Güneş ayeti (3)

Ortada yani ekvator bölgesindeki çöllerde sıcaklık artı 60 ilâ 70 santigrat dereceye yükselirken, uç bölgelerde yani kutuplarda eksi 40 ilâ 60 santigrat dereceye düşmektedir. 12 bin kilometre çaplı Arz kürede böyle farklılıklar olurken, çapı Arz çapının 109 katı olan Güneş’te zıt ısı farklılıkları neden olmasın?

Sualler ve cevaplar

BU sayımızda suallere cevap veriyor ve yıldönümü münasebetiyle Çanakkale Harbi’ni başka bir açıdan değerlendiriyoruz.

Sual: “Yazılarınızda Ay’ın Arz’ın uydusu olmadığını, Arz etrafında değil de Güneş etrafında yörünge çizdiğini söylüyorsunuz. Hâlbuki bütün kitaplarda Ay’ın Arz’ın uydusu olduğu yazmaktadır. Çocukluğumuzdan itibaren aynı bilgiyi okuduk, aynı şeyleri duyduk. Bu aykırı durumu nasıl izah ediyorsunuz?”

Cevap: Yazılanların benzer olması ve herkesin aynı bilgilerle şartlanması, yanlışın doğru olduğunu göstermez. Mevcut fen ilmi, yanlışların fark edilip düzelmesiyle ilerler. Yakın zamana kadar birçok mevzunun yanlış olduğu anlaşıldığından, yanlıştan vazgeçilmiştir. Meselâ 20’nci asrın başlarına kadar, “Atom, maddenin özelliğini taşıyan, parçalanamayan en küçük parçasıdır” şeklinde bir tarif yapılmaktaydı. Daha sonraları atom bölünerek muazzam bir enerji elde edilmiştir. Bugün biz atomun elektron, proton ve nötron adı verilen parçalardan, onların da daha küçük parçacıklardan meydana geldiğini okuyor, duyuyoruz. Ya da Newton fiziğinde zaman sabit olup her yerde aynı şekilde ilerlerken, kuantum fiziğinde farklı mekânlarda aynı anda farklı zamanlar olabildiği kabul edilmektedir. Bu bakımdan bizim ifadelerimiz kuru bir iddia değildir. Kabul edilmiş, fizik ve astronomi kanunlarından yola çıkarak, denklemler ve hesaplarla ispat edilmektedir. Senelerden beri yapmış olduğumuz yayınlar hakkında “Bu hesaplar hatalıdır” diyen biri çıkmadı. Mevzuyu bilen ilim adamlarının az olması veya ehl-i vukuf tarafından fark edilmeyişimiz de bizim suçumuz değildir.

Sual: “Yayınlamış olduğunuz, Arz’ın Ay’la birlikte Güneş etrafındaki yörünge şeklinde, Arz ve Ay’ın yörüngeleri belirli periyotlarda kesişmektedir. Bu durumda Arz ile Ay’ın çarpışma tehlikesi doğmaz mı?”

Cevap: Kâğıt üzerindeki çizimlerde şekiller (en ve boy) iki boyutludur. Küresel cisimlerin uzaydaki hareketleri (üç boyutlu) hacim içindedir. Arz ve Ay aynı düzlem içinde yörünge çizmediklerinden yörüngeleri kesişmez. Arz, Ay ve Güneş, Güneş tutulması zamanında aynı düzlemde bulunur. Buna “tutulma düzlemi” adı verilmektedir. Ay, yörünge hareketinde bu düzlemle 5 derecelik açı yapacak şekilde hareket etmektedir. (Bakınız: Şekil.) Ay’ın Arz’a olan mesafesi ortalama olarak şöyledir:

 

“AB=382000 kilometre” kabul edildiğinde “h=AC” yüksekliği, “AC= 33420 kilometre” olarak bulunur. Yani Ay, ortalama üstte ve altta Arz ile 33 bin 420 kilometre düşey mesafe teşkil edecek tarzda yörünge hareketi yapmaktadır.

Sual: “Kültür Ajanda Ocak 2023 sayısı “Güneş Ayeti” yazınızda, Güneş’in merkezinin çok katı ve müthiş soğuk olduğunu belirtiyorsunuz. Sıcaklığı milyon mertebesinde olan bir ateş kürede çok soğuk bir bölgenin bir arada bulunması tezat olmuyor mu? Akla, mantığa aykırı değil mi?”

Cevap: Allah-u Teâlâ’nın âdedidir ki, zıtları bir arada yaratmaktadır. Mânâ ve madde de böyledir. Hak ile bâtılın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, ak ile karanın, gece ile gündüzün bir arada olması gibi… Maddenin yapıtaşı olan atom, eksi yüklü elektron ile pozitif yüklü protonun birlikte olmasıyla meydana gelmiyor mu? Eğer ikisi de aynı yüklü olsa birbirlerini iterler, madde teşekkül etmez. Yeryüzünü ele alalım; ortada yani ekvator bölgesindeki çöllerde sıcaklık artı 60 ilâ 70 santigrat dereceye yükselirken, uç bölgelerde yani kutuplarda eksi 40 ilâ 60 santigrat dereceye düşmektedir. 12 bin kilometre çaplı Arz kürede böyle farklılıklar olurken, çapı Arz çapının 109 katı olan Güneş’te zıt ısı farklılıkları neden olmasın? Yeryüzünde ara bölgeler olduğu gibi Güneş kürede de iç ve dış tabakalar arasında izolasyon vazifesi gören tabakalar bulunduğundan (ekstremum) uç farklılıklar yavaşlatılmaktadır. Gelecek yayınlarda bu mevzuda daha teferruatlı bilgiler verilecektir.

Sual: “Yazılarınızda genellikle Osmanlı Türkçesindeki kelimeleri kullanıyorsunuz. Anlamada güçlük çekiliyor. Güncel, konuşulan kelimelerle izah etseniz daha iyi olmaz mı?”

Cevap: Bu mevzu millî kültürümüzün kanayan yarasıdır. Çocukken “Hangi mektebe gidiyorsun?” ve “İmtihanı geçtin mi?” diye sorarlardı. Mektebi okula, imtihanı da sınava dönüştürdüler. Anadolu’da halk türküsü var, “Mektebin bacaları” diye başlıyor. “Okul” Fransızcadan gelen bir kelimedir. Ceket, mintan, kravat gibi Bodrum şarkısı var. “Bodrumlular erken eker ekini/ Feleğe kurban gittin bodrum hâkimi” ilk mısraları… O hâkimin neye maruz kaldığını bilmem ama “hâkim” kelimesinin “yargıç” kelimesine kurban gittiği muhakkak. Mahkemeye ne oldu da yargı oldu? Müdafaa eden adama “avukat” dediler; “avukat” kelimesi de yabancıdır. Hekim yerine kullanılan “doktor” kelimesi de… “Hekimoğlu İsmail” türküsü hâlâ terennüm edilirken…

“Çalışkan talebe” derlerdi, sonra “öğrenci” oldu. “Muallim”, erkek hoca idi, “muallime” hanım. Öğretmen oldu da cinsiyeti karıştı. “Âlim”e ne oldu da “bilgin” dendi? Yediden yetmişe herkesin bildiği “ilim” kelimesi niçin “bilim” diye kullanılıyor? Ne zaruret oldu da “hayat” kelimesi “yaşam”a çevrildi? Fazla uzatmaya ihtiyaç yok. Mektep, talep, âlim, muallim, hayat, hâkim, mahkeme, hüküm, kalem, kitap, kürsü, ilim vesaire. Bu kelimeler Kur’âncadır. Yani Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir.

Bir milleti bir arada tutan iki mühim husus var: Din ve dil. Türkçe dilimizdeki birçok kelime Kur’ân-ı Kerim’deki hazneden intikal etmiştir. Dini birdenbire bozmak zordur. Dili yavaş yavaş bozacaklar ki milleti dinden uzaklaştırsınlar, millî beraberliği parçalasınlar, imha etsinler. Mesele bu kadar mühim! Rahmetli bir münevver yazarımız gençlere şöyle sesleniyor: “Aziz Genç! İslâm yazısının ılgası ve güzel Türkçemizdeki tahribat; büyük ve azametli imparatorluğumuzun mübârek ecdat kanlarıyla yoğrulmuş, yirmi milyon kilometre kareden ziyade olan topraklarını kaybetmemizden daha büyük bir felâkettir...”

Bu tespiti yüreğimiz kanayarak tasdik ediyoruz. Dinimizin ve milletimizin düşmanları sinsi sinsi çok çalıştılar. Emanuel Karasolar, Mert Salemler, Moiz Kohen Tekinalpler “Türkçülük ve Türk dili” hakkında çalışırken, milletimizi çok sevdikleri için mi ter döküyorlardı? Türk Dil Kurumu’nda uzun sürede (1932’de kurulan Dil Kurumu’nun ilk sekreteridir; ölümü olan 1979 senesine kadar) üst seviyede vazife alan Agop Dilaçar, tarihimize ve dilimize hayran mıydı da çalakalem didindi durdu? “Ürettiği” (!) kelimelerle gençlerimizin dilini öyle bir açtı ki zil takıp oynamaya başladılar. Nesiller öyle bir ifsat edildi ki baba oğlunun dilini anlamaz oldu. Gençler bir önceki neslin eserlerine yabancı kaldılar. Meramını edebî lisanla ifade etme kabiliyeti kayboldu.

Bunun içindir ki, istikbâldeki asırlara damgasını vuracak mütefekkirleri, edip ve şairleri göremez olduk. İçtimaî meselelerde içtihatlar (çözümler) var eden münevverlere hasret kaldık.

Peki, şimdi ne yapmalıyız?

Atalarımız, “Zararın neresinden dönülürse kârdır” demişler. Akıllarına estiği gibi uydurarak ortaya attıkları “hezeyan kelimeleri” yazıda ve de konuşma dilinde kullanmamalıyız. Atalarımızın en az bin seneden beri kullanageldiği kelimelere sahip çıkmamız lâzım. Mânâlarını bilmiyorsak lügate bakıp öğrenmeliyiz. İhmalkâr olmamalı, mevzunun önemine binaen dikkat etmeliyiz. Etrafımızdakileri uyarmalı, “kültürümüze sahip çıkmanın istikbâlimizin teminatı olduğu” hususunda ikna edici açıklamalar yapmalıyız. Asgarî, halkımızın mânâsını bildiği “hayat”, “âlim”, “ilim”, “kelâm”, “hâkim”, “hüküm” gibi kelimeleri canlı tutmaya gayret etmeliyiz.

Dil mevzuunda çok şey söylenebilir. İleride daha teferruatlı malûmat vermek ümidiyle bu duruma gelişimizin müsebbiplerinin başlangıcı olan Çanakkale Harbi (Savaşı) konusuna değinmek istiyoruz.


“Çanakkale içinde vurdular bizi, ölmeden mezara koydular bizi”

Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale Harbi’nin yıldönümü yapılmaktadır. 18 Mart 2023, 108’inci yıldönümü olacak.

İngiltere ve Fransa’nın başını çektikleri İtilaf Devletleri, müttefikleri Rusya’ya yardım maksadıyla Çanakkale Boğazı’nı geçmek için 18 Mart 1915 tarihindeki hücumlarıyla başlayan savaş, 9 Ocak 1916 tarihine kadar devam etti. Zamanın ileri tekniği ile donanımlı düşmanın, kendinden emin şekilde hem denizde, hem karada yapmış olduğu saldırılar Mehmetçiğin insanüstü azmi ve gayretiyle geri püskürtüldü. Binlerce ölü veren, çok sayıda gemi ve teçhizat kaybeden düşman kuvvetleri, zelil ve hakir olarak geri çekilmek zorunda kaldı.

Çanakkale Harbi, Millî Şairimizin “Şu Boğaz Harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?” şeklinde ifade ettiği gibi, taraflarca kaybedilen askerin yekûnu ve gerekse mücadelenin şiddeti bakımından harp tarihinde emsali olmayan bir vakadır.

Çanakkale Harbi bir zafer midir? Zamanın en mükemmel silah gücüne sahip düşmanın eldeki kıt imkânlarla mağlûp edilmesi, elbette büyük bir zaferdir. Fakat evvelemir söylemek gerekirse, bu zafer Mehmetçiğe aittir ve kumandan kadrosunun bundaki payından pek bahsedilemez. Çünkü asker kaybı oldukça fazladır. Cephede 250 bin askerin şehit olduğuna dair resmî bilgiler var. Umumî efkârın moral durumu için sayının düşük tutulduğu düşünülür; yaralanıp hastaneye kaldırılanların hastanede yahut ileri tarihlerde vefat ettiği, kol bacak gibi uzuvlarını kaybedenlerin atıl olduğu göz önüne alınırsa sayının yarım milyona çıkabileceği ihtimâl dâhilindedir.

Yaşanan hâdiseler, komutanların sevk ve idarede başarılı olamadıklarını göstermektedir. Çanakkale’deki 5’inci Ordunun komutanı Alman General Liman Von Sanders’tir. Ordu komutasının yabancı bir subayın elinde olması başlı başına büyük bir hatadır. Anafartalar’daki 9’uncu Fırkanın komutanı da yine bir Alman subayı Kannengiesser’di. El oğlu senin askerinin heba olmasını fazla düşünür mü? Onlar için önemli olan -nasıl olursa olsun- başarıya ulaşmaktır.

İngilizler karaya asker çıkarıp Arıburnu’na doğru harekete başlayınca İhtiyat Kuvvetlerinden Miralay (Albay) Fevzi Bey’e karşılama emri verildi. Fevzi Bey, cephenin altmış kilometre uzağında idi. Kendisine verilen emir cepheye varır varmaz derhâl taarruza geçmesiydi. Birliğinin bütün ağırlıklarıyla hızlı bir şekilde istenen yere varan Fevzi Bey, yol yorgunu askerlerini dinlendirmeden hücuma kaldırmak istemiyordu. Asker en az birkaç saat dinlenmeli, sıcak çorbasını içmeli, kuvvet bulmalıydı. Liman Von Sanders’ten gelen emir katı idi: “Derhâl taarruz et!”

Bu vaziyette hücuma kalkmanın askeri kırmaktan başka işe yaramayacağı açıktı. Askerî bilgi ve tecrübe de bunu göstermektedir. Fevzi Bey, diğer zabitlerle (subaylarla) istişare etti. Onlar da hak verdiler. Fakat Sanders’in mazeret dinlemeye niyeti yok: “Emir kesin, derhâl hücuma kalk!”

Askerini bile bile ölüme göndermeyi vicdanına sığdıramayan Fevzi Bey, istirahat olmadan hücuma kalkamayacağında ısrar edince görevinden azledildi. Yerine geçen komutan ve diğer bazı komutanlar, rütbe endişesi ve de şan ve şeref hevesiyle askerlerinin bile bile heder olmalarına aldırış etmediler. “Mermimiz bitti komutanım” diyene “Süngünüz var ya!” denildi. Karada ve siperde olan düşman kuvvetleri, denizdeki gemilerden top ve makinalı ile destekleniyordu. Siperde olan bu düşmana “Süngü tak, hücum et” emri verilip de alay komutanı bu şekildeki hücumun intihar olacağını söyleyince, “Ben sizin harp etmenizi değil, ölmenizi emrediyorum” cevabı verildi. “Baş üstüne!” denilerek hücuma kalkıldı. Alay komutanı dâhil, son neferine kadar bütün alay şehit oldu. Bu ve buna benzer hâdiselerle mücadele devam etti.

Yusuf İzzeddin Paşa (1857-1916), Sultan Abdülaziz’in büyük oğlu, asker olarak yetiştirildi. Babası ile birlikte Avrupa gezilerine katıldı. Abdülaziz Han’ın katlinden sonra büyük sıkıntılar yaşadı. Sultan Abdülhamid zamanında iyi davranıldı kendisine. Sultan Reşat zamanında veliaht tayin edildi. Dürüst ve dindar olarak tanındı. İttihat ve Terakki mensuplarını sevmez, aleyhlerinde konuşurdu. Birinci Dünya Harbi’ne Almanlarla birlikte girilmesine karşıydı. Çanakkale Harbi’nde cepheleri teftişe çıkan Yusuf İzzettin Efendi, asker zayiatının fazlalığını görünce büyük üzüntü duydu. Harbiye Nazırı Enver Paşa, Türk ve Alman zabitleriyle birlikte yanındaydı. Cephelerden gelen şehit haberlerini aldığında dayanamadı, Enver Paşa’ya dönerek, “Vatan evlatlarını mahvettiniz” diyerek eldiveniyle yüzüne vurdu. Şaşıran ve yanındakilere mahcup olan Enver Paşa ses çıkaramadı. İzzeddin Efendi’yi üzüntü ve hiddete gark eden bu hâdise, askerin sevk ve idaresindeki beceriksizliğin sebep olduğu zayiatın büyüklüğünü gösterir bir misâldir.

İstanbul’a dönen Yusuf İzzeddin Efendi, 1 Şubat 1916 tarihinde, konağında ölü bulunacaktır. İttihat Terakki Fırkası’na mensup hekimler “intihar raporu” verirler. O gece konakta nöbetçi olan bir askerin sonradan ortaya çıkan hatıratı, Enver Paşa tarafından suikasta uğradığını göstermektedir. Alman devlet ajanlarının öldürdüğüne dair rivayetler de bulunmaktadır.

Yarım milyon insan kaybı bazılarınca abartılı bulunabilir. Fakat İstanbul’da ve çevre illerde yüksek tahsil ve lise muadili mekteplerde talebe bulunmadığından mezun verilemediği bilinmektedir. Bu, tahsilini bırakıp vatan müdafaası için cepheye koşan vatan evlâtlarının geri dönemeyerek şehit olduklarını gösterir hazin bir tablodur. Yarım milyon değil, 250 bin olsa bile o zamanki nüfusa göre bu muazzam bir rakamdır. Yeni yetişen bir neslin topyekûn imhasıdır. Ki Birinci Dünya Harbi sonrası İslâm düşmanı Batı’nın ve içimizdeki ajanlarının milletimizi imandan koparmak ve tahakküm altına almak için Anadolu’da at koşturmalarına vesile olmuştur.

Yakın tarihimizi bütün veçheleriyle öğrenemedik, öğretemedik. Fakat türkülerimiz ve ağıtlarımız asırlık hakikatleri bazen mecazla bir çırpıda anlatıverir: “Çanakkale içinde vurdular beni/ Ölmeden mezara koydular beni…”

Lozan Anlaşması sonrası İngiltere’ye dönen Lord Curzon, büyük bir zafer kazandığını ilân etmişti. İngiltere Avam Kamarasındaki görüşmelerde Türklere istiklâl imkânı tanındığına dair yapılan tenkitlere dudak bükerek kürsüden haykırmıştı: “Asıl bundan sonraki Türkler, bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz…” (Devam edecek…)