ONLAR yaşamlarımızı
emanet ettiğimiz, en çok ihtiyaç duyduğumuz, tanılarını can kulağı ile
dinlediğimiz ve önerilerine dikkat kesildiğimiz mesleğin mensupları…
Doktorlarımız…
Zorlu
ve uzun süren bir eğitim sonrasında “tıp doktoru” titrini kazanan kişi, büyük
çaba ve fedakârlık gerektiren bir mesleğe adım atmış olur.
Bu
adımla birlikte artık gecesi gündüzü birbirine karışacak; her an, her yerde,
her koşulda, mesleğini insanların hizmetine sunmak üzere âdeta hazır olda
bekleyecektir. Ya gün aşırı tutulan nöbetler?
Birkaç
gün önce hepimizi derinden yaralayan bir ölüm haberi düştü manşetlere. Asistan
Doktor Rümeysa Şen’i hayattan koparan trafik kazası… Bu ölüm, asistan
doktorların ağır ve zorlayıcı çalışma koşullarını bir kez daha gündeme
getirerek yeniden konuşulmasını ve gereğinin yapılmasını mecbur kılıyor.
Herhangi
bir toplulukta bir doktorun bulunması güven kaynağıdır. Örneğin bir uçak
yolculuğunda, “Aramızda doktor var mı?” denildiğinde, herkes bir süper kahramanın
ortaya çıkmasını bekler gibi dikkat kesilir. Kahraman ortaya çıkınca herkeste
derin rahatlık hissi oluşur: “Çok şükür, varmış!”
Tüm
dünyada olduğu gibi yakın bir zamana kadar kadri kıymeti bilinen, gereken
saygıyı ve itinayı gören bu meslek, özellikle son birkaç yıldır büyük ölçüde
saldırı ve cinayetin hedefi oluyor. Doktorlarımız, cehaletin pençesinde
boğulmuş bazı kendini bilmezler tarafından şiddete maruz kalıyorlar.
Hastayı
kurtaramadı diye, canı istedi diye doktor öldürenler mevcut maalesef. Hâl böyleyken,
bu vahim durum karşısında yeterli önlem alma girişimi görülmediği gibi, suçu
işleyenlerin cezaları da neredeyse “Affedelim” durumunda...
Bu
gidişle yakın bir zaman içinde “Yetişin! Doktor yok mu?” diye feryat etmeye
kalktığımızda tepki verecek bir doktor kalmayacak!
Oysa
ülkemizin Koronavirüs Salgını’nı daha ağır geçirmemesinin en büyük nedeni, doktorlarımızın
gece gündüz demeden, ailelerini günlerce görmeden emek vermesidir. Geçen yıl Mart
ayında balkonlardan, pencerelerden alkışladık onları. Bir başka yazımızda,
“Sağlık Çalışanlarına Alkış Yetmez” başlığıyla şükranlarımı sunmuştum.
Doktorluk
mesleği, her dönem ve dünyanın neresinde olursanız olun geçerli bir meslek. Bu
nedenle doktor olan kişinin hayatının kurtulmuş olduğu, en azından maddî açıdan
rahat bir yaşam süreceği düşüncesi oldukça yaygın(dı). Fakat bunun böyle
olmadığı verilerle sabit. Yoksulluk sınırının yaklaşık 10 bin TL açıklandığı
ülkemizde, devletin doktorlar için belirlediği maaşlar şöyle: Asistan doktorlar
7-8 bin TL, pratisyen doktorlar 8-9 bin TL aralığında… Bu şartlarla eskiden
olduğu gibi bir doktorun kendisine araba ve ev alması pek mümkün görünmüyor.
Bir
hayat kurtarmanın maddî bir karşılığının olmadığı/olamayacağı gibi, üstelik
meslekî tatmin noktasında da eksiklikler yaşanıyor. Ağır çalışma koşulları,
saldırı, mobbing gibi olumsuz nedenlere bir de yoksulluk sınırının altında maaş
eklenince, başta asistan doktorlarımız (gencecik pırıl pırıl beyinler) olmak
üzere doktorlarımız, Almanya başta olmak üzere farklı ülkelere çalışmak
amacıyla gidiyorlar.
Önceki
yıllarda eğitim amacıyla gidip orada kalanların haricinde, doktorların yerleşmek
ya da çalışmak niyetiyle başka ülkelere gidişi çok nadir görülmekteydi. Durumun
son beş yılda nereden nereye geldiğini gösteren sayısal verilerse şöyle:
Bugün
“sağlık hukuku” denildiği vakit ilk akla gelen, “hasta hakları” olmaktadır.
Peki, ülkemizde “hekim hakları” ne kadar bilinmekte?
Yeterli
eğitim alma ve sürekli meslekî gelişim hakkı, yeterli ücret alma hakkı,
mesleğini serbestçe icra etme hakkı, modern teknoloji ve bilimi kullanma hakkı,
hastayı reddetme hakkı, yönetimsel kararlara katılma hakkı, iyileşme garantisi
vermeme hakkı ve hastasına yeterli zaman ayırma hakkı, doktorların haklarından
sadece birkaçı…
Sağlıklı
olalım ama doktorsuz da kalmayalım.
(Devam edecek…)