” diye üstümüze malî yük yüklenmişti.
Lozan Antlaşması’nın İkinci Büyük Millet Meclisi’nde yapılan müzakeresinde itirazlar oldu. İzmir Mebusu Necati Bey kürsüde feveran ediyordu: “Uğradığımız haksızlık karşısında hayret ve dehşetler içinde kaldım. Osmanlı İmparatorluğu’nun dörtte üçü elimizden gitti. Buna rağmen 173 milyon altının bizim omzumuza yüklenmesi ne demektir? Bu müthiş bedel nasıl kabul edilir? Efendiler! Bir insan, babasının malını bile ihsan ederken biraz teemmül (düşünür) eder. Efendiler! Bu muahedenin (anlaşmanın) 58’inci maddesiyle 1914 senesinde harp gemilerine mukabil terk edilen parayı bağışlamış bulunuyoruz. Bu para kimin parasıdır? Bu para, Türk milletinin parasıdır. Türk kadınının, Türk çocuklarının gerdanından kopardığı elmasların parasıdır. Denizlerde gezdireceğimiz donanmamızın parasıdır. Bunu ne hakla terk ediyoruz? İnsaniyete ders vermek isteyen bir hükümet nasıl bu parayı alır da cebine koyabilir?”
Anlaşmanın bu maddeleri İkinci Meclis’te infiale sebep olmuş, fakat İsmet Bey’in Lozan’daki bonkörlüğü (cömertliği) neticeyi değiştirmemiştir. İnönü’nün yurda dönüşünde Başbakan Rauf Bey istifa edecektir. Bizi derinden etkileyen husus, İngilizlerin gemileri vermeye niyetleri olmadığı hâlde son taksitini ödetmeleridir. Madem vermeyeceksiniz, neden kalan miktarı alıyorsunuz, a edepsizler! Bu düpedüz milletimizle alay etmektir. Şahsına münhasır bir karakterin tezahürüdür. Bu ırkın Amerika’daki kırmaları da, bedelini ödediğimiz hâlde F-35 uçakları bize vermediler. Parayı iade etmeye de yanaşmıyorlar.
Ey Anadolu vatanının öz evlâdı, tarihini tetkik ve de not et! Yeri ve zamanı geldiğinde hakkı tatbik et. Eğer bilmez veya sessiz kalırsan yahut dersen, ne olur bil ki, rahmetli bakanımızın dediği gibi, “Sen eğilirsen, sırtına binen çok olur”.
İngilizler sadece kötü davranmakla kalmıyor, sakat bırakacak nitelikte şiddete başvuruyor, bazen de Türk esirlerini öldürüyorlardı. Esirler serbest kaldığında kendileriyle tekrar savaşabileceğini düşündüklerinden, fırsat varken saf dışı bırakılmalıydılar adeta…
İngilizlerin Türk askerlerine kötü davranışı
Filistin cephesindeki beklenmeyen bozgun, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbi’ni mağlûp olarak kapamasına neden oldu. 1911 Trablusgarp, 1912-1913 Balkan Savaşları ve Dünya Savaşı boyunca çok sayıda asker şehit oldu. Birçoğu düşmana esir düşerek çok zor şartlarda hayata tutunmak zorunda kalacaktı. Esirlerin çoğu İngilizlerin eli altındaydı. Bunların savaş hukuku dışında muameleye tâbi tutulduğunu gösteren, Vedat Tüfekçi’nin “İngilizlere Esir Düşen Türk Askerleri” adlı bir doktora tezi de mevcuttur. Çalışmanın “Giriş” bölümünde, “Dünya Savaşı (1914-1918) boyunca pek çok cephede verilen şehit, yaralı ve kayıplar dışında 200 binden fazla Türk esirinin varlığı bilinmektedir. Osmanlı’nın savaşta en çok esir verdiği ülke ise İngiltere’dir” deniliyor. Esir Osmanlı askerlerine karşı tatbik edilen kötü muamele hukuk ihlâlleri içinse şu tespit yapılıyor: “İngilizler esir aldıkları Türk askerlerinin tedavileriyle yeterince ilgilenmedikleri gibi askerleri cepheye yakın yerlerde çalıştırmaktaydılar. Kampa kadar geçen dönemde esirlerin yiyecek ve diğer ihtiyaçları karşılanmamış ve esirlere bu süreçte çok kötü davranılmıştır. Esirlerin kamplara sevk edilişi, askerlere bir başka eziyet etmek şekli olmuştu. Esirlere nakil için uzun yollar yürütülmüş, araç tahsis edilmemişti. Bazı yerlerde kullanılan tren gibi araçları aşırı kalabalık olmalarının yanı sıra havasız ve hatta hayvanların bile yaşayamayacağı kadar pisti. Kamplara yerleştirilen esirlerin daha sonra verileceği söylenerek tüm para ve eşyalarına el konulmuştur.” (Vedat Tüfekçi, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere Esir Düşen Türk Askerleri, sahife 44, Doktora Tezi, İstanbul-2019.)
İngilizler sadece kötü davranmakla kalmıyor, sakat bırakacak nitelikte şiddete başvuruyor, bazen de Türk esirlerini öldürüyorlardı. Esirler serbest kaldığında kendileriyle tekrar savaşabileceğini düşündüklerinden, fırsat varken saf dışı bırakılmalıydılar adeta: “İngilizler, Çanakkale cephesinde pek çok defa Cenevre Sözleşmesi’ni çiğneyerek ele geçirdikleri esirleri öldürmüş veya ölümüne sebep olmuştu. Nitekim 21 Ağustos 1915’te, İngilizlerin çekilmek zorunda kaldıkları Yusufçuk tepesinde elleri arkadan bağlanmış iki Türk askeri şehit edilmiş olarak bulunmuştur. Osmanlı Hükümeti, bu durumun uluslararası hukuk ve insanlık değerlerine aykırı olduğunu belirten bir kınama yayınladı. Bunun yanı sıra uluslararası hukuka göre esir alınan askerler cephe gerisinde güvenli bir bölgeye götürülmeleri gerekirken Çanakkale’de esir düşen Türk askerleri, kazılan hendeklerde İngiliz askerleriyle birlikte tutuldular.” (Vedat Tüfekçi, a.g.e)
Faciaların yaşandığı kampların biri de Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarındaki Seydibeşir Esir Kampı’dır. İngilizlerin Filistin cephesinde çeşitli entrikalar çevirerek esaret altına aldıkları Türk askerlerinin bir kısmı ile Yemen-Hicaz cephesinden esir edilenlerden bazıları getirilmişti. Kampta Ermeni tercümanlar ve doktorlar bulunuyordu. İngiliz subaylara konuşmadaki çeviriyi bunlar yapıyordu. Yanlış tercümelerle Türkler aleyhine kışkırtmalar oluyordu. Kamp idarecilerindeki genel kanaat, mümkün mertebe esir telefiydi. İngilizlere göre barış sonrası, bırakılan askerlerle tekrar karşılaşma ihtimâlini ortadan kaldırmak lâzımdı.
Yaşanan hâdiselerin en korkuncu, Türk askerlerinin topluca gözlerinin kör edilmesidir. Mikroplardan arındırma bahanesiyle Mehmetçik, dezenfekte havuzlarına sokuluyordu. “Krizol”, temizlikte kullanılan bir maddedir fakat aşırı dozda kullanıldığında yakıcı özelliği vardır; Mehmetçik, başta beline kadar suya giriyor, acıyı hissettiğinde başını suya sokmak istemiyor, İngiliz askerlerin dipçikleri ve başlarının üzerinden ateş atılması tehlikesi altında suya batmak zorunda kalıyorlardı. Havuzdan çıkanlar zamanla göremez olacaklardı.
İnsanlık âlemi için yüz karası olan bu hâdisede kör bırakılan Mehmetçik sayısı muhtelif olmakla beraber 15 bin rakamı da zikredilmektedir. Facia hâdise, Seydibeşir Kampı’ndan yurda dönen askerlerin anlatımıyla yayılmış, hatta Ankara’daki Meclis gündemine girecek kadar ciddiyet kazanmıştır. Meclis’in 28 Mayıs 1337 (1921) tarihli 37’nci oturumunda Edirne Milletvekili Faik ve Şeref Beyler yazılı bir önerge vermişlerdir. Önergenin son kısmı, “Mısır’da bilintizam, İngiliz tathiratı fenniye (ilaçla temizleme) bahanesiyle, miktar-ı muayyeninden (yeterli miktardan fazla) krizol banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri, 15 bin vatan evladının üzerinde irtikab edilen (yapılan) bu cinayetin müteammit (önceden tasarlayan) failler olan İngiliz tabipleriyle garnizon kumandan ve zabitlerin tecrim (suçlu ilân) edilmesini de ilâve eyleriz” şeklinde devam etmektedir.
Yeni kurulmuş bir meclisin bin bir meselesi içinde bu önerge gündeme alındı mı? Bir heyet teşkil edilip tahkikat yapıldı mı? Herhangi bir netice elde edildi mi? Yoksa İngiliz dostlarımızı üzmemek için sumen altına mı atıldı? Kim bilir?
Mısır’daki İngilizlerin Heliopolis Esir Kampı’nda yaşadıklarını anlatan Eyüp Sabri Bey’in “Bir Esirin Hatıraları” adlı eserinde vicdan sızlatan birçok vakıa vardır. Bunlardan birkaçını buraya aktaralım.
“10 Mart 1919. Kahire 4 saatte kat edilmişti. Gece yarısı gelip çatmıştı. Derhâl diğer bir trene binerek Kahire’den yarım saat kadar uzakta bulunan Zeytun istasyonuna sevk olunduk. İstasyonda iki İngiliz askeri eşyalarımızı alarak yürümemizi söylüyor ve bize tazyik ediyorlardı… Bu surette gecenin yarısında çölde yürümeye başladık… Yarım saat kadar daha yol aldıktan sonra karargâha vardık. Önümüze diğer bir İngiliz askeri daha düşerek bizi epeyce daha yürüttü… Bir İngiliz binbaşının yanına götürdüler. Bu herif karargâh kumandanı imiş. Tahminen altmış yaşlarında ve biraz şişman olan İngiliz binbaşının karşısında hepimizi tepeden tırnağa kadar soydular. Hoca Abdullah Efendi, ‘İslâmlar için böyle alenen çıplak bulunmak haramdır. Hiç olmazsa üzerimize bir örtü veriniz’ dedi. Yani edep yerlerine mendil sarılmasına izin istedi ve bunun için çok ısrar etmesine rağmen kabul edilmedi. Zaten bunun gibi talep ve ricalar İngilizlere karşı faydasız ve fazla idi. Çünkü hayâ, namus ve bunun gibi dinen ve ahlâken ayıp ve edebe aykırı bulunan şeylerden ayıp kelimesini onların yanında kullanmak bilakis alay ve eğlence konusu oluyordu. İşte bunlar da İngiliz terbiye ve medeniyetinden birer numune ve ibret idi... Ertesi günü Besim Bey’in birçok arama ve baskılara rağmen yanında saklanmaya muvaffak olduğu bir altın saatini feda ederek hapishanenin gardiyanlarından bir İngiliz çavuşuna yalnız bir pencereyi açtırabildik. Tam on beş gün orada, Heliopolis’in dayanılmaz sıcaklarında, o karanlık hapishanelerde tutuklu kaldık.
23 Mart 1919. Tel örgü içinde tahta koğuşlardan birini bize verdiler. O gün rahatça bir uyku uyuduk. Binlerce Arap esiri, Kürt, Arnavut ve Çerkes, her cinsten ve her vilâyet ve kazâdan insan mevcuttu… İngilizler esirlerimize günde 250 gram miktarında ekmek verirler, bununla askerlerimizi akşama kadar sıcak kumun üzerinde angaryada çalıştırırlardı.
1 Ağustos 1919 tarihinden itibaren İngilizler, bütün Osmanlı esirlerine beygir ve katır eti vermeye başlamışlardı. Askerler bunu birkaç kez defa iade etti ve yemek istemedilerse de daha sonra yemek mecburiyetinde kaldılar… İşte Ağustos’un o müthiş sıcaklarından Mısır gibi son derece sıcak bir muhitte kokmuş, beygir ve katır etlerini yemek mecburiyetinde kalmış olan zavallı askerlerimizin birçoğu bu yüzden dizanteriye ve birtakımı da bir çeşit uyuza benzeyen ve İngiliz doktorları tarafından ‘palağra’ diye adlandırılmış müthiş bir illete yakalanarak telef olup gitmişlerdir.”
İngiliz sinsiliğinin diğer bir yüzü, işgal ettiği bölgelerdeki farklı sosyal grupları birbirleriyle çatıştırmaktır. Bunu 1757’den 1947’ye kadar geçen 190 yıl Hindistan’da başarıyla tatbik etmiştir. Başta Müslümanlar ve Hindular olmak üzere farklı din mensuplarını birbirleriyle savaştırmıştır.
Göz oyucu Ermeni doktorlar
“Burada biraz da Mısır’da gördüğümüz Ermeni tabiplerden bahsedeceğim. Ve onlara şu tabiri kullanmaktan kendimi men edemeyeceğim: Göz oyucular…
Evet, bu alçaklar, insanlardan başka bir zihniyette yaratılmış, başka bir yürek taşıyan mahlûkturlar. Çünkü onların istemiş oldukları bu kadar feci ve ağır cinayetleri insan olan, insan yüreği taşıyan bir mahlûk katiyen yapamaz. Ancak onlar yapmışlardır. Mısır’ın Abbasiye Hastanesindeki ve teller içindeki feci manzarayı tarif ve tasavvur edebilmek, benim iktidarım dışındadır.
Abbasiye Hastanesinde Ermeni doktorların ellerinde miller ve kolları dirseklerine kadar sıvalı olduğu hâlde sabahtan akşama kadar işleri güçleri Türk askerlerine ameliyat yapmak ve onların gözlerini oyup çıkarmak olmuştur…
Gözü çıkarılan Ödemişli Ali dayı vardı. Bu ihtiyarın ah ve inlemelerine dayanamayıp çok ağladım. Bir gün Ali dayı, koğuşuna gidebilmek için yardım istemişti. Ali dayının elinden tutarak koğuşuna götürürken derdini açmaya başladı. Bîçare, elli yaşında olduğu hâlde seferberlikte silah altına çağrılmış. Ödemiş kasabasının belediyesi karşısında ufacık bir aktar dükkânı varmış… Mısır’a geldiğinde gözünün birisi birazcık ağrımış, bilmeyerek doktora müracaatla ilaç koydurmak istemiş. Ermeni doktoru, Ali dayıyı derhâl hastaneye yatırmış. Bîçare, her ne kadar gözünde önemli bir şey olmadığını söyleyerek hastaneye gitmemek istemiş ve bu mevzuda pek çok ricada bulunmuş ise de katiyen kabul edilmeyerek hastaneye yatırılmış. Ertesi gün ameliyat değil, kasaphane tabirine hakkıyla lâyık olan Abbasiye Hastanesindeki bu cinayet odasına götürülerek sağ gözü çıkarılmış. Bu talihsiz ihtiyar, gözünün birini kaybettiğinde, uğramış olduğu bu elim felâketin acısından müteessir olarak ağlamaktan diğer gözünü de kaybetti…
Bundan başka beş altı genç askerimizin aynı şekilde başlarına gelen hâdiseyi dinledim. Antep’in Urul köyünden Şaban oğlu Mehmet, Konya’nın Beyşehir kasabasından Hüseyin Onbaşı, Karahisar Boluadin kasabası Çay nahiyesi Cedid mahallesinden Hacı oğlu Hasan, Manastırlı Rıza, Erzurumlu Süleyman oğlu Ali; bu bîçarelerin hepsi de bana cidden mühim esef verici maceralar anlattılar. Urullu Mehmet ve Hüseyin Onbaşı diyorlardı ki, ‘Esirlerin muayenesine koğuşlara geldikleri zaman bizi gözümüzden dolayı ayırıp Abbasiye Hastanesine gönderdiler. Gözlerimizde hiçbir şey ve hatta ağrı dahi yoktu. Yalnız birazcık kan mevcut olup bu kadarcık bir arızadan dolayı hastaneye düştük. Orada bir ilaç koydular, bütün gözlerimize kan istila etti. Hemen hastaneye soktular, gözlerimizi çıkardılar. Çok yalvardık ise de fayda etmedi. Ameliyat esnasında Ermeni doktorları, “Siz memleketinizde ne kadar Ermeni öldürdünüz. Bu görmekte olduğunuz muameleler onun karşılığında sizin için bir cezadır” diyerek, bunun gibi zehirli sözler ve tahriklerle hem gözlerimizi çıkarıyorlar ve hem de kalplerimizi eziyor ve yaralıyorlardı…”
Geniş toprakları ve nüfusu fazla olan milletleri sömürmek zordur. Bu gibi devletler yıkılarak yerlerinde kurdurulan küçük devletçiklerle meşgul olmak tercih edilir. Yeryüzündeki Müslümanların koruyucusu ve yardımcısı Osmanlı Devleti yıkılarak, elliye yakın, “ulusal” makyajıyla devletçik kurduruldu.
İngiliz sinsiliği
Çanakkale Harbi’nden sonra İngilizlerle Irak ve Filistin cephesinde şiddetli muharebeler oldu. Tümgeneral Townshend, 1915 Kasım’ında Bağdat’a harekete başladı. Osmanlı kuvvetleriyle Selman-ı Pak’ta (22 Kasım 1915) karşılaşıyor. Muharebede ordumuza yenilerek geri çekilmek zorunda kalıyor. İngilizler, Irak’ın doğusunda, Dicle nehri kıyısındaki Kut şehrine mevzileniyorlar. General Townshend, yardıma koşan General Aylmer komutasındaki Tigris Kolordusuyla Mehmetçik’e karşı 6 Ocak 1916 tarihinde Şeyh Saad bölgesinde çarpışıyor. Dört bin askerini kaybeden düşman kuvvetleri geri çekilmek zorunda kalıyor. 13 Ocak’ta hücuma kalkan İngilizler, vadideki muharebede bin 600 zayiat veriyor. 21 Ocak 1916 günü Hannah’ta 2 bin 700 asker kaybederek ricat ediyor. General Alymer, 8 Mart 1916’da tekrar hücuma kalkıyor. Albay Ali İhsan (Sabis) Bey komutasındaki 13’üncü Kolordu, Sabis mevkiinde düşmanı durduruyor ve çetin bir çatışma neticesinde İngilizler 3 bin 500 zayiatla geri çekiliyorlar. Arka arkaya yenilen General Aylmer, görevinden azlediliyor.
Altıncı Ordu komutanlığına getirilen Halil Paşa, Kut’a yerleşmiş olan General Townshend’i muhasara altına alacaktır. Gönderilen yardım kuvvetleri arka arkaya bozguna uğrayan, erzak ulaşımı da başarısız olan İngilizler, Halil Paşa’ya gizlice bir elçi göndererek, Kut’taki birliğin Hindistan’a gitmesine müsaade etmesine karşılık 1 milyon İngiliz lirası teklif ediyorlar. Bu davranış, İngilizlerin genel karakteridir. Kuvvet yoluyla hâlledemedikleri zaman adam satın alarak hal cihetine giderler. Tanzimat’tan beridir devlet adamlarına ve paşalara mevki ve para karşılığında istedikleri rolü oynatmışlardır.
Halil Paşa, şerefli bir Türk komutanıdır ve teklifi kabul etmediğini Genelkurmay’a bildirir. Tümgeneral Charles Vere Forres Townshend’e teslim olmaktan başka yol kalmayacaktır. Bu zafer, İngiliz tarafında büyük bir hüsran ve şok meydana getirir. İngiliz tarihçi James Morris, teslimiyeti, “Britanya askerî tarihinin en aşağılık teslimi!” diye kaydedecektir.
Halil Paşa, 16 Nisan 1916’ da Genelkurmay’a gönderdiği telgrafta, “13 bin 794 mevcutlu Tümgeneral Townshend’in ordusunu harp esiri olarak o sabah teslim aldığını” bildirecektir. Zafer bütün cephelerde coşkuyla kutlanır. Daha sonraki senelerde de, 1952 yılına kadar Türk Ordusunda “Kut Bayramı” yapılmaktaydı. Türk Devleti NATO’ya girdiğinde, İngilizlerin isteği üzerine İsmet İnönü, dostlarının arzusunu kırmayarak Kut Bayramı’nı kaldırmıştır.
Kuzeyde, Irak’ta, zaferden zafere koşulurken, güneyde, Filistin cephesinde tersi gelişmeler yaşanıyordu. Asker aynı askerse, bu menfi durum ne o zaman?
Allenby komutasında İngilizler, 8 Aralık 1917’de Gazze ve Kudüs’ü işgal ettiler. 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırılarında Filistin cephesinde de 4, 7 ve 8’inci Ordular bulunuyordu. Cephenin ortasındaki 7’nci Ordu’nun geri ricatı düşman süvarilerinin buradan girerek 4 ve 8’inci Orduları arkadan kuşatmasıyla sonuçlanacaktı. Netice tam bir hezimet! 70 bin Mehmetçik esir edilecek, 360 küsur top ve mühimmat İngilizlerin eline geçecekti. Osmanlı Devleti mağlûp olmuştu. 30 Ekim 1918’de Mondros Müzakeresi yapıldı. Cephe komutanlığına, aslı Yahudi olan bir generalin getirilmesi (Liman von Sanders) başlı başına büyük bir hataydı. İngiliz sinsiliği de devreye girip bazı paşalar satın alınınca, hezimet kaçınılmaz olacaktır.
İngiliz sinsiliğinin diğer bir yüzü, işgal ettiği bölgelerdeki farklı sosyal grupları birbirleriyle çatıştırmaktır. Bunu 1757’den 1947’ye kadar geçen 190 yıl Hindistan’da başarıyla tatbik etmiştir. Başta Müslümanlar ve Hindular olmak üzere farklı din mensuplarını birbirleriyle savaştırmıştır. Hindistan Ulusal Kongresi’ndeki Hinduların lideri Gandi, Müslümanların önderi Cinnah ile birlikte İngilizlere karşı mücadele etmek istiyordu. İngilizler ölümle sonuçlanan sert tedbirlere başvurdular. İkinci Dünya Harbi’nin başlaması, Gandi’nin İngilizlere “Hindistan’ı terk et” kampanyasıyla başlattığı pasif direnişin Hindistan geneline yayılması, 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığı tanımına yol açacaktı. İngilizler Hindistan’dan çekilirken hinliğini göstermiş, Hindistan ve Pakistan olarak Hintlileri ikiye bölmüştü. Hindistan’ın bölünmesine baştan beri karşı olan Gandi ise 30 Ocak 1948’de bir suikast sonucu susturulacaktı.
Pakistan ise, aralarında binlerce kilometre mesafe bulunan iki kısma ayrılmıştı. “Doğu Pakistan” denen bu bölge de 1971 yılında Pakistan’dan ayrılarak “Bangladeş” adıyla yeni bir devlet oldu (Şekil-4). İngilizlerin “Böl, parçala, hükmet” taktiği işliyordu.
Netice
1- AB ve ABD’nin kalkınmışlık ve zenginliğinin temelinde dünyayı sömürmeleri yatmaktadır. Başta İngiltere olmak üzere Fransa, İspanya, Portekiz, Belçika ve Hollanda gibi Avrupa devletleri, Asya, Afrika ve Okyanusya bölgelerindeki kaynakları memleketlerine taşımışlardır. ABD, kıtanın asıl vatandaşları olan yerlileri katlederek topraklarını zapt etmiş, bakir yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanarak bugünkü seviyeye gelinmiştir.
2- İngiltere’nin dünyayı sömürme stratejisi, bölgedeki milletlerin yöresel farklılıklarını büyüterek birbirlerine hasım hâline getirmesidir. Bunlardan birine el atarak destekler, diğerlerinden uzak durur. Aralarındaki kıskançlığı, kin ve nefreti körükler. Belirli kıvama gelindiğinde birbirleriyle çarpışmayı sağlayacak hâdiseleri meydana getirmek kolay olur. Bunun acı sonuçlarını görmüş olan Amerikan yerlilerinin, “Suda iki balığı kavga ederken görürseniz, bilin ki oradan bir uzun bacaklı (İngiliz) geçmiştir” atasözü meşhur olmuştur.
3- Geniş toprakları ve nüfusu fazla olan milletleri sömürmek zordur. Bu gibi devletler yıkılarak yerlerinde kurdurulan küçük devletçiklerle meşgul olmak tercih edilir. Yeryüzündeki Müslümanların koruyucusu ve yardımcısı Osmanlı Devleti yıkılarak, elliye yakın, “ulusal” makyajıyla devletçik kurduruldu. Halkının kendilerini bağımsız zannettiği bu devletçiklerin yöneticileri, beyinlerinden İngiltere gibi sömürücüler tarafından yakalanmıştır.
4- Birinci Dünya Harbi’nden sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, esir olan askerler olsun, işgal altında kalmış halk olsun, Türk milleti bütün unsurlarıyla büyük zulme, işkenceye ve katliama maruz kalmıştır. Balkanlarda, Kuzey Afrika’da, Kırım’da, Asya’da, Ortadoğu’da velhasıl üç kıtadaki Osmanlı topraklarında göçlerle, hastalıklarla, soykırımlarla milyonlarca insanımız kaybedilmiştir. Bırakınız Yahudileri, yeryüzünde soykırıma tâbi tutularak katliama en fazla maruz kalan millet, Türk milletidir. Bu bilgilendirme lâyıkıyla yapılmadığı için dünyaca bilinmemektedir. Bilenlerin de açıklamaları işine gelmez. Bırakınız yabancıların bu zulüm ve bu katliamları bilmesini, kendi milletimiz de bundan bîhaberdir. Bu da eğitim ve öğretimimizin seviyesini gösterir. Osmanlı yıkıldıktan sonra yerine kurulan devlet, henüz tam bağımsızlığına ve hürriyetine kavuşmamıştır. Ama vakit yakındır, biiznillah! İlâhî takdir şu ki, güneş doğacak, hakikat ışıkları günü aydınlatacaktır.
5- İngiliz yayın kuruluşu BBC, yetmişli yıllarda bir dizi programı gündeme koyar. Birçok safhadan müteşekkil dizinin adı, “Güneşi Batmayan İmparatorluk” şeklindedir. “Dünyanın her tarafını sömürdüğümüzden bizim üzerimizde güneş batmaz” demeye getiriyorlar. Sömürmek marifetse, övünmeleri haklı görülebilir. Neyse… Bu dizinin sömürgelerden ayrılış bölümünde şu ifadeler geçiyor: “İdare olunan halk huzursuzlandığında, kendi bağımsızlıklarını elde etmek istediğinde (yani uyandığında), orada durulmaz hâle gelindiğinde, memleketten ayrılırken yerimize idareci olarak onlar arasından çıkmış fakat bizim gibi düşünen ve bize saygılı olan (hizmetçi) kimseleri iş başına getiririz.” İşte meselenin hülâsası, can damarı veya püf noktası da budur!